tabutmag forum – tabutmag, edebiyat, sinema, tiyatro ve görsel sanatlar alanında ilgililere nitelikli ve özgün içerikler sunar.
kuramı yapılmış olan bir şeyi düşünce alanından eylem alanına geçirme, gerçekleştirme işi, uygulama.
romeo
sevgisinden oldum sevgilimin.

benvolio
ah, uzaktan nazik görünen aşk
nasıl da acımasız ve kaba denendiğinde!

romeo
ah sevgi, gözleri bağlıyken bile
nasıl da görür, yolunu seçer dilediğince!
nerede yiyelim? yine kavga mı oldu burada?
hayır anlatma, duydum olanları.
neler doğuyor nefretten, ama daha çoktur sevgiden doğan
ey kavgacı sevgi! sevilen nefret!
ey ağır hafiflik! ağırbaşlı uçarılık!
ey hiçten yaratılan her şey!
uyumlu biçimlerin, biçimsiz kargaşası,
kurşun tüy, parlak duman, soğuk ateş, sayrılı sağlık!
hep uyanık uyku... bunların hiçbiri değil.
bu sevgiyi duyarım, ama haz duymam ondan.
gülmeyecek misin?

benvolio
hayır kuzenim, yeğ tutarım ağlamayı.

romeo
ne diye canım?

s.11

william shakespeare
romeo ve juliet

türkçesi: özdemir nutku
türkiye i̇ş bankası kültür yayınları
işte, (…) tüm sorunlarımızın yanıtı burada. tek bir sözcükte özetlenebilir: insan. tek gerçek düşmanımız insandır. insanı ortadan kaldırın, açlığın ve köle gibi çalışmanın temelindeki neden de sonsuza dek silinecektir yeryüzünden.

s.32—

george orwell
hayvan çiftliği

türkçesi: celâl üster
can yayınları
alfonso askerin cesedine takılıp tökezliyor. kasaba halkı tezahürat yapıyor, coşku içindeler, sırtına vuruyorlar. seyretmek için ağaçlara tırmananlar dallardan alkışlıyor. galya ana domuzlardan söz ediyor bağırarak, erkekler kadar temiz domuzlardan.

tanrı'nın duruşmasında, soracağız: bütün bunlara neden izin verdin?

cevap bir yankı olacak: bütün bunlara neden izin verdin?

sağır cumhuriyet
ilya kaminsky

enseye i̇nerken titreyen
bir giyotine benzeyen bir şehir

s.45—
harfa yayınları, 2019

türkçesi: selahattin özpalabıyıklar
pelinotu çiğnemekle, yıkıntıları okşamakla, solumamı dünyanın gürültülü iç çekişlerine uydurmaya çalışmakla ne çok zaman geçirmişim! yabanıl kokular ve uyuklayan böceklerin ezgileri içine gömülmüş durumda, gözlerimi ve yüreğimi ağzına dek sıcakla dolmuş olan bu göğün dayanılmaz büyüklüğüne açıyorum. olduğumuz şey olmak, kendi derin ölçümüzü bulmak o kadar da kolay değil. ama chenoua’nın sağlam sırtına baktıkça şaşırtıcı bir kesinlik yüreğimi yatıştırıyordu. soluk almayı öğreniyor, bütünleşiyor, gerçekleşiyordum. tepeleri birbiri ardından tırmanıyordum; her biri bir ödül saklıyordu bana; sütunları güneşin dolaşımını ölçen, önünden tüm köy, ak ve pembe duvarları ve yeşil verandaları görünen şu tapınak gibi. bir de doğudaki tepede bulunan şu bazilika gibi: duvarları kalmış ve çevresinde büyük bir bölüm içinde yeni çıkarılmış taş gömütler sıralanmakta; çokları topraktan ancak çıkarılmış, onun birer parçasını oluşturmaktalar daha. bir zamanlar ölüleri saklamışlar içlerinde; şimdi adaçayları ve turpotları boy vermiş. aziz salsa bazilikası hıristiyan; ama bir açıklıktan baktığımız her seferde, bize dek ulaşan dünyanın ezgisi: çam ve servi ağaçları dikili tepecikler ya da yaklaşık yirmi metre ötede ak ak kabaran deniz. aziz salsa’yı taşıyan tepe dorukta düz ve revaklar arasından yel daha geniş esiyor. sabah güneşinin altında, uzamda ağır ağır büyük bir mutluluk salınmakta.

söylenlere gereksinim duyanlar ne zavallı. burada tanrılar, günlerin koşusu içinde yatak ve belirleme noktası işlevi görür. betimler ve şöyle derim: “i̇şte kırmızısı, işte mavisi, işte yeşili. bu deniz, bu dağ, bunlar da çiçek.” burnumun altında sakızağacı toplarını ezmekten hoşlandığımı söylemek için dionysos’tan söz etmeme ne gerek var? daha sonra kendiliğimden düşüneceğim şu eski övgü şiiri demeter’e mi yönelik: “yeryüzünde bunları görmüş olan canlıya ne mutlu.” görmek, ve bu yeryüzünün üstünde görmek, ders nasıl unutulur? eleusis mysterion’larında, gözleme dalmak yetiyordu.

burada, dünyaya ne kadar yaklaşsam az geleceğini biliyorum. çıplak olmam, sonra da hâlâ toprağın özlerinin güzel kokuları içinde denize dalmak, berikini ötekinde yıkamak, toprakla denizin öylesine uzun zamandır dudak dudağa, özlemle beklediği kucaklayışı derimin üstünde düğümlemem gerek. suya girdiğimde, soğuk ve saydamsız bir macunun sarması ve yükselmesi, sonra burun akıntılı, ağız acı, kulaklar uğultulu dalış –yüzme, sularla parlayan kolların güneşte altın rengine girmek üzere denizden çıkışı ve tüm kasların bükülmesiyle yeniden inişi; bedenimin üstünde suyun koşusu, bacaklarımın suya böyle gümbürtüyle egemen oluşu– ve çevren(*) yokluğu. kıyıda, kumlar üstüne düşüş, et ve kemik ağırlığıma dönmüş, güneşten şaşkın durumda, kendimi dünyaya bırakış, arada bir kollarıma bakış, kuru deri bölümlerinde, suyun kaymasıyla, sarı tüylerin ve tuz tozlarının belirmesi.

