tabutmag forum – tabutmag, edebiyat, sinema, tiyatro ve görsel sanatlar alanında ilgililere nitelikli ve özgün içerikler sunar.
bu cesaret, umutsuzluğun karşıtı olmayacaktır. tıpkı bu ülkede yaşayan her duyarlı kişinin son 20-30 yıldır karşılaştığı gibi, umutsuzlukla sık sık yüz yüze geleceğiz. bu yüzden kierkegaard, nietzsche, camus ve sartre cesaretin umutsuzluğun yokluğu olmadığını ortaya attılar; cesaret, daha çok, umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir.

gerekli olan cesaret salt inatçılık da değildir -mutlaka başkalarıyla birlikte yaratmak durumunda kalacağız. fakat eğer kendi özgün fikirlerinizi ifade etmezseniz, kendi varlığınızı dinlemezseniz, kendinize ihanet etmiş olacaksınız. bütüne katkıda bulunmadığınız için ihanetiniz toplumumuza da karşı olacak.

bu cesaretin başlıca özniteliği bizim kendi varlığımız içinde onsuz kendimizi bir boşluk olarak hissedeceğimiz merkezileşmişliği gerektirmesidir. i̇çteki “boşluk”, dışla bir duygusuzluk[4] ilişkisidir; ve uzun vadede, bu duygusuzluk korkaklık olarak birikir. bu yüzden bağlanışımızı her zaman kendi varlığımızın merkezinde temellendirmek zorundayız, yoksa hiçbir bağlanma otantik[5] düzeye varamaz.

üstelik cesaret gözüpeklikle de karıştırılmamalı. cesaret kılığında ortaya çıkan şey kişinin bilinçdışı korkusunu örtmek için kullandığı sıradan bir kabadayılık ve ii. dünya savaşı’ndaki “ateşli” pilotlar gibi kendi maşizmosunu[6] kanıtlamak olabilir. böylesi cesaret, sevgi ve sadakat gibi diğer kişisel değerleri arasında yer alan bir erdem ya da değer değildir. cesaret tüm diğer erdemlerin ve kişi değerlerinin altında yatan ve onlara gerçeklik kazandıran temeldir. cesaret olmaksızın sevgimiz salt bağımlılık olarak solar. cesaret olmaksızın sadakatimiz uyumculuk halini alır.

courage (cesaret) sözcüğü, “kalp” anlamına gelen fransızca sözcük “cœur” ile aynı kökten gelir. kalbin kollara, bacaklara ve beyne pompaladığı kan ile tüm diğer organlara kazandırdığı işlev gibi, cesaret de tüm psikolojik erdemleri olanaklı kılar. cesaretin yokluğunda diğer değerlerden, çürüyen erdem müsveddeleri olarak söz edilebilir.

i̇nsan varlığında oluş (being) ve oluşuşu[7] (becoming) olanaklı kılmak için cesaret şarttır. eğer benlik bir gerçekliğe sahip olacaksa, benliğin bir ileri sürülüşü, bir bağlanışı esas olmaktadır. bu, insan varlığıyla doğanın geriye kalan kısmı arasındaki ayrımdır. meşe palamudunun meşe olması otomatik büyüme iledir; herhangi bir kendini bağlama şart değildir. enik de benzeri şekilde içgüdülerine dayanarak kedi olur. bu gibi yaratıklarda doğa ve varlık özdeştir. oysa bir kişinin bütünüyle insan olabilmesi sadece kendi kararlarına ve kendini bu kararlara bağlayışına dayanır. i̇nsanlar değer ve onura, günden güne verdikleri karar yığınıyla ulaşırlar. bu kararlar cesaret gerektirir. bu da, paul tillich’in cesareti niye ontolojik[8] olarak nitelediğini anlatır -cesaret varlığımızda esastır.

s.40—41

rollo may
yaratma cesareti

türkçesi: alper oysal
metis yayınları

———

notlar:

4. duygusuzluk (apathy): apathy sözcüğü, duygu, acı anlamına gelen pathos sözcüğünün başına olumsuzluk anlamı katan a'nın getirilmesiyle üretilmiştir. tutkudan, heyecandan, duygulanımdan kurtulma, etkilenmeme; duygu veya duygulanım eksikliği ya da yokluğu anlamına gelir. may'e göre duygusuzluk, dünyanın baskısı altında kişinin içe dönmek zorunda kalmasıyla gündeme gelir, birey bu yüzden yeni bir kimlik problemiyle yüz yüzedir; "kim olduğumu bilsem de, hiçbir anlamım yok. diğer insanları etkileme olanağım yok. “böyle başlayan sürecin bir adım ötesi duygusuzluk, daha sonrası ise şiddete başvurmaktır. may, duygusuzluğu seks olgusu içinde incelediğinde, kişinin “ölü” olmadığını kanıtlamak için sekse abandığını anlatır. i̇ç yaşam kuruduğu, duygu azaldığı zaman duygusuzluk artar, kişi bir diğer insanla has bir etkileşim kuramayıp, ona dokunamazsa, şiddet, iblisçe bir zorunlulukla olası olan en dolaysız dokunma itkisi halinde ortaya çıkar. bununla birlikte, may duygusuzluğu, modern çağda yaşamanın zorunlu sonucu olarak görüp, bu durumu trajik bir paradoks olarak niteler: “bir çeşit duygusuzlukla kendimizi korumalıyız," der. duygusuzluk, insanın aşırı dürtüldüğü bir ortamda, “iz bırakacak bir hasara uğramadan yenilgiyi yaşamasıdır, ancak duygusuzluk hali uzarsa, salt zamanın geçişi ile, kişi zarar görür.” duygusuzluk, bir havlu atma, es koyma, geçici bir pes etme gibi görüldüğünde, “insan en büyük iflası içinde tekrar bir şey yapabilecek duruma gelene kadar kişiliği koruyan bir mucizedir." (ç.n.)

