tabutmag forum – tabutmag, edebiyat, sinema, tiyatro ve görsel sanatlar alanında ilgililere nitelikli ve özgün içerikler sunar.
Aman, kendini asmış yüz kiloluk bir zenci,
Üstelik gece inmiş, ses gelmiyor kümesten;
Ben olsam utanırım, bu ne biçim öğrenci?
Hem dersini bilmiyor, hem de şişman herkesten.

İyi nişan alırdı kendini asan zenci,
Bira içmez ağlardı, babası değirmenci,
Sizden iyi olmasın, boşanmada birinci...
Çok canım sıkılıyor, kuş vuralım istersen.

Ülkü Tamer,
Güneş Topla Benim için
böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
en uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu
kesmemeye
laleli'den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
bütün kara parçalarında
afrika dahil

aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
yatakta yatmayı bildiğin kadar
sayın tanrıya kalırsa seninle yatmak günah, daha neler
boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
bütün kara parçaları için
afrika dahil
senin bir havan var beni asıl saran o
onunla daha bir değere biniyor soluk almak
sabahları acıktığı için haklı
gününü kazanıp kurtardı diye güzel
birçok çiçek adları gibi güzel
en tanınmış kırmızılarla açan
bütün kara parçalarında
afrika dahil

birlikte mısralar düşünüyoruz ama iyi ama kötü
boynun diyorum boynunu benim kadar kimse
değerlendiremez
bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
i̇ki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna
diziyorlar
bütün kara parçalarında
afrika dahil

burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
padişah gibi cesaretti o, alımlı değme kadında yok
aklıma kadeh tutuşların geliyor
çiçek pasajında akşamüstleri
asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
bütün kara parçalarında
afrika hariç değil

cemal süreya
yapı kredi yayınları —2008
“canım kardeşim, doğum günümde gönderdiğin mektup için sana henüz teşekkür edemedim. o sırada zor günler geçiriyordum. mektup başucuma gelip beni uyandırdığında ve artık on sekizime bastığımı söylediğinde, bunu okumuş ve beni ilgilendirmiyormuş, doğru değilmiş gibi hissetmiştim. çünkü özgürlüğümün ve gençliğimin yarattığı mutluluğu dile getiren içindeki bütün o sözcükleri bana ulaştıran senin şefkatli elin ve çocukluğumdan beri bildiğim el yazın olmasaydı, bunları alay olarak algılardım.

çünkü buradaki yaşamımda her şey farklı, düşünemeyeceğin kadar farklı, umutlarımdan da farklı. sana bunları yazmak canımı acıtıyor, ama burada kimsem kalmadı. günlerdir kimseyle konuşmuyorum. bazen sokakta insanların peşine takılıyorum, sözcüklerin tınısını duyabilmek için konuşmalarını dinliyorum. hiçbir şey anlamıyorum, bilmiyorum, yapmıyorum, işe yaramamaktan tükeniyorum.

günlerce hiçbir şey yaşamıyorum, tanıdık bir yüz görmüyorum; binlerce insanın arasında yapayalnız olmanın ne anlama geldiğini bilemezsin.

schramek'le de her şey bitti. bir olay yaşandı, sana anlatamam, çünkü anlayamazsın. aslında kendim de anlayamıyorum, çünkü bunda ne onun ne de benim suçum var, aramıza iki uçlu kılıç benzeri bir şey girdi sadece. ve onu kaybettikten sonra anladım: viyana'da sahip olduğum en değerli şeydi o.