mutluluk denilen şeyi burada anlıyorum: ölçüsüzce sevme hakkı. bir tek aşk var bu dünyada. bir kadın bedenine sarılmak, aynı zamanda gökten denize inen şu garip sevinci bağrına basmaktır. az sonra, güzel kokularını bedenime sindirmek için pelinotlarının arasına atıldığım zaman, tüm önyargılara karşın, güneşin gerçeği olan, ileride de ölümümün gerçeği olacak olan bir gerçeği gerçekleştirdiğimin bilincine varacağım. bu anlamda, yaşamımı, denizin ve şimdi şarkıya başlayan ağustosböceklerinin iç çekişleriyle dolu, sıcak taş tadında bir yaşamı oynuyorum burada. esinti serin ve gök mavi. bu yaşamı vazgeçişle seviyor ve ondan özgürce söz etmek istiyorum: bana insan koşulumun gururunu veriyor. oysa, sık sık söylediler bana: bunda gururlanacak bir şey yok. hayır, var: bu güneş, bu deniz, gençliğinden hoplayan yüreğim, tuz tadında bedenim ve sevgiyle mutluluğun sarıyla mavide karşı karşıya geldiği uçsuz bucaksız dekor. gücümü ve kaynaklarımı işte bunu fethetmek için kullanmalıyım. burada her şey el değmemiş durumda bırakıyor beni, kendimden hiçbir şey bırakmıyorum, hiçbir maskeye bürünmüyorum. yaşamanın güç bilimini sabırla öğrenmem yeter, bu bilim onların tüm yaşama sanatlarına değer.
teröre dayalı totaliter tahakkümle, şiddet yoluyla kurulan tiranlık ve diktatörlükler arasındaki en belirleyici fark, totaliter rejimin yalnızca düşmanlarına değil, aynı zamanda dostlarına ve destekçilerine karşı da işleyebilmesindedir. çünkü totaliterizm tüm iktidarlardan, dostlarının iktidarından bile korkar. polis devleti çocuklarını yemeye başladığında, dünün celladı bugün kurban haline geldiğinde, terörizm doruğuna ulaşır. bu, aynı zamanda iktidarın tümüyle ortadan kalktığı andır. bugün rusya'nın stalinizmden arınması hakkında pek çok ikna edici açıklama vardır. bana kalırsa bunların hiçbiri, stalinist bürokratların rejimin devamının tüm ülkenin felce uğramasına (yoksa isyana değil, çünkü terör isyana karşı en iyi güvencedir) yol açacağından korkmaya başlamış olduğu yolundaki açıklama kadar güçlü değildir.

özetlemek gerekirse: siyasal açıdan iktidar ve şiddetin aynı şey olmadığını söylemek yeterli değildir. i̇ktidar ve şiddet birbirinin karşıtıdır. birinin mutlak hâkimiyetini kurduğu yerde diğeri barınamaz. şiddet, iktidarın tehlikeye girdiği anda ortaya çıkar. ama kendi başına bırakılırsa, iktidarın kayboluşuna yol açar. bunun anlamı şudur: şiddetin karşıtını şiddetsizlik olarak düşünmek yanlıştır. şiddete dayalı olmayan iktidar diye bir şey yoktur gerçekte. şiddet, iktidarı yıkıma uğratabilir. şiddet, iktidar yaratma kabiliyetinden alabildiğine yoksundur. “yadsımanın gücü”: bu sayede karşıtlar birbirini tahrip etmez, ama yavaş yavaş birbirine dönüşür; çünkü çelişkiler gelişimi felce uğratmaz, tam tersine mümkün kılar. hegel ve marx'ın bu kavrama duyduğu güven çok daha eski bir felsefi önyargıya dayalıdır: şer, iyinin menfi bir tarzından başka bir şey değildir, şerden iyi çıkabilir; kısacası şer, kendini hâlâ gizleyen iyinin geçici bir dışavurumundan başka bir şey değildir. çağlar boyunca el üstünde tutulan bu tür görüşler artık tehlikeli bir hale geldi.

bu tür düşünceler, hegel ya da marx'ın adını bile duymamış olan pek çok düşünürce paylaşıldı. her şeyden önce, bu tür düşünceler umut verir ve korkuyu savar — ihaneti, meşru korkuları savmasından kaynaklanan bir umut. bundan kastım şiddeti şerle eşitlemek değil. yalnızca şiddetin karşıtından, yani iktidardan çıkarsanamayacağını ve şiddeti olduğu gibi anlayabilmek için köklerini ve doğasını sorgulamak gerektiğini vurgulamaya çalışıyorum.

s.62—63

hannah arendt
şiddet üzerine

çeviren: bülent peker
i̇letişim yayınları, 1997
la fontaine, ağustos böceği ile karınca’da, kendi zamanının ahlakını yansıtmıştı; evrensel ve kalıcı bir değere sahipmiş gibi gözüken bu ahlak anlayışına göre, titiz, özenli, günlük çalışma kesin bir değerdi ve ağustos böceği “bütün yaz” şarkı söyleyeceğine bu değerden esinlenmeliydi.

masalda güzel rol karıncaya aitti. her mevsimde çalışma azmi sayesinde herkes tarafından onaylanıyor, masalın sonuna gülenleri kendi yanına çekiyordu: “madem bütün yaz şarkı söyledin, şimdi de oyna biraz!" diye karşısındakiyle alay ediyordu. ağustos böceği ise kendini köşeye sıkışmış gibi hissediyordu. günümüzde ise tam tersi oluyor. karıncalarla alay ediliyor, onlar küçük görülüyor. ebeveynlerinin ömürleri boyunca sabahtan akşama didindiklerini, buna rağmen ne maddi rahatlığa erişebildiklerini, ne orta sınıfa dahil olabildiklerini ne de isimsizlikten kurtulabildiklerini görmüş gençler, onlara takdirden çok acıma hissiyle yaklaşıyorlar. o örneği izlemelerini destekleyecek hiçbir şey yok. tam tersine, o örnekten uzak durmaya, isterse iğrenç dolandırıcılıklar ve kaçakçılıklarla olsun, “başarmış olanlara” öykünmeye veya her ne yoldan olursa olsun şöhret cennetinde kendi on beş dakikalarını kazanmaya teşvik ediliyorlar.

rol modellerin altüst olmasının, uzun süre ayıp kabul edilmişe hayranlık duymaya ve uzun süre örnek gösterilmişi aşağılamaya başlamanın bir nüfus bünyesinde nasıl zararlara yol açabileceği üzerinde ne kadar durulsa azdır. uyuşturucu kaçakçılarına öğretmenlerden fazla hayranlık duyulan bir mahallenin toplumsal çürüme odağı haline geldiğini anlamak için uzun ispatlara gerek var mı? bütün bir toplum benzer bir zihniyet içine girdiğinde, parasal açıdan kazançlı işlere toplumsal açıdan yararlı işlerden daha çok değer verildiğinde, bunun yıkıcı sonuçlarını engellemek imkânsızlaşır. yurttaşların tüm davranışları bu durumdan etkilenir...

s.154—155

amin maalouf
uygarlıkların batışı

türkçesi: ali berktay
yky
kendi yaşam değerlendirmenize başlayın

değiştirmek istediğiniz eski benliğin özelliklerini keşfetmek için, bazı "ön lob" soruları sormak gerekir.

yazmak i̇çin fırsat ↓

aşağıdaki ve benzeri soruları kendinize sormak için zaman ayırın ve yanıtları
defterinize yazın:

— nasıl bir insan oldum?

— dünyaya nasıl bir insan yansıtıyorum? (“uçurumumun” bir yüzü nasıl?)