5. otantik (authentic): otantik sözcüğü edimle, edimsellikle, olgu ile olan bağlılığı, ayrılmazlığı vurgular, burada önemle üzerinde, durulan nokta, araya hiçbir taklit, sahtelik, ikiyüzlülük girmeden bahsedilen edimin ya da olgunun belirli bir kaynakla ya da özle (gelenek, âdet, usul, örf, psikoloji) tam bir içtenlikle uyum, bağlılık içinde olmasıdır. varoluşçulukta otantiklik (authenticity) eyleme, edime en içten bir merkezin sağlanabilmesi için büyük önem taşır.

varoluşçular yaşamdaki değer çarpıklığı ve karmaşasına karşı, otantik merkezleri gündelik yaşamdaki varlıkbilimsel duygulanımlarda bulgulamaya girişip, var olan değerlerin sürüp gidebilmesi için sakıncalı olan bu duygulanımları (korku, kaygı, duygusuzluk, utanç, suç, başkaldırı, günah, melankoli, umutsuzluk, saçmanın duyumsanışı, ölüm, acı çekme, dekadans, kötü, demonik, tutku, yabancılaşma vb.) önplana çıkartarak yeni bir insan imgesi yarattılar, bu girişimde de fenomenolojik yöntemi çok verimli bir biçimde kullanarak yeni yaşam değerlerinin kurulabilmesi için çok geniş ufuklar açtılar. bu girişimde otantik bilincin yaratılması büyük önem taşır. otantik bilincin yaratılışı husserl'in redüksiyon (indirgeme), paranteze alma kavramlarında gösterilmiştir. bu yöntemle kişi kendi varlığını en temelde kuran yaşam olgularını bulmak için kendi yaşamını oluşturan tüm olguları bir indirgemeye, paranteze almaya tabi tutar. kişinin varlığını en temelde kuran olgular onun primordial egosunu oluştururlar, primordial ego, kişinin varlığını en temelde kuran, her şeyden önce olan varlığıdır. otantik bilincin temelinin atılabilmesi, bu en temel olguların doğru bir şekilde seçilebilmesi ve kişinin bilincinin bu temel olguları bilebilme yeteneğiyle olanaklıdır. (daha ayrıntılı bilgi için, bkz. nermi uygur, edmund husser vde başkasının ben'i sorunu, yapı kredi, 1998.) (ç.n.)

6. maşizmo: i̇spanyolca macho kökünden gelir ve eril, erkekçe, erkeğe ait anlamındadır. erkek psikolojisinin en dolaysız ifadesini dile getirir, bir gözüpekliğin nihai sonucu kendi ölümüne sebep olmak, ya da en azından bir polisin copuyla kafayı patlatmaktır - ikisi de cesaret göstermenin pek üretken biçimleri sayılmaz. (ç.n.)

7. oluşuş (becoming): her ne kadar olmaktan, oluşmak yüklemine geçerek oluşuş sözcüğüne vardıysak da, i̇ngilizcede oluş karşılığı olan being ile, oluşuş karşılığı olan becoming'in anlam açısından ayrıldıklarını eklemek gerek. become yükleminin kökü, bir şeye doğru gelmek, yaklaşmak, rast gelmek, uygun gelmek, denk düşmek, karşılaşmak, varmak, gitmek; ortaya çıkmaya gitmek; bir varlık ortaya çıkarmak; belirgin bir doğayı, özü, ilerlemeyi, anlamı meydana çıkartacak şekilde gelişmek anlamına geliyor. buradan hareketle, oluşuş ismini türettiğim becoming sözcüğü, denk gelmek, yerine oturma eylemi; varlığa gelme; ayn bir safha ya da koşula götüren bir değişim içinde ortaya çıkma, belirme; yeni olanım kendini gösterdiği bir süreç; değişme anlamına geliyor. rollo may kitabının önsözünde "olma cesaretinden” hareketle, kişinin bir boşluk içinde olamayacağını, varlığımızı yaratarak ifade edeceğimizi, yaratıcılığın oluşun zorunlu bir devamı olacağını söylüyor. oluşuş sözcüğü bir bakıma fizikte vektörlerin gördüğü işlevi yerine getiriyor, yani insan varlığına yönü/yönleri ekliyor. kişinin sadece varlığından bahsedemeyiz, onun oluşunun aynı zamanda bir yönü vardır, ya da kişi bir anlamı tamamlamaya, o anlama doğru ilerlemeye gider, başka bir deyişle bir anlama gelir, varır, ulaşır. bu yönü, yönlenmeyi tanımlamak için de inaksallılık, niyetlilik anlamına gelen intentionality sözcüğü kullanılıyor.

8. ontolojîk (varlıkbilimsel): varlıkbilim (ontoloji): varlığın incelenmesi ya da bilimi; metafiziğin, varlığın doğası ve ilişkilerine değinen bir dalı. "yeni ontologi varlık fenomenlerinden kalkar. onun tavrı, bütün bilimlerin tavrı gibi, 'naiv' ve 'dolaysız'dır. bizim yıllardan beri üstünde çalıştığımız felsefi anthropologi'miz de ontologik temellere dayanır, yani kavramlardan değil, kavranandan kalkar; naiv ve dolaysız bir tavırla, insanın temel fenomenlerini' ele alır. biz, insanda karşılaşılan temel fenomenlere, insanın 'varlık şartları' adını veriyoruz. varlık şartları, yüksek ya da alçakları, gelişmiş olmaları ve olmamaları, hangi basamak üzerinde bulunursa bulunsun, bütün insan toplulukları için ortak olan fenomenler, olaydır." (takiyettin mengüşoğlu, “antropolojinin işığında eğitim”, felsefe kurumu seminerleri içinde, ttk, 1977.) ontoloji, “varolanın, varlığının yapılarının bir bütün olarak alındığı zaman incelenmesidir. bir dünya ya da insan gerçekliği olsun, varlığın, ‘oradalık’ını oluşturan şartlar içinde kendisinin incelenmesidir. (ç.n.)
sone 18

seni bir yaz gününe benzetmek mi, ne gezer?
çok daha güzelsin sen, çok daha cana yakın:
taze tomurcukları sert rüzgârlar örseler,
kısacıktır süresi yeryüzünde bir yazın:
işıldar göğün gözü, yakacak kadar sıcak,
ve sık sık kararır da yaldız düşer yüzünden;
her güzel, güzellikten er geç yoksun kalacak
kader ya da varlığın bozulması yüzünden;
ama hiç solmayacak sendeki ölümsüz yaz,
güzelliğin yitmez ki, asla olmaz ki hurda;
gölgesindesin diye ecel caka satamaz
sen çağları aşarken bu ölmez satırlarda:
i̇nsanlar nefes alsın, gözler görsün, elverir,
yaşadıkça şiirim, sana da hayat verir.

s.77—

william shakespeare
tüm soneler

türkçesi: talât sait halman
cem yayınevi, 1993


——

xviii

değişir miyim seni bir yaz gününe?
çok daha güzelsin sen çok daha ince:
mayısın goncaları sert rüzgarlarla titrer,
yaz günleri kısa bir düş gibi gelir geçer:
bazen cehennemin ateşi tepende parlar,
sonra altın gibi saçlar sararıp solar
her ne kadar güzel olsan sonun değişmez;
ne şans, ne doğa yasası sana yardım etmez.
fakat senin sonsuz yazın hiç solmayacak,
i̇nce güzelliğin de hiç silinmeyecek,
ne de ölüm seni gölgesine alabilecek,
unutulmaz izlenimlerin ebedi sürecek;
i̇nsanlar soluk aldıkça, gözler gördükçe
aşkım yaşadıkça, sana da hayat verecek.