ve başkasına söylemeyeceğini bildiğim için bir tek sana açabileceğim bir şey daha var: artık okumuyorum. haftalardır hiçbir derse girmedim, kitaplarım toz içinde öylece duruyor. nedenini bilmiyorum, ama artık ders çalışamıyorum, hissizleştim, buradaki hiçbir meslek beni çekmiyor, çünkü bu korkunç ve boğucu yalnızlık duygusundan kimse beni çekip çıkarmıyor. burada hiçbir şey istemiyorum artık, her şeyden tiksiniyorum. bastığım her taştan nefret ediyorum, odamdan, karşılaştığım insanlardan nefret ediyorum, şiddetli soğuğun nemiyle yüklü kirli havayı solurken işkence çekiyorum. buradaki her şeyden boğuluyorum, tükeniyorum. bataklığa gömülür gibi batıyorum. belki çok gencim, çok güçsüz olduğum kesin zaten. yumruklarım yok, iradem yok, işleri başlarından aşkın insanların arasında bir çocuk gibi duruyorum.

ve bildiğim bir şey var: eve dönmeliyim. henüz tek başıma yaşayamıyorum, belki birkaç yıl sonra olur. ama şu an henüz sana ve annemle babama ihtiyacım var, beni seven, yakınımda olan ve bana yardım eden insanlara ihtiyacım var. evet, çocuksu bu, karanlık odada kalmış bir çocuğun korkusu bu, ama elimden başka türlüsü gelmiyor. okulu bırakıp eve dönmek, çiftçi ya da katip ya da her neyse olmak istediğimi annemle babama söylemelisin; söylersin, onlara açıklarsın, değil mi? lütfen bir an önce yap, burada bastığım zeminin ayaklarımı alev alev yaktığını hissediyorum. i̇çimdeki her şeyin ısrarla evimi istediğini hiç bilmezdim, ama, şimdi yazarken bütün özlemim uyanıyor ve biliyorum ki elimden başka türlüsü gelmiyor, yanınıza dönmeliyim.

bu bir kaçış, yaşamdan kaçış ve ben bunu ilk kez yapmıyorum. beni vaktiyle liseye götürdükleri günü anımsıyor musun? sınıfa ilk girdiğimde tanımadığım altmış oğlan merakla, kibirle, gülerek ve şaşkınlık içinde bana bakınca o zaman da kaçıp eve gitmiştim, bütün gün ağlamış ve okula dönmek istememiştim. ben bugün hala o günkü çocuğum, aynı aptalca korkularım var ve de sizlerin, beni seven herkesin çılgınca özlemini çekiyorum.

gitmeliyim, gitmeliyim buradan. bir kez gözden çıkardığıma göre artık bu yoldan dönüş olmadığını hissediyorum. eve döndüğümde nicelerinin sırıtacağını, güleceğini biliyorum, başarısız, yaşamın reddettiği biri olacağım; annemle babamın güzelim umutlarını yıkacağımı biliyorum; bu zayıflığın çocuksu ve korkakça olduğunu biliyorum, ama engelleyemiyorum, tek hissedebildiğim burada artık yaşayamayacak olmam. son zamanlarda burada nelere katlandığımı kimse öğrenemeyecek, kimse beni benden daha fazla hor göremez. kendimi perişan hissediyorum, hasta gibiyim, sakat gibiyim, çünkü herkesten çok farklıyım, gitgide daha kötü, daha değersiz, daha gereksiz olduğumu gözyaşları içinde hissediyorum, ben…”

stefan zweig
seni seviyorum, fakat açıklanamaz bir şekilde, bir şeyi —objet petit a— senden daha fazla seviyorum. bu yüzden de seni tahrip ediyorum.

jacques lacan,
psikanalizin dört temel kavramı
xx (277)
canavarın fistanı

toprağa çağrılı bedenlerini kuşlar kirletmişti.
durgun örtünün bekçisi bu renklenmeyle hoşnut,
göğe bakanlara gösterdi ellerini.

bir gün giydi çiçekli fistanını
ve dağa çıktı canavar.

sonra otlar şaşkındı,
görmüyorlardı gerideki
çorak tepeler zorluğunu,

görmüyorlardı giysisindeki acı dokusunu
ve bun kımıltısını.

birlikçi eller, otlar ve canavar
çevirdiler güneşi yolundan,

gün kuşu parçalandı.