— gerçekte içsel olarak nasıl bir insanım? (“uçurumumun” diğer yüzü nasıl?)

— her gün, tekrar tekrar yaşadığım -hatta mücadele ettiğim- bir duygu var mı?

— en yakın arkadaşlarım ve ailem beni nasıl tarif ederdi?

— kendimle ilgili başkalarından saklamak istediğim bir şey var mı?

— kişiliğimin hangi özelliğini geliştirmek için çalışmalıyım?

— kendimle ilgili değiştirmek istediğim tek bir şey nedir?

bellekten silmek i̇çin bir duyguyu değiştirmek

sonra, acı veren duygusal evrelerinizden ve kısıtlı zihin evrelerinizden vazgeçmek istediğiniz kendiniz olma alışkanlıklarından birini seçin. ezberlenmiş duygular bedeni zihin olmaya koşullandırdığından, bu kendi kendini kısıtlayıcı duygular tutumlarınızı yaratan, herkesle ve her şeyle ilgili olarak benlik hakkındaki kısıtlı inançlarınızı etkileyen, kişisel algılarınıza katkı sağlayan otomatik düşünce süreçlerinizden sorumludur. aşağıda listelenen duyguların her biri, egonun kontrolünü güçlendiren hayatta kalma kimyasallarından türer.

yazmak i̇çin fırsat ↓

kimliğinizin büyük bir parçası olan ve bellekten silmek istediğiniz bir duygu seçin (seçtiğiniz duygu aşağıda listelenmemiş olabilir). bu sözcüğün sizin için önemli olduğunu, çünkü bunun aşina olduğunuz bir duygu olduğunu unutmayın. bu, benliğin değiştirmek istediğiniz bir özelliğidir. aklınıza gelen duyguyu yazmanızı öneririm, çünkü bu meditasyon ve sonraki adımlar boyunca bu duyguyla çalışıyor olacaksınız.

hayatta kalma duygularına örnekler:

güvensizlik — utanç — üzüntü — nefret — kaygı — tiksinti — önyargı — pişmanlık — kıskançlık — mağduriyet — keder — öfke — endişe — hüsran — kırgınlık — suçluluk — korku — değersizlik — depresyon — hırs — yoksunluk

çoğu insan bu örnekleri görür ve “birden fazla duygu seçebilir miyim?” diye sorarlar. başlarda bir seferde tek bir duyguyla çalışmak önemlidir. her durumda, hepsi nörolojik ve kimyasal olarak birbirleriyle bağlıdırlar. örneğin, öfkelendiğinizde hayal kırıklığına uğradığınızı; öfkelendiğinizde nefret ettiğinizi; nefret ettiğinizde yargıladığınızı; yargıladığınızda kıskandığınızı; kıskandığınızda güvensiz olduğunuzu; güvensiz olduğunuzda rekabetçi olduğunuzu; rekabetçiyken bencil olduğunuzu fark ettiniz mi? tüm bu duygular aynı bileşik hayatta kalma kimyasallarıyla yönetilirler ve onlar da ilişkili zihin evrelerini yaratırlar.

öte yandan, aynı şey zihin ve duygu evreleri için geçerlidir. neşeli olduğunuzda sever; sevdiğinizde özgür hisseder; özgür hissettiğinizde ilham alır; ilham aldığınızda yaratıcı olur; yaratıcı olduğunuzda maceraperest olursunuz. tüm bu duygular, nasıl düşündüğünüzü ve davrandığınızı etkileyen farklı kimyasallarla yönetilir.

gelin, üzerinde çalışmayı seçeceğiniz tekrarlanan duyguya örnek olarak öfkeyi kullanalım. siz öfkeyi bellekten sildiğinizde, sizi kısıtlayan diğer tüm duygular da içinizde hafifleyecektir. daha az öfkelenirseniz, daha az hayal kırıklığına uğrar, daha az nefret eder, daha az yargılar, daha az kıskanırsınız, vs.

i̇yi haber şu ki bedeni artık bilinçaltında zihin olarak çalışmaması için eğitirsiniz. sonuçta, bu yıkıcı duygusal evrelerden birini değiştirdikçe, beden daha az kontrolden çıkar ve siz diğer pek çok kişilik özelliğini değiştirirsiniz.

s.291—294

dr. joe dispenza
kendiniz olma alışkanlığını kırmak

türkçesi: merve duygun
butik yayıncılık
ot

git, kırda bir ot bul kendince,
başka bir dünyada kökleri,
çiçek verince bakakalmış,
hani dingin vapur dumanını bilirsin,
köşe bucak duran rüzgârı sabahleyin,
gökten inen sessizlik gibi,
kutsa onu, hiçbir şey deme,
i̇nsan öğrenmek için yaşar.

melih cevdet anday
ölümsüzlük ardında gılgamış

adam yayınları, 1996
şeytandan bir parça neşe alır ve bununla maceralara atılırsan zevki kabullenirsin. zevkse hemen istediğin her şeyi kendine çeker ve o zaman zevkin seni yağmalıyor mu yoksa yüceltiyor mu, karar vermen gerekir. şeytandan olursan, çokluk peşinde kör istekle bocalarsın ve bu da seni yoldan çıkarır. şeytandan değil, kendi olan biri olarak kendinle kalırsan insanlığını hatırlarsın. kadınlara kendiliğinden erkek gibi değil, bir insan olarak, yani onunla aynı cinsiyetten biri gibi davranırsın. kendi kadınlığını hatırlarsın. o zaman sana erkek değilmişsin, adeta aptalmışsın ve kadınsıymışsın gibi gelebilir. oysa gülünç olanı kabullenmelisin, yoksa üzüntüye kapılırsın ve öyle bir zaman gelecek ki en beklemediğin anda gafil avlanacak ve gülünç olacaksın. çoğu erkek için kadınlığını kabul etmek acı bir tat verir çünkü bu ona gülünçlük, güçsüzlük ve çirkinlik gibi görünür.

evet, sanki bütün erdemini yitirmiş, küçük düşmüşsün gibi. erkekliğini kabul eden kadın için de aynı şey geçerlidir. (1) evet, bu sana kölelik gibi gelir. sen ruhunda gereksinim duyduğun şeyin kölesisin. en erkeksi adam kadınlara gereksinim duyar ve sonuçta onların kölesidir. kendin kadın ol ve kadına köle olmaktan kurtul. (2) bütün erkekliğinle alayı savuşturamadığın sürece merhametsizce kadına terk edilirsin. bir kere de kadın elbiseleri giymek sana iyi gelecek. sana gülecekler ama bir kadın olarak sen kadınlardan ve onların zorbalığından özgürlüğünü kazanacaksın. kadınlığın kabul edilmesi tamamlanmayı getirir. aynı şey erkekliğini kabul eden kadın için de geçerlidir.

erkeklerdeki kadınlık kötülükle bağlıdır. onu şehvet yolunda bulurum. kadındaki erkeklik kötülükle bağlıdır. bu nedenle de insanlar kendi ötekilerini kabullenmekten nefret eder. oysa onu kabul ettiğinde, insanın tamamlanması ile bağlantılı olan gerçekleşir. yani, alay edilen kişi olduğunda ruhun beyaz kuşu uçmaya başlar. uzaklardaydı ama küçük düşmen onu harekete geçirdi. (3) gizem sana yaklaşıyor ve çevrende olup bitenler mucizevi. güneş mezarından yükselince altın bir ışık parıldıyor. bir erkek olarak ruhun yok çünkü ruhun kadında, bir kadın olarak ruhun yok çünkü ruhun erkekte. oysa insan olduğunda ruhun sana gelir.

keyfi ve yapay olarak yaratılmış sınırlar içinde kalmak iki yüksek duvar arasında yürümeye benzer; dünyanın enginliğini göremezsin.