türkçesi: erdal ceyhan
i̇çimizden her birimiz her an kendi kendisi olmaktan çıkmak, biricik ve aktarılması olanaksız benliğini yitirmek tehlikesindedir. i̇nsanların çoğu olmayı beklediği o kendi kendisine durmadan ihanet eder; aslına bakarsanız, kişisel bireyselliğimiz asla tümüyle gerçekleşmeyen bir kişi, heveslendirici bir ütopya, her birimizin gönlünün en derininde saklı tuttuğu bir gizli efsanedir. pindaros’un kahraman etiğini şu bilinen buyrukta özetleyişi çok iyi anlaşılır: γένοιο οἷος εἶ, yani “her kimsen o olmayı başar.”

yani insanın konumu özünde belirsizliktir. xv. yüzyılda bir bourgogne’lu beyin dile getirdiği şu zarif söz ustalığı pek yerinde oluyor: “rien ne m’est sûr que la chose incertaine.” “emin olduğum tek şey belirsizliktir.”

s.40—

josé ortega y gasset
i̇nsan ve “herkes”

türkçesi: neyire gül işık
metis yayınları
peki arendt kitapta (augustinus’ta sevgi kavramı) neyi ele alıyor? annesine ithaf ettiği nüshanın üzerine el yazısıyla düştüğü notta özetle şöyle diyordu: “i̇lk bölümde insan sadece kendini sevdi, ikinci bölümde ise sevmeyi. bir başkasını ne zaman sevecek?” kitap aslında üç bölümden oluşuyor ve son bölüm augustinus tarafından ortaya atılan bir terim olan “vita socialis” başlığını taşıyor. “toplum içindeki yaşam” tamamen ilahi düzen tarafından karakterize edilen bir “bir-aradalık” (miteinander) tarafından belirlenir. başlangıçtan, yani ilk günahkâr olan adem’den beri, tüm insanların paylaştığı tarihsel bir boyut söz konusudur burada, çünkü her insanın izi adem ve havva’ya kadar sürülebilir. tanrı’nın, oğlu mesih’i insanlığın “bir-aradalığının” bir parçası kılması ve onunla birlikte olası bir kurtuluş tarihini de başlatması, tarihsel boyuta asli günahtan kurtuluş hedefine doğru bir yön verir. böylece saf komşu sevgisinden ibaret olan “bir-aradalık” belirleyici bir boyuta genişler: sadece tanrı için ve sadece cennette var olan sevgi. i̇nsanlar bunu ise ancak inançla deneyimleyebilirler.

s.23—

thomas meyer
hannah arendt kimdi?

türkçesi: özlem kırtay, ebubekir demir
lejand kitap
elimde ordu müzesinin kataloğuyla bütün odaları dolaşıyorum; ev sanki aylardır içinde oturulmamış gibi, çünkü malina yalnız başına olduğunda, hiçbir yer dağılmaz. lina sabahları sıkça yalnız çalışabildiğinde, beni çağrıştıran her şey kutuların ve dolapların içinde kaybolur, hiç toz havalanmaz, yalnızca benim sayemdedir ki, birkaç saate kadar etraf yeniden tozlanıp pislenecek, kitaplar birbirine karışacak, oraya buraya kâğıtlar saçılacak. henüz etrafta hiçbir şey yok. yolculuğa çıkmadan önce anni’ye, st. wolfgang’a gelebilecek posta için bir zarf bırakmıştım; bir kart olacak bu, yani özel bir sürpriz değil, ama paris’ten ve münih’ten gelen mektupların ve kartların yanına, bu çekmeceye koyabilmem için, bu karta ihtiyacım var yine de. en üstte, viyana’dan yazılıp st. wolfgang’a gitmiş bir mektup duruyor. şimdi tek eksiğim, mondsee.

telefonun önüne oturuyorum, bekliyorum ve sigara içiyorum, ivan’ın numarasını çeviriyorum, telefonunu çaldırıyorum, daha günlerce cevap vermeyecek, ve ben daha günlerce, ölmüş gibi görünen, giderek ısınan viyana’da dolaşabilirim ya da burada oturabilirim, kendimde değilim, kendim burada değil, nedir bu, kendimin olmaması? burada olmadığında, nerede oluyor bu kendim? bu boşluk hem içimde, hem de dışımda, burada kendim, hiçbir yerde yokum, nereye istersem oturabilirim, eşyalara dokunabilirim, kaçabildiğim ve yeniden kendimsizlikte yaşayabildiğim için sevinebilirim. kendim gibi, olmayan ülkeme döndüm, sığınabileceğim o engin ülkeme. malina olmalı telefon eden, ama o değil, ivan.

s.157—

ingeborg bachmann
malina

türkçesi: ahmet cemal
yky
freud yas ve melankoli’de sıklıkla başvurduğu bir yönteme başvurur: hastalık durumunu açıklamak için olağan bir ruhsal deneyimi model almak: düşler narsisizm için bir modeldir, hipnoz ise kitle ruhsallığı ve aşk için… melankolideki ruhsal işleyişi açıklamak için ise yas yaşantısı bir model olarak alınır.

her iki durumun benzerlikleri üzerinde durulduktan sonra asıl kurucu savlar ayrılıklar üzerinden geliştirilir. yas ve melankoli birer bilimsel sav olmayı aşan ve neredeyse özdeyiş tadına ulaşan sözlerle bezelidir: “yasta dünya yoksul ve boş bir hâl alır, melankolide ise yoksullaşan ve boş hâle gelen ben’in ta kendisidir.”

ya da şu: “nesnenin gölgesi ben’in üzerini öyle bir kaplar ki…” i̇ncelemenin merkezine ben’de nesnenin gölgesinin düştüğü bölüm ile diğer bölüm arasındaki çatışma ve melankolik bütünlükte kurdukları ayrılıklarındaki birlik yerleşir: “ben sanki bir nesneymiş, hatta terk edilen nesneymiş gibi özel bir öğece eleştirilebilir hâle gelir.”

yas’tan farklı olarak melankolikte ben’in yoksullaşmasının, çölleșmesinin nedeni de bu çatışmadır. “yas ile kurduğumuz benzetim bizi, kaybını nesneye dair bir kayıp yaşadığı sonucuna ulaştırmıştı; kişinin anlatımı ise ben’ine dair bir kayıp yaşadığını ortaya koyar.”

freud, melankoliğin kendine yönelik dile döktüğü yakınma ve değersizleştirme cümlelerinin ‘melankolik olmayanlara göre gerçeği daha keskin’ bir kavrayışın, ‘kendini tanımak ile kastettiğimiz bilgiye’ gerçeğe uygun bir yaklaşımın örnekleri olduğunu ileri sürer.

tam da bu ‘keskin kavrayış’a tanıklık için shakespeare’i ve onun kahramanı hamlet’i çağırır: “kendi çölüne yollandığında, kim kurtulabilir kırbaçlanmaktan?” *

s.9—10

sigmund freud
yas ve melankoli

sunuş: cemal dindar *
türkçesi: aslı emirsoy

telos yayınları
yıllar önce film kentinde jerome robbins ve olağanüstü güzel doğulu eşi beni ziyaret etmişlerdi. deneyim aynıydı: anında kurulan bir iletişim, kolay paylaşılan, alevli bir anlam dokusu, ayrılırken duyulan özlem ve en kısa zamanda biraraya gelmek için verilen sözler.