canavar yaydı fistanını üzerine,
eller, otlar ve kuş ölüsünün.

kalan yıldızlarla ay oldu altında,
karanlığın duruk özdeği.

aşk için değildi artık uyanıklığı gecenin
bir dünya için
bir dünya yeni…

* * *

hiçbir gergefe sığmayan uzam,
yakalayamadığımız tan!

neydi dürdüğümüz karanlığında ormanın;
kanın ak suyun al mı süzülmesi?

kurumak yeter övüncünde yalnızlığımızın.
geri almak gümüş alaşımını varlıktan
yeter, dinlemek her ağışı kımıltısız!

kim önce uyanır balığın gözünde?
uzaklığı kesin güneşin bekleyişinde?

akıyor su uz saydamlıklar karında,
dirimi deliyor, zamanını ılımın…
bu deniz, bu gök…
bize çok, zor yine buluşmak!

* * *

burdan böyle baktığımda gömütsü ince boşluğa bilemem martılar neye göre toplanırlar bilemem dizlerim neden çözülür böylesine güçsüzleşir dolaşımı kanımın uyuşurum bunca değişken mavinin görümünde uçarım ve karşı kıyı tehdit okunu kırdıkça sunağım orasıdır pek sık çiçeklerle ve cesetlerle giderim iyice daha sunmaya…

ödünç aldım kokunu kendi tenimde,
sen kokuyor yüzeyi bedenimin,
her gözeneği.

açar açmaz arkı daldı bir kelebek içeri,
döndün sandım beyazı görünce,
birleştirerek tenimden yayılan
koku ile
uçanın sonsuzluk imgesini.

tutuyorum sevi çanını ellerimde,
vurgusu ben'e dönük, yankısı çocukluğa.
kendi ışıltısı deviniyor kendinde
katlanarak doyumu
töze doğru yayılıyor
başkayla aramızdaki
kimsesizliğe.

şimdi hayır derken
sevişiyorum seviyle ben.



ağustos, 81
nilgün marmara,
daktiloya çekilmiş şiirler (1977—1987)
bir güvercin gibi ak
o gizli kıyıda
susadık öğle üzeri:
ama tuzluydu sular.

sarı kumların üstüne
adını yazdık onun,
ama bir rüzgâr esti denizden
ve silindi yazılar.

nasıl bir ruh, bir yürek,
nasıl bir istek ve tutkuyla
yaşadık: yanılmışız!
değiştirdik öyle yaşamayı.

yorgo seferis, yadsıma
çev.: cevat çapan

(çağdaş yunan şiiri antolojisi) —1982
s.61
“o yılların sait’ini (*) isterseniz bize bir kez de celal sılay anlatsın:

gece yarıları portakal soyardık. yarısına kadar ısırırdık. suları damlardı. sonra o bir şarkı tuttururdu. makamına uyardım. ben bir şarkı tuttururdum, makamına uyardı:

dındır dındırı dındır dın
dındır dındır dın.

(…)

o bekârdı, ben bekârdım. akşamları severdi, akşamları severdim. beyoğlu'nda gezerdi, beyoğlu'nda gezerdim. yanında boş bir adam arardı. yanımda boş bir adam arardım. konuşmak istemezdi, konuşmak istemezdim. büyük lâflardan hoşlanmazdı, büyük lâflardan hoşlanmazdım. küfredilecek bir herif arardı, küfredilecek heriftim.”

ah beyoğlu vah beyoğlu - salâh birsel
“kişi, [kendi dışında bir güç tarafından] itildiği, sürüklendiği zaman ‘ben’ diyemez; ‘ben’ diyen, daima, bir çaba sarf edendir.”