1— jung'a göre erkeklerde anima, kadınlarda animus ile bütünleşme kişiliğin gelişimi için gerekliydi. 1928'de karşı cinsin üyelerinden yansıtmayı çekmeyi ve bunların bilincine varmayı gerektiren bu süreci ben ile bilinçdışı arasındaki i̇lişkiler'de anlatmıştır (kısım 2, bölüm 2, te §296).

2— düzeltilmiş taslak'ta bu ifade yerine: “oysa içindeki kadınsıyı kabul ederse kadınlara köle olmaktan kurtulur" (s. 178).

3— albrecht dietrich: “genel inanış sıklıkla ruhu en baştan kuş olarak görür” (abraxas. studien zur religionsgeschichte des spatern altertums [leipzig, 1891], s. 184).

s.193—194

carl gustav jung
kırmızı kitap

türkçesi: okhan gündüz
kaknüs yayınları
üçüncü adam

bu şiiri yöneltiyorum
(şimdilik bu sözcüğü alalım)
üçüncü adama, önceki akşam benimle karşılaşan,
aristo'dan daha az gizemli olmayan.
cumartesi günü çıktım.
gece insanlarla doluydu;
kuşkusuz bir üçüncü adam vardı,
bir dördüncünün ve bir birincinin olduğu gibi.
birbirimize baktık mı, bilmiyorum;
o, paraguay'a gidiyordu, bense kordoba’ya.
nerdeyse bu sözcükler yarattı onu;
asla bilmeyeceğim adını.
biliyorum bir tadı yeğlediğini.
biliyorum yavaştan aya baktığını.
ölmesi olanaksız değil.
okuyacak şimdi yazdığını ve bilmeyecek
kendisinden söz ettiğimi.
gizemli gelecekte
rakip olabiliriz ve saygı gösterebiliriz birbirimize
ya da dost olur birbirimizi sevebiliriz.
onarılmaz bir şey yaptım,
bir bağ kurdum.
bu günübirlik dünyada,
bu denli benzeyen
binbir gece masalına,
tek bir eylem yoktur tehlikeye koşmayan,
büyünün eylemi olmaktan,
tek bir olay yoktur
sonsuz bir dizinin ilki olmayan.
kendi kendime soruyorum, hangi gölgeler
bu yersiz satırları atmaz acaba…

s.75—76

jorge luis borges
şifre

türkçesi: yıldız ersoy canpolat
i̇letişim yayınları
bir hastalığı sağlam bir fert üzerinde onu oluşturacak sebeplerin uygulanması ile tedavi etme yöntemi.
Modanın “Yapısı”

moda modernlik çerçevesi içinde değerlendirilmelidir. bir başka deyişle moda bir kopuş, gelişme ve yenilik şeması kapsamında ele alınmalıdır. akla gelebilecek herhangi bir kültürel bağlamda "eski" ve "modern" belirgin bir şekilde yer değiştirmektedirler. oysa aydınlanma çağı ve sanayi devriminden bu yana tarihsel ve tartışmalı bir değişim ve bunalım düzeniyle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. görünüşe göre modernlik, teknik gelişme, üretim ve tarihin yol açtığı çizgisel bir zaman anlayışıyla birlikte modaya özgü bir de tekrarlardan oluşan döngüsel zaman anlayışını aynı anda üretmiştir. oysa bu apaçık bir çelişkidir, zira modernlik asla radikal bir kopuş anlamına sahip olmamıştır. zaten geleneksel de eskinin yeni karşısında üstün olduğu anlamına gelmemektedir. çünkü gelenek eski ve yeninin ne olduğundan bihaberdir. eski ve yeniyi üreten şey modernliktir; çünkü böylelikle hem neo hem retro, hem modern hem de çağdışı olabilmektedir. bu kopuş diyalektiği hızla bir alaşım ve yeniden kazanım dinamiğine dönüşmüştür. bu olay temel düzende hiçbir değişikliğe yol açmadan sistemin politika, teknik, sanat ve kültürde tahammül edebileceği değişim oranıyla açıklanmaktadır. moda alanında da keza böyle olmaktadır, üstelik moda çok açık seçik bir şekilde değişim efsanesine sahip çıkmakta, gündelik yaşamın en sıradan görünümleri içinde onu en yüce değer gibi görmektedir. yapısal değişim yasasına gelince, bu yasa modeller ve ayrımlayıcı karşıtlıklar oyunu üzerine oturtulmuş olduğu için bu düzen yerini kesinlikle gelenek koduna bırakmamaktadır. zira modernliğin özünde ikili mantık vardır. sonsuz farklılık ve kopuş “diyalektiğinin" sonuçlarını da bu, yerinde duramayan, kıpır kıpır mantığa borçluyuz. modernlik tüm değerlerin başka bir evrene taşınması değil, bu değerlerin karşılıklı olarak yer değiştirmeleri, oluşturdukları kombinatuvarlar ve belirsizlikler anlamına gelir. modernlik bir kodsa moda da onun amblemidir. yalnızca böyle bir bakış açısından yola çıkarak modanın sınırlarını belirleyebilir, yani aynı anda ortaya çıkmış şu iki önyargıyı aşabilirsiniz:

1. bu önyargılardan birincisi modanın sınırlarını antropolojiye, hatta hayvan davranışlarına kadar götürmektedir.