ama böyle olmadı ve asla olmayacak. köylümsü bergman çekingenliği ve beklenmedik duygular karşısında duyulan bergman sıkılganlığı: en iyisi geri çekilmek, hiçbir şey söylememek, konudan uzak durmak. yaşam zaten şu haliyle bile yeterince tehlikeli. hayır, hayır. teşekkür eder, dikkatle geri çekilirim, ilgim merakım kaygıya dönüşür. alışılmış, boz gündelik yaşama şükrederim. gündelik yaşam denetlenebilir ve yönetilebilir.

yüz yüze, düşlerle gerçeğe ilişkin bir film olacaktı. düşler kavranabilir gerçeklere, gerçeklerse eriyerek düşlere dönüşecekti. zaman zaman filmlerimde gerçekle düş arasında hiç engellenmeden gidip gelmişimdir. persona’da, gezgincilerin gecesi’nde, fısıltılar ve çığlıklar’da. ama bu kez çok güç oldu. gereksinim duyduğum esini bulamadım. düş sekansları yapaydı, gerçekler bulanıktı. yer yer sağlam sahneler vardı, liv ullman aslanlar gibi döğüştü. gücü ve yeteneği filmin dağılmasını engelledi ama o bile benim coşkuyla okuduğum, ancak iyi sindiremediğim asıl çığlığı, doruk noktasını kurtaramadı. sanatsal yorgunluk ince dokunun içinden sızdı.

s.255—256

ingmar bergman
büyülü fener

türkçesi: gökçin taşkın
afa yayınları, ağustos 1990
sessiz gece. sessiz. ve sen vazgeçtin
beklemekten. nerdeyse dingindi her yer.
birden, orada olmayan kişinin o canlı
dokunuşunu duydun yüzünde. gelecek.
sonra kendi kendine çarpan pancurların sesi.
i̇şte rüzgâr da çıktı. ve biraz ötede,
kendi sesinde boğuluyordu deniz.

s.60—

yannis ritsos
bir mayıs günü bırakıp gittin

türkçesi: cevat çapan
can yayınları
la nuit, souvent je reste éveillé. je suis la sentinelle debout à la porte du sommeil des autres, dont je suis le maître. je suis l’esprit qui flotte au-dessus de la masse informe du rêve.
……….
………. et s’enfoncèrent dans une nuit lointaine, dangereuse, comme l’est toute nuit.
……….
………. il était chargé du sens obscur du symbole et dangereux comme le sont tous les habitants de la nuit, les habitants des rêves. les rêves sont peuplés de personnages, d’animaux, de plantes, d’objets, qui sont des symboles. chacun est puissant et, quand celui qui l’a suscité se substitue au symbole, il profite de cette puissance mystérieuse. la puissance du signe, c’est la puissance du rêve….

jean genet
(miracle de la rose)
(1)



die bewegung der sich bildenden individualitaet ist …….. das werden der wirklichen welt.

g.w.f. (bkz:hegel)
(phg, vi, b, i, a: die bildung und ihr reich der wirklichkeit)
(2)


***


(1)

geceleri, çoğu zaman, uyanık, beklerim. uyuyanların uykusunun kapısında dikilen nöbetçiyim ben; o uyku benden sorulur. düşün kalıba girmez kütlesi üzerinde yüzen ruhum ben.
……….
………. uzak, tehlikeli bir geceye —geceler hep böyledir zaten— girip yittiler.
……….
………. simgenin karanlık anlamıyla yüklüydü o, gecede eğleşen, düşlerde eğleşen herkes gibi de tehlikeli. düşleri, her biri bir simge olan kişiler, hayvanlar, bitkiler, nesneler şeneltir. her biri güçlüdür bunların; bunları üreten kişi, kendini simgenin yerine koyduğunda da, bu gizemli güçten yararlanır. i̇min gücü, düşün gücüdür…



(2)

kendini kuran bireyliğin devinimi …….. gerçek dünyanın oluşumudur.

s.11—

bilge karasu
gece

metis yayınları
76.

ne kadar kısıtlı da olsa, ondan gelen… doğru kelimenin ne olduğunu bilmiyorum, bazı işaretlerin, örneğin beni bir şey için övmesinin çocukken benim için ne kadar önemli olduğunu ancak şimdi anlıyorum. bu pek sık olmazdı. bu yüzden de o iki ya da üç seferin her birini hatırlıyorum.

biri, üçümüzün — ben, kardeşim ve o — birlikte bir dergiye, muhtemelen kozmos ya da bir yerlerden ele geçirdiğimiz paraleller’in zor bulunan sayılarından birine baktığımız nadir anlardandı. neredeyse aynı olan iki resmin arasındaki “dokuz farkı bul” oyunu vardı. birlikte sekize kadar ulaş­tık, ama dokuzuncuyu bir türlü göremiyorduk. sonra onu fark eden ben oldum. “aferin, bu en zoru­ydu,” dedi babam. kırk beş yıl önceydi ama bunu hâlâ unutmadım.

şimdi düşünüyorum da, çocukken onun hayalindeki ideal oğul olmaktan oldukça uzaktım. utangaç ve içe kapanıktım, sürekli okurdum, gizlice yazardım (ki bu da herkesin bundan haberdar olduğu anlamına geliyordu). diğerleriyle hiç dövüşmezdim, bir kez hariç. hem de benden daha büyük bir çocukla – sanırım bununla babamı epey şaşırtmış ve gözünde yükselmiştim.

gerçek şu ki, kardeşimle askere, sonra da sofya’ya gitmemizden sonra, yıllar boyunca her eve dönüşümüzde babamla birbirimize biraz daha uzun sarılırdık. daha uzun sarılabilmek için giderek uzayan karşılamaların ve uğurlamaların bahanesine sığınırdık.

birliğe teslim olacağım zaman babam beni asker­liğimin çıktığı o uzak kuzey kasabasına polonya fiat’ıyla götürdü. başım kazınmıştı, bu da beni daha çelimsiz ve pısırık gösteriyordu; subayın bana fırlattığı askeri üniforma üstümden emanet kıyafet gibi dökülüyordu. babamın gözlerinin dolduğunu gördüm, sırtını döndü ve mendiline uzun uzun sümkürdü. babalarımız gençken böyle ağlardı. o anda sarılıp sarılmadığımızdan emin değilim.