simone weil, defterler (1956)*
1900'lerin başında, güneyli bir siyahi kız olan celie, önce babası olarak bildiği kişi tarafından hamile bırakılır, ardından yıllar boyunca efendisi olarak göreceği adama evlenmek üzere adeta satılır. kocasından gördüğü şiddete rağmen tek tesellisi kız kardeşi nettie'nin yazdığı mektuplardır. oysa kocasi nettie'nin mektuplarının ona ulaşmasına engel olmaktadır. celie sonunda kuru gürültüye papuç bırakmayacak güçlü bir kadın olan sofia ile tanışacak ve ondan çok şey öğrenecektir.
film, almanya'da yaşadığına inandıkları babalarını arayan iki çocuğun hikayesini anlatıyor. yola çıktından sonra çocuklar, birçok tehlike atlatıyor ve yeni insanlarla tanışıyorlar; bu insanlara bir grup oyuncu da dahil. (angelopoulos burada önceki filmi kumpanya'ya bir gönderme yapıyor.) filmin sonunda, çocuklar bir nehiri aşıyor ve umdukları noktaya vardıklarını düşünüyorlar.
alman işgali sırasında soykırım fransa’nın ortasındaki bir köye kadar gelir; ancak bu defa toplananlar yahudiler değil çingenelerdir.
nana'nın hayatından alınmış kesitler 12 bölümde anlatılmıştır.

bir bistro- nana paul'dan ayrılmak ister - pinball

plak dükkanı - 2000 frank - nana kendi hayatını yaşar

konsiyerj - jeanne d'arc'ın tutkusu - bir gazeteci

polis- nana sorgulanır

uzak caddeler - ilk adam - otel odası

yvette - banliyöde bir kafe - raoul - makineli silah ateşi

mektup - tekrar raoul - champs élysées

öğleden sonraları - para - lavabolar - haz - oteller

genç bir adam- nana mutlu olup olmadığını merak eder

kaldırım - bir adam - mutlulukta neşe yoktur

place de chatelet - yabancı - akılsız filozof nana

tekrar genç adam - oval portre - raoul nana'yı satar
yönetmenliğini emir kusturica'nın yaptığı 1988 yapımı yugoslav filmi. kusturica'nın en iyi filmlerinden biri olarak kabul edilen yapıt, aynı zamanda tamamı çingenece çekilen ilk sinema filmidir.
olaylar 1944 yılında nazi almanyası'nın kontrolünde kuzey i̇talya'da kurulmuş kısa ömürlü bir kukla devlet olan ve “salò cumhuriyeti” olarak da bilinen faşist i̇talyan sosyal cumhuriyeti'nde geçiyor.
sarhoş atlar zamanı'nın yönetmenliğini yapan bahman gobadi'nin diğer filmi. abd işgalinden sonra irak-türkiye sınırındaki kürt mülteci kampında mayın toplayarak hayatlarını sürdürmeye çalışan çocukları anlatıyor.
i̇ran, irak, türkiye sınırında yaşan kürt bir ailenin dramı anlatılır. savaşın enkazı, halkın yoksulluğu sahne sahne gözler önüne serilir. savaşın izlerinde, yaşanan gerçek bir hikâyedir. filmde atlara gösterilen özen, insanlara gösterilmez.
1997 fransa/romanya ortak yapımı tony gatlif filmi. nora lurca. babasından kaldığı için manevi değeri olduğunu düşündüğü kasetteki sesin sahibini, bu çingene şarkıcıyı bulup gün ışığına çıkarmak üzere dolaşırken, kırsal alanda isidore'ye rastlar
« neruda: benim şiirimle kızı baştan çıkarmışsın.

postacı: senin yazdığın şiirle kızı baştan çıkardığım doğru.
ama o şiir sana ait değil.

neruda: benim yazdığım şiirin bana ait olmadığını mı söylüyorsun?

postacı: evet. şiir, yazana değil ihtiyacı olana aittir. »
dönemin en gözde tiyatro oyuncusu elisabeth vogler, önemli bir piyes sırasında aniden susar. vogler sustukça alma konuşur. alma saatlerce, günlerce kendi hikayesini anlatır. sonunda meydana gelen şey ise psikoloji biliminin en ilginç vakalarından birini oluşturur.