2. diğeriyse tam tersine güncel moda alanını giysi ve dışsal göstergelerle sınırlandırmaktadır.

modanın ritüel düzeniyle (ya da hayvan görünümleriyle mantıksal) bir ilişkisi yoktur. çünkü ritüel düzeni eski ve yeni arasındaki eşdeğerlik/yinelenmeden, ayrılayıcı karşıtlıklar sisteminden, dizisel ve kombinatuvar yayılma modellerinden bihaberdir. buna karşılık moda, bilim ve devrim de dahil olmak üzere modernliğin tam merkezinde yer almaktadır; çünkü cinsellikten iletişim araçlarına, sanattan politikaya, modernlik düzeninin tamamı bu mantığın egemenliği altındadır. ritüele en yakın moda görüntüsü -bir gösteri, bir şölen, bir harcama biçimi olarak moda- bile ritüel ve modernlik arasındaki farkı güçlendirmekten başka bir işe yaramamaktadır. çünkü moda ve törenseli özümsememizi sağlayan şey tam olarak estetik bakış açısıdır (örneğin, kimi güncel süreçlerle şölen kavramı gibi ilkel yapılan özümsememizi sağlayanlar). bu bakış açısının kökeninde modernlik (yararlılık/yararsızlık gibi ayrımlayıcı bir karşıtlık oyunu) vardır. biz de arkaik yapıları bu bakış açısı çerçevesinde değerlendirdiğimizden onları rahatlıkla kendi tümevarımlarımıza katabilmekteyiz. bizim modamız bir gösteriye benzemektedir. bu kendi yansımasına bakarak estetik anlamda, bu yansımadan, zevk alan bir toplumsallık anlayışını da beraberinde getirmektedir, yani modadaki bu değişiklik laf olsun diye yapılan cinstendir. i̇lkel düzendeyse göstergeler "estetik açıdan" asla böyle bir gösteriş düzeyine ulaşamamaktadırlar. yine şölenlerimiz bir yasak çiğneme “estetiği” gibidir. oysa ilkel değiş tokuşta böyle bir şey olmadığı halde, bu düzende, bizim şölenlerimize özgü bir model ya da bir yansıma yakalamak hoşumuza gitmektedir. potlaç "estetiğinin" düzeltilmesi, etnosantrik düzeltme gibi.

ritüel düzen ve modayı birbirinden ayırmak kadar, moda çözümlemesini de, içinde yaşadığımız sistem bağlamında radikalleştirmek gerekmektedir.

modanın olabilecek en kısa ve yüzeysel tanımını yaptığını düşünen (edmond radar: diogène): “dil düzeyinde modaya boyun eğen unsur söylevin anlamı değil öykünmeci dayanağı, yani sözcüklerin seçimi ve sıralanmasındaki ritim, tonlama ve eklemlenme biçimi.... mimiklerdir. bu olay varoluşçuluk ya da yapısalcılık gibi entelektüel modalar için de geçerlidir. bunların ödünç aldıkları şey bir araştırma yöntemi değil bir söz dağarcığıdır..."

böylelikle sanki modaya özgü, aşılıp geçilmesi olanaksız, derin bir yapı korunmuş olunmaktadır. oysa yapılması gereken şey modanın bizzat anlam üretim sürecindeki en “nesnel" yapılar içinde aranmasıdır; çünkü bunların da simülasyon ve kombinatuvar yenilikler oyununa boyun eğdikleri görülmektedir. giysi ve beden konusunda da aynı derinliğe inilmesi gerekmektedir; çünkü bugün bizzat bedenin sahip olduğu kimlik, cinsiyet ya da statü bir moda malzemesine dönüşmüştür. giysi bunların arasında yer alan bir istisnadır. bu böylece sürüp gitmektedir. modanın "etkileri"yle karşılaşılan alanlardan biri de hiç kuşkusuz bilimsel ve kültürel basitleştirmedir. oysa asıl sorgulanması gerekenler, sahip oldukları “özgün" süreçler nedeniyle bizzat bilim ve kültürdür; çünkü böylelikle modaya özgü bir yapıya sahip olup olmadıkları anlaşılabilecektir. eğer bir basitleştirme varsa ki, böyle bir durumla başka hiçbir kültürde (fotokopi, özetlenmiş edebiyat [digest], sahte, simülasyon, basitleştirilmiş biçimlere sahip çoğullaştırılmış yayım olayıyla ritüel söz, metin ya da kutsal jest düzeninde asla) karşılaşılmamaktadır. bu da bize bu alanlardaki yenilik kaynağının analitik modeller, basit unsurlar ve düzenlenmiş karşıtlıklar düzeyinde bir güdümlemeyle karşı karşıya olduğunu ve bunun da temelde "özgün" ve basitleştirilmiş düzeyleri türdeşleştirerek, aralarındaki farklılıkların tamamen taktik ve ahlâksal hale getirilmiş olduğunu göstermektedir. keza radar, söyleve özgü "mimiklerin" ötesine geçildiğinde modanın söylevin anlamına egemen olduğunu ve o andan başlayarak belli bir kültürel alanın tamamen kendi kendine gönderme yaptığını, salt speküler özellikler taşıyan kavramların birbirlerini doğurup, sorgulayıp yanıtladıklarını görememektedir. bilimsel varsayımlar için de benzer bir durumdan söz edilebilir. kuramsal ve klinik düzeydeki psikanalizin bile bu modalaşma yazgısının elinden kaçamadığı görülmektedir. o da kurumsal düzeyde, sahip olduğu temel kavramların yol açtıkları simülasyon modelleri geliştirerek, bir yeniden üretim aşamasına ulaşmıştır. eğer bir zamanlar bilinçaltına özgü bir işleyiş biçimi ve dolayısıyla öznesini belirleyen bir nesneye sahip psikanalizden söz edilebilse bile, günümüzde nesnenin bu belirleyiciliğinin yavaş yavaş ortadan kaybolduğunu ve yerini bilinçaltını belirleyen bir psikanalize bıraktığını söyleyebiliriz. bundan böyle psikanaliz bir yandan bilinçaltını yeniden üretirken bir yandan da kendi kendinin göndereni olmaya çalışacaktır (bir başka deyişle moda gibi kendi kendini ifade edecektir yoksa başka bir şeyi değil). böylelikle bir geleneğe dönüşecek bilinçaltı büyük bir talep alanı haline gelecek ve psikanaliz de kod gibi bir toplumsal güce sahip olabilecektir. bu güce, hepsi bilinçaltı konusunda birbirinin yerini alabilecek ve temelde birbirlerinden farksız, olağanüstü düzeyde karmaşık hale getirilmiş kuramlar eşlik edecektir.

modanın bir dünyevi yanı vardır. moda olan düşler, fantazmlar, psikozlar; moda olan bilimsel kuramlar, dilbilim okulları gibi moda olan sanat ve politika vardır. ancak bütün bunlar önemsiz şeylerdir. moda birer modele dönüşmüş disiplinlerin yakasına, şan ve şöhretlerini artırabilmek için aksiyomlarını özerkleştirmeyi başardıkları ve estetik, hatta oyuncul bir aşamaya geçtikleri ölçüde, çok daha derinlemesine yapışmaktadır. çünkü bu aşamada kimi matematik formüllerdeki gibi geçerli olan tek şey, çözümleme modellerine özgü kusursuz bir kısırdöngüleşmedir.

s.156—160

jean baudrillard
simgesel değiş tokuş ve ölüm

çeviren: oğuz adanır
boğaziçi üniversitesi yayınevi
aslında bu geceki konuşmamı yazmıştım. genelde böyle yapmam. belki de bu gerginliğimin sebebi, bu kadar güçlü kadınların önüne çıkıyor olmamdır. gerçek şu ki, erkekler aslında kadınlardan korkar. bunu fark ettiniz mi bilmiyorum ama yaptığımız çoğu şey tamamen korkudan. çocukken kendinizi kötü hissedince konuştuğunuz kişi kimdi? acı olduğunda ve onu paylaşacak kimse olmadığında ve çocuğun bununla başa çıkmak için sınırlı kaynakları olduğunda, çocukların yaptığı şey kendilerinden kopmaktır. kendinizden koptuğunuzda ise, kendiniz olmazsınız. kendinizi kaybedersiniz.