şimdi hatırladım da, babaannem askerlerin cepheden döneceği haberi gelince, dedemi karşılamak için nasıl s. kasabasının istasyonuna gittiklerini anlatmıştı – birkaç gün beklemişler, at arabalarının içinde uyumuşlar. o beklenen tren nihayet geldiğinde, dedem kapıda belirmiş, sağ salim, dokuz aylık savaşın ardından. “i̇çimden ona koşmak, ona sarılıp onu bir daha bırakmamak geliyordu, derdi babaannem. ama kayınbabam bana bir bakış attı ve sakin ol, gelin, dedi. ve sonunda, sıra bana geldiğinde, dedene sadece elimi uzattım ve tokalaştık; o da babasının önünde bana sarılmaya cesaret edemiyordu. ne budalaymışız,” derdi babaannem, gözlerini başörtüsünün ucuyla silerek.

s. 166, 167—

georgi gospodinov
bahçıvan ve ölüm

türkçesi: hasine şen karadeniz
metis yayınları
kızgın bir mırıltı yükseldi. duvarları süsleyen dallar ve palmiyeler, beş köşeli yıldızlar, rahle üstünde kutsal tomarlar; seçkin ulus, vaadedilen ülke, tanrı’nın ülkesi, mesih gibi büyük sözler; bunların hiçbiri içlerini yatıştırmıyordu artık. uzun süren umut umutsuzluğa dönmeye başlamıştı. tanrı’nın ace­lesi yoktu, ama insanın vardı, artık bekleyemiyorlardı. havranın her iki duvarını da kaplayan resmedilmiş ümitler dahi onları oyalayamıyordu.

s. 48—

nikos kazancakis
günaha son çağrı

türkçesi: ender gürol
can yayınları

***

64./
“umut çok uzun sürdü, artık umutsuzluğa dönmeye başladı.” (kazancakis/ günaha son çağrı)

s. 115—

ferit edgü
tüm ders notları

yky
gerçeği kabul etmiyordum. beni daraltan, havasız bırakan ve huzursuz kanatlarıma dar gelen nesnel, insana özgü, rasyonel dünyaya karşı duyduğum iğrentiyi tarif edebilecek uygun kelimeler bulamıyorum. fakat gerekli olan bunlar değil, her şeyi söylemiyor, aydınlığa kavuşturmuyorlar. ben o gerçekliği istemiyordum, çünkü başka bir tane istiyordum (daha saf, daha mükemmel, daha temiz, daha yüce) ve beklenen spiritüel ve uyumlu dünyanın, dağdan henüz çıkartılmış bir ham bloğun, beynin gördüğü ve arzuladığı heykele dönüşmesi misali ortaya çıkması için büyük çaba göstererek çalışıyordum. sıradan, yüzeysel gerçekliği kabul etmiyordum, çünkü daha iyi, daha doğru, daha derin bir gerçeklik arzuluyordum; geçmişi yadsıyordum, daha yakışır ve mucizevi bir geleceği gözümle, tüm arzum ve ruhumla görmek için şimdiki zamanı yadsıyordum.

bunları söylerken de her şeyi söylememiş oluyorum.

s. 117—

giovanni papini
bitik adam

türkçesi: sinem carnabuci
monokl yayınları
bir yıldan uzun bir süreliğine bir kontrat imzalamak ya da evlenmek büyük bir güçlüktür. kuşkusuz, mesafeli kişi için evlilik, içinde yakınlığı barındırdığı için, her durumda riskli bir girişimdir; korunma ihtiyacı ve eşin kendi özelliklerine tümüyle uyacağı yolunda bir inanç bu riski hafifletebilir. evlenmeden hemen önce sıklıkla panik duygusunun başladığı görülür. zaman tüm ele avuca sığmazlığıyla büyük ölçüde bir baskı gibi yaşanır; bir özgürlük yanılsaması yaratmak için işe beş dakika geç gitme alışkanlığına başvurulabilir. zaman çizelgeleri bir tehdit oluşturur; tren tarifesine bakmayı reddedip, istasyona kendisine uygun olan bir zamanda giden ve bir dahaki seferi beklemeyi yeğleyen bir adamın hikâyesi uzak kişilerin hoşuna gider. diğer kişinin kendisinden bazı şeyleri yerine getirmesini ya da belirli bir şekilde davranmasını beklemesi —bu tür beklentiler gerçekte dile getirilse de getirilmese de veya yalnızca bir varsayım olsa da— onu rahatsız eder ve isyan ettirir. söz gelimi, ara sıra hediye vermek hoşuna gitse de, kendisinden beklendiği için yaş günlerini ve yılbaşını unutur. toplumsal davranış kurallarına ya da geleneksek değerlere uymak hoşuna gitmez. gerilimden kaçmak için dışarıdan bunlara uyuyormuş gibi gözükse de, zihninde tüm konvansiyonel kuralları ve standartları mutlak bir biçimde reddeder. son olarak, öneri ve tavsiye, kendi istekleriyle uyumlu olduğunda bile, hükmedildiği duygusunu uyandırır ve dirençle karşılanır. onun durumunda direnç, bilinçli ya da biliçdışı olarak, diğerlerini hüsrana uğratma isteğiyle bağlantılıdır. diğerlerinden üstün olduğunu hissetme ihtiyacı, tüm nevrozların ortaklaşa özelliği olsa da, mesafelilikle ilişkisinden dolayı burada vurgulanmalıdır. “fildişi kule” ya da “kusursuz yalıtım” ifadeleri gündelik dilde bile mesafeyle ve üstün olmayla hemen hemen her zaman ilişkili olduğunun altı çizilmiştir. büyük olasılıkla hiç kimse yalnızlık ve yalıtıma özellikle güçlü ve becerikli olmadan ya da kendini eşsiz bir biçimde önemli hissetmeden katlanamaz. mesafeli kişinin üstünlük duygusu geçici bir süre için sarsıntıya uğradığında —ki bu ister somut bir başarısızlık isterse içsel çatışmaların artması sonucu olsun— yalnızlığa katlanamayabilir ve delice sevilip korunmak için uğraşabilir. bu tür bocalamalar mesafeli kişinin hayat öyküsünde sık sık görünür. ergenliğinde ya da yirmilerinin başında birkaç tane öylesine (önemsiz) ilişki yaşayabilse de, genelde oldukça yalnız bir yaşam geçirmiş, kendini bu şekilde daha rahat hissetmiştir.

syf•59—60

karen horney
içsel çatışmalarımız

türkçesi: zeynep koçak
sel yayınları
okumak bende ancak okuma yoluyla çoğaltır kendini, dışarıdan gelecek önerilere asla kulak asmam ya da ancak çok uzun zaman sonra dikkate alırım. ben okuduğum şeyi keşfetmek isterim. bana bir kitap tavsiye edildiğinde, o kitabı elime almam, bana bir kitap övüldüğünde, o kitap bana senelerce zehir olur. ben yalnızca, gerçekten hayranlık duyduğum büyük insanlara güvenirim. onlar bana her şeyi tavsiye edebilir, merakımı uyandırmak için, bana bir kitabın bir yerinden bahsetmeleri yeterlidir. gelgelelim, başkalarının ağızlarıyla gelişigüzel bahsettikleri şeylerin üzerinde sanki pis bir lanet vardır. bu yüzden, o büyük kitapları tanımakta zorlandım, çünkü asıl büyük olan, umumiyet kültüne mal olmuştur ve artık insanların dilindedir, tıpkı kahramanlarının isimleri gibi. i̇nsanlar bu asıl büyük olanı dolu bir ağızla telaffuz etmekle —pek bir doymuş olmalılar— benim açımdan bilinmesi elzem şeylerden illallah ettirirler.

syf•25—

elias canetti
sinek azabı

türkçesi: necati aça
sel yayınları
düşündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler. i̇nsanların cehennemin gerçekten var olduğuna inandıkları ortaçağ'da ateşin bugünkünden çok değişik bir anlamı vardı kuşkusuz. gene de onlardaki bu cehennem kavramı —yanıkların verdiği acıdan olduğu ölçüde— ateşi her şeyi yutan, kül eden bir şey olarak görmelerinden doğmuştur.

seven birisi için sevgiliyi görmenin hiçbir sözcük ya da kucaklayışla karşılaştırılamayacak bir bütünlüğü vardır; bu bütünlük, geçici olarak, ancak sevişmeyle sağlanabilir.

gene de sözcüklerden önce gelen ve sözcüklerle tam olarak anlatılamayan görme, uyarıcılara karşı mekanik bir tepkide bulunup bulunmama sorunu değildir. (görme eylemi, ancak gözün retinasını ilgilendiren sürecin küçük bir bölümünü alırsak böyle tanımlanabilir.) yalnızca baktığımız şeyleri görürüz. bakmak bir seçme edimidir. bu edimin sonucu olarak gördüğümüz nesne —her zaman elimizle dokunabileceğimiz bir nesne anlamında olmasa da— ulaşabileceğimiz bir alana getirilmiş olur. i̇nsanın bir şeye dokunması demek, kendisini o şeyle ilişkili bir duruma sokması demektir.

syf•8—

***

geçmişin sanatı, eskiden olduğu gibi değildir artık bugün. yetkesini yitirmiştir. onun yerine bir imgeler dili oluşmuştur. şimdi önemli olan bu dili kimin, ne amaçla kullandığıdır. bu da yeniden canlandırmaların yayın hakkı, sanat basımevleriyle yayınevlerinin kimin elinde olduğu, sanat galerilerinin, müzelerin genel tutumu sorununa gelip dayanır. çoğu zaman dendiği gibi bunlar sanatı ilgilendiren, sınırlı sorunlar değildir. bu denemenin amaçlarından biri de gerçekten tehlikede olan şeyin çok daha büyük olduğunu göstermektir. kendi geçmişinden kopmuş bir halk ya da sınıf, seçmede ve eyleme geçmede tarih içinde kendi yerini bulmuş bir sınıf ya da halktan çok daha az özgürdür. i̇şte bunun için —tek neden de budur zaten— geçmişin tüm sanatı bugün siyasal bir sorun olarak karşımızdadır.

syf•33—

john berger
görme biçimleri

türkçesi: yurdanur salman
metis yayınları
candide:
— aklıma gelmişken şunu da sorayım: geminin kaptanında bulunan iri kitapta* yazıldığı gibi, dünyanın başlarda bir deniz olduğuna inanıyor musunuz? dedi.

— hiçbir şeye inandığım yok! birkaç zamandan beri piyasaya sürülen masallara da inanmıyorum, diye yanıtladı martin.

candide:
— peki, hangi amaçla yaratıldı bu dünya? diye sordu.

martin:
— bizi kudurtmak için! dedi.

candide:
— size başlarından geçenleri anlattığım oreyonlar ülkesinden iki genç kızın iki maymuna âşık olmaları şaşırtmadı mi sizi? dedi.

martin:
— asla! dedi. böyle bir tutkuda şaşırtıcı bir yan göremiyorum; o denli tuhaf şeyler gördüm ki, hiçbir şey yadırgatamaz artık beni.

candide:
— i̇nsanların, bugün yaptıkları gibi, ezelden beri birbirlerini öldürdüklerine inanıyor musunuz? i̇nsanların hep böyle yalancı, hileci, vefasız, nankör, haydut, zayıf, sebatsız, alçak, kıskanç, obur, sarhoş, pinti, tutkulu, kan dökücü, dedikoducu, serseri, bağnaz, iki yüzlü ve budala olduklarını mı sanıyorsunuz? dedi.

martin:
— atmacaların hep buldukları güvercinleri yediklerine emin misiniz? dedi.

candide:
— evet kuşkusuz, dedi.

— peki o halde, atmacalar aynı niteliği hep sürdürmüşlerse, niçin insanların doğalarını değiştirmelerini bekliyorsunuz? dedi.

candide:
— o o! çok fark var, dedi. çünkü, irade-i cüz’iye... böyle konuşurlarken bordeaux'ya vardılar.

syf•162—165

* voltaire, de brosses'un deniz yolculukları tarihi'ne yollamada bulunuyor bir olasılıkla. bu kitapta, özellikle buffon'un, karaların denizlerden çıktığını ileri süren kuramı açıklanıyordu.

voltaire
candide ya da iyimserlik

türkçesi: server tanilli
adam yayınları
pek çok kimse ile görüşüyorduk ve 43'ten beri görüşüm hiç değişmemişti: yapıtlarını beğendiğim yazar ve sanatçılarda her zaman sempatimi çeken bir şey vardı. gene de bunlardan bazılarında bu sempatimi sınırlayan bazı kusurlara rastlamak beni şaşırttı: kendini beğenmişlik, kendini gösterme merakı. i̇nsan okuyucu ile olan ilişkiyi karşılıklılığı içinde yaşamak yerine, kendisine dönüyor, kendini öteki'nin boyutlarında algılıyor: işte bu kendini beğenmişlik. gençlerde, bunu neredeyse dokunaklı buluyorum; bu onların başkalarına olan saf güvenlerine işaret ediyor. bu tazelik çabuk uçuyor; uzarsa, saflık çocuksuluğa, güven köleliğe dönüşüyor. kendini beğenmiş bir softa bozuntusu kendisinden fazla söz etse de hoşsohbet olabilir, ama gülünç olur; o bir safdildir: tüm nezaket belirtilerini peşin para gibi algılar. nezaketten yoksun kalırsa, yalan söyleme hastalığına kayar, ona anlatılandan daha fazlasını kendi kendine anlatır; ya da küskün ve alıngan olur, pek hoş kokmayan kinler ve öç almalar tasarlar. her koşulda hile yapar: kabul ettiği bağımlılıkla yeterliliği birbirine ters düşmektedir: pohpohlanma dilenmekle, yükseldiğini iddia ettiği anda kendini alçaltmaktadır. kendi görünümünü çok beğenmekle sonunda onun içine hapsolur: sonunda kaçınılmaz şekilde kendini beğenmişliğin son noktası olan önemli biri olmanın çukuruna düşer.