travmadan konuşurken, genelde başına kötü şeyler gelen birinden bahsederiz. ancak travma tam olarak bu değildir. travmanın bir türü de, başınıza gelen kötü bir şey ile ilgili olmayabilir. (14.55 — 15.48)

yani çocuklar incindikleri için travma yaşamazlar. çocuklar, acılarıyla yalnız kaldıkları için travma yaşarlar. (16.15 — 16.22)

travmanın bilgeliği
the wisdom of trauma
gabor maté

→ thewisdomoftrauma.com
eski avluda

bir çiçek açtığında
bir eski avluda
diyor ki;
çalıda sarı bir çiğdemim ben
ve senin çok eski cümlen.

sen otursan, gitmemiş ki! olsan
ben sana bir eski endülüs avlusu
i̇stersen serin bir portofino getirsem
ya da yedigöllerin yedisini birden.

bir çiçek açtığında
bir eski avluda
diyor ki;

her şey çok eksik ve neredeyse yok gibiyken
buldum buluşturdum kendime geldim
tek eksik sensin! i̇ncecik, çilli bir dille
sen de gelsen.

ben sana kırmızı kiremitli bir çatı
begonviller ve bir mavi kapı
ve illa amansız bir avlu getirsem.

dünya soğur, akşam serinlerken,
benim sensiz sevinecek bir şeyim yok.
kılı kırk yardım, altını üstüne getirdim,
ve işte en geniş cümlem:

i̇çimi açtım sana.
i̇çini açmak için.

s.26—27

birhan keskin
soğuk kazı

metis yayınları, 2010
düş görmede yüksek yetenekli bir kedim vardı. oysa, günlük yaşamı diğer kedilerle aynıydı. yedi yaşındaydım ona bu garip, kedi adlarını çağrıştırmayan adı taktığımda. uşu, adıyla başkalaşan bu kedi, soğuk kış gecelerinde ayağımın ucunda yatar ve beni ısıtırdı. ölümüne ağıt yakılan kaçıncı kedidir, bilmem; kedi kitabe, onun şiiridir. (ek: sonra, berna türemen, kedi kitabe'den esinlenerek göğe ağan kedi başı resmini yaptı.)

uşu, yaşamının son yıllarında garip bir numara yapmaya başladı: kahvaltı artığı kara zeytin çekirdeklerini emmek. bu konuda çok kıskançtı. kendisinden gizlenen bir çekirdek, onu çıldırtmaya yetiyordu. bu durumda, bütün hane halkına küsüyor, eski bahçede, kim bilir hangi yıkıntıdan kalmış ahşap kapıların arasına gizleniyor, günlerce görünmüyordu. orada, o kapılar arasında, kalbinin kırılmadığı o eski evlerin girişini arıyordu sanırım.

dünya, kendi düşlerini yoranlardan çok başkalarının düşlerini yoranlarla doludur. uşu'nun düşleri, bence bin bir tür köpekle doluydu. kaçıyor, bir zeytin ağacına tırmanıyor, aşağıda olan biteni dehşet içinde izliyordu.
tehlike ikiye çıkıyordu: köpekler ve ağacın yüksekliği.

bir üçüncü tehlike, tuz biber ekti: uşu, düşlerinde uçan köpekle, bizans köpeğiyle karşılaştı ki, ayrıca anlatılacaktır. ve uşu'nun, yaşlı zeytin ağacından başka korunağı yoktu. zeytin, ağaçların ilkidir. olea prima est. kadıköy çarşısının bir köşesinde kalıvermiş bu gazi zeytin, sonuncusu olmalıydı. uşu, bu bilge kedi, çekirdeği, o karartılmış elipsoidi aslına döndürmek için, o testeremsi, pütür pütür ve pespembe diliyle, saatlerce uğraşırdı. emdiği çekirdeği ara sıra çıkarır bakar, çekirdek henüz aslına, ahşap sarılığına dönmediyse, emmeyi sürdürürdü.

köpekli düşlerle çekirdekli gerçek arasında bir bağ yaratıyordu: karartılmış çekirdeğin dille sınanması. kaçtığı ağaç, çekirdekteydi. hane halkına öfkelenip kaçtığı eski kapılar, mezarı da oldu onun. uşu'yu küçük bir törenle gömdüm... o kapıların durduğu yere. gazi zeytin ağacına gelince: o da sarardı. kesildi. sobada, en eski yağın alev dillerini çıkara çıkara, kül oldu.

(h. a., "günlük”, 10.12.1987)

s.202—203

jorge luis borges
clxxx

gizli bir peri ayağımı bağlamış; onun bu bağı yüzünden kavga alanına düşmüşüm, savaşıp durmadayım.

kafdağındanım, bu yaylanın garibiyim ben; görünüşte güvercinim amma yaradılış bakımından zümrüdüankayım ben.

güvercinim, ecel doğanına av olup, onun peşine düştükten sonra ben, can zümrüdüankasının kanatlarını açar, o kanatlarla uçarım.

akıl güneşiyle sırtın kızışmıştır amma gölgede oturanlara da tıpkı bir çadır gibi ayağımı diremişim, durup durmadayım.

vakit oğlu olan, babasının eteğine yapışır, bense sûfiye benziyorum; dünün de ötesindeyim, yarının da.

beni şu kapıya perde gibi asakodun; halbuki ben asılmak için gelmedim, asılmıya lâyık değilim ben.

lütfettin de kuzgunluktan kurtardın beni; dudular gibi senin avucundan şekerler yeyip duruyorum.

avucundaki cömertlik tutar da beni denize iletirse, bana, denize yol açarsa nasıl bir inci olduğumu o vakit gösteririm.

anlayışla avlanmam ben, anlayışın ötesindeyim; vehme sığacak bir varlık değilim, pek geniş bir alanım ben.

sözü, nerdeyse orda kes artık da nerdesin? kendine bir bak; ben nerdeysem beni de orda ara, ordayım çünkü ben.

s.260—

mevlânâ celâleddîn
dîvân-ı kebîr iii
Dolaylı Hayvan

herkes aynı yanlışı yapıyor: yaşamayı bekliyorlar, çünkü her anın yürekliliği yok onlarda. neden her an yeterince tutkulu, yeterince ateşli olup anı sonsuzluğa dönüştürmüyor insan? hepimiz yaşamayı —ancak bekleyecek hiçbir şeyimiz kalmadığında öğreniyoruz; beklediğimiz sürece hiçbir şey öğrenemeyiz çünkü somut ve canlı bir şimdide değil, uzak ve donuk bir gelecekte yaşıyoruz. oysa anın bize dolaysız olarak aşıladığı şeyler dışında hiçbir şey beklemememiz gerekiyor, zaman bilinci olmaksızın beklemeliyiz. doğrudanlığın dışında kurtuluş olanaksız. çünkü insan doğrudanlığı yitirmiş bir varlıktır. bu yüzden, dolaylı bir hayvandır.