bunu bir meslektaşımda her farkedişimde şaşkınlıktan ağzım açık kalıyor: nasıl olur da insan kendine uygun gördüğü rol uğruna kendini ortadan kaldırır? bunun gerçekliğini inkâr etmenin düşüncesizlik olduğunu öğrendim; insan başkası için ifade ettiği şeyi üstlenmeli; diğer taraftan, eğer yetenekleri varsa onları kullanmalı, gerektiğinde onlarla övünebilmelidir, bir insanın hakikati onun nesnel varoluşunu ve geçmişini sarmalar: ama bu hakikat kendini bu gibi taşlaşmalara indirgemez. kendini önemli sayan kişi, bunun adına yaşamın durmak bilmeyen yeniliğini yadsırken, kendi gözlerinde, her türlü yargıya kapalı yetke'yi canlandırmaktadır; kendine yönelen duyulmamış soruların yanıtlarını dürüstçe arayacağına, bu yanıtları şu i̇ncil'den bulup çıkartır: kendi yapıtından; ya da, kendini bir zamanlar olduğu gibi örnek olarak verir; bu yinelemeler yüzünden de, başarısının pırıltısı ne olursa olsun, dünyanın gerisinde kalır, bir müze eşyası haline dönüşür. bu köhneleşme kötü niyetten arınmış da değildir; eğer insan, görüşlerinin az da olsa doğruluğuna gerçekten inanıyorsa, niçin kendi adının, ününün, geçmişteki başarılarının ardına gizlensin? kendini önemli sayan kişi, ya insanlara değer vermezmiş gibi görünür, ya da onları yüceltmeye hazırdır: bunun nedeni de, onlarla eşit koşullarda ilişkiye girmeye cesaret edememesidir, özgürlüğünden vazgeçer çünkü bunun tehlikelerinden korkar. bu körlük, bu yalanlar beni özellikle yazarlarda rahatsız ediyor çünkü onların ilk erdemleri —en ileri atıp tutmaları da seçmiş olsalar— korkusuz bir içtenlik olmalıdır.

syf•133—134

simone de beauvoir
koşulların gücü (birinci kitap)

türkçesi: betül onursal
payel yayınları, 1995
i̇nsanın felaketi, sessizce odasında, ait olduğu yer olan odasında oturmak istememesinden gelir, der pascal. ama pascal büyük adamdı. düşün alanının bir frangipani'si, aslına bakılırsa bir zanaatçı, zanaatçı olduğu için de bugün modası geçmiş biri. şimdi millet hügnoların ya da i̇ngilizlerin yazdığı kışkırtıcı kitapları okuyor. bir de, her bir şeyin tartışma konusu yapıldığı makaleler ya da sözüm ona dev bilim kitapları yazıyorlar. şimdiye kadar her bilinen yanlışmış, birdenbire bambaşka olmalıymış her şey. şimdi bir bardak suda, eskiden görülmeyen küçücük hayvancıklar yüzüyormuş; frengi artık tanrı’nın cezası olmaktan çıkmış, basbayağı bir hastalık sayılmalıymış; tanrı, eğer tanrı diye bir şey var iseymiş, dünyayı yedi günde değil, milyonlarca yılda yaratmışmış; vahşiler de bizim gibi insanmış; çocuklarımızı yanlış eğitiyormuşuz; dünyaysa şimdiye kadar olduğu gibi, yuvarlak değilmiş de tepesiyle dibi karpuz gibi basıkmış sanki önemli miydi bu da şimdi! her alanda sorular soruluyor, kurcalanıyor, araştırılıyor, her şeye burun sokuluyor, hababam denemeler yapılıyor. neyin ne olduğunu ve nasıl olduğunu söylemek yetmiyor artık bir de her şeyi kanıtlamak gerekiyor, en iyisi tanıklar getirip, sayılar gösterip, birtakım gülünç deneyler yapıp kanıtlamak. bu diderot'lar ve d'alembert'ler ve voltaire'ler ve rousseau’lar ve her neyse adları, işte o yazıcı uşakları — hatta ruhban sınıfından olanlar bile var içlerinde ve soylu baylar var!

syf•62—

patrick süskind
koku

türkçesi: tevfik turan
can yayınları
13 temmuz

pırıl pırıl bir güneş, deniz yüzeylerini durmaksızın yalıyor. ve bütün gemi göz kamaştırıcı bir ışık içinde kalıyor. havuz, güneş. bütün öğle sonunu çalışarak geçiriyorum. akşam serin ve tatlı. i̇ki gün sonra varacağız. şu gemiden, her şeyden yüz çevirmiş bir yüreği uzun günler boyunca içinde koruyabildiğim şu kamaradan, bana onca iyilik etmiş olan şu denizden ayrılma düşüncesi, beni biraz ürkütüyor. yaşamaya, konuşmaya yeniden başlamak. kişiler, yüzler, oynanacak bir rol; bunun için daha çok cesaret gerekecek, bense bunu kendimde bulmuyorum. bereket versin ki gövdesel açıdan tam formundayım. yine de insan yüzlerinden kaçmak istediğim zamanlar oluyor.

gecenin ileri vaktinde, uyuklayan gemiden geceye bakıyorum. kendi doruğuna çökmüş olan tuhaf güney ay'ı, güney yönüne doğru suları aydınlatıyor. şu binlerce kilometreyi, içinde yoğun ve parlak suların yağlı bir kesek gibi balkıdığı(*) şu yalnızlıkları düşlüyor insan. hiç değilse, bu erinç verecek.

syf•57—58

albert camus
yolculuk günlükleri

türkçesi: ramis dara
can yayınları
unutmamak gerek; biribirimize gücümüzü göstere göstere, bu gücü, karşılıklı olarak, ayarlaya ayarlaya alışırız biribirimize. gerçi insan, gücünü göstermekten biraz fazlaca hoşlanıyor olabilir; en azından, daha yolun başında, daha güçlü olduğunu anlatmak ister. hayvanın eğitimi dediğimiz şey, bir güç gösterisidir. hayvanı bizimle yaşamağa alıştırıyoruz; eğitiyoruz. ne var ki, tek yönlü görünen bu eğitim de, gerçekte, karşılıklıdır. i̇nsan “eğitilme”ye razı olmazsa, önce, hayvana acı çektirir. sonrasını düşünmeyelim. ortaklık bozulmuştur çünkü.

“bizimle birlikte yaşayacağına göre,” diyoruz, “bizim düzenimize uysun.” doğru. her konuk, az ya da çok, bunu yapar zaten. evin düzenine uyar. uymayanın “konuk”luğu sona erer. ama hayvanlarımız konuğumuz değil. yaşam ortağımız. “köle” hiç değil. eğitim dediğimiz, onu, kendi dünyasını büyük ölçüde bırakıp kendi dünyamızı bütünüyle benimsemesini, kendini bizim dünyamızda “yararlı” kılmasını amaçlar gibidir... ne de olsa, birlikte yaşama kararını biz veriyoruz çünkü...