s.133—

e. m. cioran
umutsuzluğun doruklarında

çeviren: orçun türkay
jaguar kitap
huipil, orta meksika’dan orta amerika’ya kadar yerli kadınların giydiği en yaygın geleneksel giysidir. maya kadınları hakkında internette bir araştırma yaparsanız göreceğiniz ilk şey, rengarenk huipil isimli örtüleridir.
29 ekim

tuhaf şey, o kadar iyi bildiğim, anı'nın özü, zerresi olduğu söylenen sesi, onun sesini ("ses tonundaki o canım dalgalanmayı...") duymaz oldum.

sınırlı bir sağırlık gibi...

s.22—


6 kasım

çok şey anladım (dün): beni huzursuz eden şeyin önemsizliğini (yerleşme, dairenin konforu, gevezelikler, hatta kimi zaman dostlarla gülüşmeler, tasarılar, vb.) anladım.

benim tuttuğum yas, bir yaşam düzeninin değil de sevgi ilişkisinin yası. kafamda beliren sözcükler (sevgi sözcükleri) aracılığıyla bana ulaşıyor...

s.47—


9 kasım

yasta yaşamayı iyi kötü sürdürüyorum.

yakıcı nokta durmadan sabit biçimde geri geliyor: son nefesini verirken bana söylediği, beni boğan acının soyut ve dayanılmaz merkezi olan o sözler ("r'ciğim, r'ciğim" -"buradayım”- "rahat oturmamışsın").

– katışıksız yas, yaşam değişikliğine, yalnızlığa, vb'ne hiçbir şey borçlu olmayan yas. sevgi ilişkisinin upuzunluğu, apaçıklığı.

- giderek daha az yazmak, daha az anlatmak; hiç olmazsa bu var (ama onu da dile getirebileceğim kimse yok).

s.48—


11 kasım

yalnızlık = evinde kendisine "şu saatte dönerim" denebilecek ya da "işte, döndüm" diye telefon edilebilecek (ya da denebilecek) birinin bulunmayışı.

s.52—


19 kasım

bana söylediği o sözleri anımsamanın gün gelip de artık beni ağlatmayacak olabilmesini ürkütücü bir şey diye görüyorum...

s.65—


28 kasım

kime şu soruyu sorabilirim (yanıt almak umuduyla)?

i̇nsanın, artık sevdiği kişi hayatta olmadan yaşayabilmesi onu sanıldığından daha az sevmiş olduğu anlamına mı gelir (...)?

s.76—


7 aralık

şimdi, beklenmedik bir anda, patlayan bir kabarcık gibi içimde bir şey iyice belirginleşiyor: o yok artık, o yok artık, sonsuza dek ve tamamen.

donuk bir şey bu, sıfatı yok – anlamsız olduğu (yorumlama olanağı bulunmadığı) için baş döndürücü.

yeni bir acı.

s.86—


1 nisan 1978

gerçekte, aslında, hep şunu hissediyorum: sanki ölmüş gibiyim.

s.117—


2 nisan 1978

şimdi yaşamımın nedenini -birisi için korkma nedenini- kaybetmişken artık kaybedecek neyim kaldı ki.

s.118—


1 ağustos 1978

yas. sevilen kişi öldüğünde, narsisizmin en şiddetli evresine ulaşılır:

hastalıktan, yükümlülükten kurtuluş yaşanır. sonra yavaş yavaş özgürlük kararmaya başlar, büyük üzüntü yerleşir, narsisizm yerini yürek karartıcı bir bencilliğe, bir gönül yüceliği yokluğuna bırakır.

s.189—


3 ekim 1978

onsuz olunca zaman ne kadar da uzun (geliyor).

s.212—


17 ocak 1979

yavaş yavaş özlemin etkisi belirginleşiyor: yeni hiçbir şey oluşturma isteğim yok (yazı alanı bunun dışında): hiçbir dostluk, hiçbir sevgi, vb.

s.234—


30 ocak 1979

i̇nsan unutmuyor,
ama içinize boş bir şey yerleşiyor.

s.237—

roland barthes
yas günlüğü (26 ekim 1977 - 15 eylül 1979)

çevirenler: mehmet rifat, sema rifat
yky
yaşıyor. ve ölmüş olan herkes, canlı; tekrar doğuyorlar ve sonları yok, bir sonları olmayacak. hiçbirinin, senden başka. çünkü senin ölümün olmayacak. senin! senin ölümsüz nefsinin!

nedir o? kimsin sen?"

"ben, kendimim. benim bedenim çürüyüp ölmeyecek"

"yaşayan bir beden acı duyar kuğu; yaşayan bir beden yaşlanır: ölür.

ölüm, yaşamımızın ve tüm yaşamın bedelidir."

"ben bu bedeli ödemiyorum! ben ölüp, o an yeniden yaşayabiliyorum! ben öldürülemem; ben ölümsüzüm. bir tek ben sonsuza kadar kendimim!"

"o halde sen kimsin?" "ölümsüz olan."

"adını söyle," jvral.

"benim adımı söyle. daha bir dakika önce söyledim sana. benim adımı söyle!"

"sen gerçek değilsin! senin adın yok. sadece ben varım."

"sen varsın: adsız, biçimsiz. günün ışığını göremiyorsun; karanlığı göremiyorsun. kendi kişiliğini koruyabilmek için yeşil yeryüzünü, güneşi ve yıldızları sattın. ama senin kişiliğin yok. satmış olduğun her şey, sendin. her şeyi, bir hiç için verdin. ve şimdi de hiçliğini doldurabilmek için kaybetmiş olduğun dünyayı, ışığı ve hayatı kendine çekmeye çalışıyorsun. ama bu doldurulamaz. ne yeryüzündeki tüm şarkılar ne de gökyüzündeki tüm yıldızlar senin boşluğunu doldurabilir."

ged'in sesi, orada, dağların altındaki soğuk vadide demir gibi çınladı ve kör adamı korkuyla sindirdi. yüzünü yukarı doğru kaldırdı; loş yıldız ışıkları adamın üzerine parladı; ağlıyor gibiydi ama gözleri olmadığı için, gözyaşları da yoktu. ağzı açıldı ve kapandı, karanlıkla dolu; fakat dışarı hiçbir sözcük çıkmadı, sadece biraz mırıltı. en sonunda buruşuk dudaklarıyla güçbela şekillendirerek tek bir sözcük söyledi ve bu sözcük, "yaşam" idi. "verebilseydim, sana yaşam verirdim kuğu. ama veremem. sen ölmüştün. sana yalnızca ölüm verebilirim."