öyle mi gerçekten? değil, bana sorarsanız. birlikte yaşama kararı, ilk adımı kim atmış olursa olsun, karşılıklı verilmiştir. bizim kurallarımızı öğrenen hayvan, kendi kurallarını da bize öğretir. bu karşılıklılık, gene de, “insan” ortamında gerçekleşiyor. ama, tek yönlü ilişki olmaz ki!

syf•70—71

bilge karasu
ne kitapsız ne kedisiz

metis yayınları
i̇ki kalp arasında en kısa yol:
birbirine uzanmış ve zaman zaman
ancak parmak uçlarıyla değebilen
i̇ki kol.

merdivenlerin oraya koşuyorum,
beklemek gövde kazanması zamanın;
çok erken gelmişim seni bulamıyorum,
bir şeyin provası yapılıyor sanki.

kuşlar toplanmışlar göçüyorlar
keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

syf•241—

cemal süreya
sevda sözleri (i̇ki kalp)

yky, 51. baskı
kitle bir hayvan sürüsü kadar suskundur. kitleyi sürekli olarak sondajlarla tartmak boşuna uğraşmaktır (öte yandan sürekli olarak katılması istenen haber olgusu aracılığıyla kendisine laboratuvar deneylerinde hayvanlara yapılan işkenceye benzeyen bir tür işkence yapılmaktadır.) çünkü doğrunun solda mı, yoksa sağda mı olduğunu söylemediği gibi devrimle, baskı arasında hangisini yeğlediğini de söylememektedir. onun için doğru ve akıl yoktur. kendisine yapılan yakıştırmalar umurunda bile değildir. kitlede bilinç ve bilinçaltı yoktur.

kitle insanı bezdiren bir suskunluktur. politik denklemlerdeki bilinmeyendir. bu bilinmeyen, bütün politik denklemleri yok edebilmektedir. oysa herkes bu sessizliği konuşturmaya çalışmaktadır. ancak kitlelerdeki yanıtsızlık gücü ölçülemez. hiçbir sondaj onu ortaya çıkartamaz. çünkü kitleler onu anında yok ederler. sözünü ettiğimiz hipergerçeklik içinde toplumsal ve politik alanın altını üstüne getirirler. politika kitleleri yanıtlar alabileceği bir toplumsal simülasyon ve yankılanma odasına sokmaya çalışırken (kitle iletişim araçları, haber) kitleler tam tersine toplumsalın içinde simüle edildiği ve yankılandığı muazzam bir mekâna dönüşmektedirler. güdümlenme diye bir şey hiçbir zaman için var olmamıştır. her iki taraf da aynı silahlarla çarpışmıştır. bugün savaşı kimin kazandığını söyleyebilmek imkânsızdır. i̇ktidarın kitleler üstündeki simülasyon gücü mü? yoksa kitlelerin iktidarı çökerttikleri ters simülasyon mu?

syf•24—

jean baudrillard
sessiz yığınların gölgesinde
ya da toplumsalın sonu

türkçesi: oğuz adanır
ayrıntı yayınları
şu an içinde yaşadığımız zaman dilimi, nostaljik bir devirdir; fotoğraflar da etkin bir rol oynayarak nostaljiyi beslerler. fotoğraf, ağıtlı bir sanattır, bir bakıma alacakaranlık sanatı. fotoğrafı çekilen kişi, olay ya da durumların çoğu, sırf fotoğraflarının çekilmiş olmasından dolayı, pathos'la kuşanırlar. çirkin ya da grotesk bir (fotoğraf) malzeme(si), fotoğraf çeken kişinin dikkatine mahzar olunca, pekâlâ dokunaklı bir etki sağlayabilir. aynı mantıkla, güzel bir malzeme de eskimiş, çürümüş ya da ortadan kalkmışsa pekâlâ acınası duygular uyandırabilir. bütün fotoğraflar memento mori niteliği taşır, yani ölümü akıldan çıkarınamaya yarar. bir fotoğraf çekmek, başka bir insanın (ya da şeyin, durumun, vb.) ölümlülüğüne, incinebilirliğine ve dönüşebilir haline dahil olmaktır. söz konusu ânı dilimleyerek donduran bütün fotoğraflar, zamanın amansız eriyişinin tanığıdırlar.

fotoğraf makineleri dünyayı kopyalamaya, insanın ortaya koyduğu manzara baş döndürücü bir hızla değişmeye yüz tuttuğu bir dönemde başlamıştır —sayısı bilinemeyecek kadar çok miktardaki biyolojik ve toplumsal hayat formu kısa bir zaman dilimi içerisinde tahribe uğrayıp yok olurken, kaybolmakta olan şeylerin kaydını tutan bir cihazın belirmesidir söz konusu olan. atget'nin ve brassaï'nin kaprisli, nakış gibi işlenip dokununuş paris'i büyük ölçüde yok oldu gitti. fotoğrafları aile albümünde muhafaza edilen, böylece fotoğraf olarak varlıklarıyla sonsuzluğa yitip gitmelerinin uyandırdığı endişe ve vicdan azabını bir ölçüde yumuşatan ölmüş akrabalar ve arkadaşlar gibi bugün enkaza dörnüş haldeki mahallelerin, çoraklaşmış kırsal alanların fotoğrafları da, geçmişle onu cebimize sığdıran bir ilişki kurulmasını sağlamaktadırlar.

syf•18—19

her insanın çektiği acıları söze dökme hakkı vardır; her şekilde kendi tasarrufuna bağlı olarak, her insan kendi içinde acılarını dile aktarma mecburiyeti hissedebilir. i̇nsan, başkalarının acılarını arayıp bulmaya gönüllüdür.

syf•49—

susan sontag
fotoğraf üzerine

türkçesi: osman akınhay
agora kitaplığı
yazıyorsun, anlatıp duruyorsun,,, şimdiye dön,,, eşin şurada oturuyor,,, anandan kalma dövme bakır tencereye tereyağı koydun,,, eritiyorsun,,, irmik helvası kavuracaksın,,, işte hakikat bu tencerede,,, şimdide,,, geçmişi unut / geçmişin yok senin,,, hakikatin burada bu mutfakta,,, sen, sabit ve zeyyat...

syf•148—

leylâ erbil
kalan

türkiye i̇ş bankası
kültür yayınları

-

kişi adları listesi:

sabit: eşim, ona âşık olduğumu sanıyordum,,, hipodromda öpüşmüştük,,, iyi bir adamdır sabit,,, ses etmiyor eski sevgilime,,,

zeyyat: elinin çizgileri elimin çizgilerine benzeyen sevgilim