s.210-211

ursula k. le guin
en uzak sahil (yerdeniz #3)

metis yayınları
türkçesi: çiğdem erkal i̇pek
yanlış bir sosyal kalıp ilk dört ya da beş yılda oluşur. çoğunlukla sebep, kusurlu organlar veya çocuğun şımartılmasıdır; veyahut yetimlerde, bazen de gayri meşru çocuklarda, çirkin çocuklarda, istenmeyen çocuklarda görülen çocuğun nefret edilmesinde bulguları saptarız. böylece bu kalıp sabitlenir ve yalnızca çocuğu hatalar hakkında ikna edebildiğimizde veya hayatının ileri safhalarında değiştirilebilir. bu sebeple, bu kalıbın oluşumundaki hataları ortadan kaldırmak için aileleri çocuklarını nasıl doğru eğitecekleri hususunda eğitebiliriz ya da okulları çocukluktaki hataları tanımayı ve öğrenciler arasında toplumsal ilgi kurmayı sağlayacak sosyal gelişimin bir aracı haline getirebiliriz. nitekim hayatın ileri safhalarında iş daha da zorlaşır ve kişinin nasıl ikna edileceği ve nasıl değişeceği hususunda bireysel tedavi zorunlu hale gelir. bu açıdan, bireysel psikolojinin en önemli ve faydalı anahtar olduğundan eminiz. öteki metotlara kıyasla çocuklukta yapılan hatanın ne olduğunu ve nasıl düzeltileceğini tahmin etmede daha iyiyiz.

böylece, hanımlar ve beyler, şu sonuca varıyorum: i̇nsan doğasını ve kişilikleri anlamak için çok yararlı bir anahtar olan aşağılık kompleksini 20 yıl önce keşfettim. açıklamış olduğum gibi, bir birey yaşamının başından beri münferittir. yaşam tarzı, köklerinde yapılan hataları anlamadan değiştirilemez ve bu kökler, her bireyin kalıplanıp şekillendiği aile yaşamına uzanır.

hayatın zorluklarını aşmak için verilen bu büyük mücadelenin aslında aşağılık duygusundan kurtulmak için olduğunu gözlemleriz ve üstünlük amacına yönelmek her daim bireysel seviyede belirli bir toplumsal ilgi ile harmanlanır. her bir bireyin her bir hareketinde ve kendini ifade edişinde onun toplumsal ilgi için nasıl
hazırlandığını gözlemleriz. hayatının ileri safhalarında karşılaştığı sorunlar yalnızca başarılı bir toplumsal duygu durumunda çözülürse gerçekten çözülebilir. ancak ondan sonra doğru bir şekilde düzelip düzelmediğine karar verilir. hayattaki başarısızlıkların şunlardan ibaret olduğunu görürüz: sorunlu çocuklarda, nevrotikler ve psikozlu kimselerde, suçlularda, intihar meyillilerinde, ayyaşlarda toplumsal ilgi her zaman eksiktir. üstelik sadece bu ilgi değil, aynı şekilde cesaret, anlayış ve toplumsal sorunların çözümüne karşı doğru bir eğitim eksikliği de söz konusudur.

alfred adler, 1929
(university of south carolina film arşivi)

s.55-56

çeviren: ümid gurbanov
ufak tefek çeviriler
1892
3 ocak

tanrım kendi kendime hep böyle eziyet mi edeceğim ve bundan böyle zihnim hiçbir şüphesizlik ve kesinlik üzerinde dinlenemeyecek mi? uykuya dalabilmek için yatağında sağa sola dönen bir hasta gibi sabahtan akşama kadar, endişe içindeyim ve endişelerim beni geceleyin bile uyandırmaktadır.

kim olacağımı bilmemekten ötürü tasalanıyorum; kim olmak istediğimi de bilmiyorum; ama seçmek gerektiğini pek iyi biliyorum. nereye gitmeğe karar verirsem beni yalnız oraya ulaştıracak olan güvenli yollarda yürümek istiyorum; fakat bilmiyorum, ne istemek gerektiğini bilmiyorum. kendimde binbir mümkünün var olduğunu hissediyorum. fakat bunlardan yalnız bir tanesi olmağa rıza gösteremiyorum. ve her an, her yazdığım sözün, her yaptığım hareketin, çehremin silinemeyecek yeni bir çizgisini meydana getirdiğini düşündükçe ürküyorum. öyle bir çehre ki, bir seçime varamadığından, onu cesaretle sınırlayamadığından kararsız, şahsiyetsiz korkak olarak tesbit edilecek...

tanrım, yalnız tek bir şey istemeği ve durmadan onu istemeği bana ilham et.

i̇nsanın hayatı, insanın hayalidir. ölüm saati gelince, kendimizi, geçmişte aksetmiş göreceğiz ve yaptıklarımızın aynasına eğildiğimiz zaman, ruhlarımız ne olduğumuzu tanıyacaktır. bütün ömrümüz kendi kendimizin silinmez bir portresini çizmekle geçer. i̇şin korkunç tarafı bunu bilmediğimizdir. kendimizi güzelleştirmeği hiç düşünmeyiz. bunu ancak kendimizden bahsederken hatırlarız; kendimizi överiz; fakat o müthiş portremiz sonunda, bizden yana olmayacaktır. hayatımızı anlatırız ve kendimize yalan söyleriz; fakat hayatımız yalan söylemeyecektir; o, tanrı'nın huzuruna her zamanki haliyle çıkacak olan ruhumuzu hikâye edecektir.

şimdi (sanatçının) samimiliği hakkında tersine çevrilmiş olarak şunu söyleyebileceğimizi seziyorum:

sanatçı hayatını yaşadığı gibi anlatmamalı, ama sonraları anlatacağı tarzda yaşamalı. başka bir deyimle: hayatı ne ise portresi de öyle olacağına göre dilediği ideal portreye uymalıdır; kısacası, kendini nasıl görmek istiyorsa öyle olmalıdır.

s.22-23

andré gide
günlük

çeviren: fuat pekin
pathetique

sıcak sıcak sıcak sıcak
oturmuşum otların üzerine
eski bir tiyatronun ortasındayım
saydam bir sarkaç gibi sallanıyorum durduğum yerde
buhardan ve güneş kokularından

uzanıyorum toprağa yüzükoyun
papatyalar sırtlarını dönmüş çançiçeklerine
ne bir kımıltı var, ne bir ses
ne de bir düşünce, bir anımsama işte
diyorum, yaşamıma dadanan bir an bu
sophokles aiskhylos'a dargın belki de.

edip cansever
ada yayınları, 1980
zamanı tüm bedenimle bir başka türlü ölçtüm.

i̇nsanın neler yapabileceğini, hem de her şeyi yapabileceğini keşfettim. kendim de onlara başvurana kadar başkalarında çılgınca bulduğum yüce ya da ölümcül arzular, onursuzluk, inançlar ve davranışlar. farkında olmadan, o beni dünyaya daha çok bağladı.

annie ernaux
yalın tutku

s.51

çeviren: yaşar avunç
can yayınları
"marul!" diye bağırıp onu kucaklamak için koşturdum. vücudu sıcaktı ama o kadar zayıflamıştı ki yok gibiydi. kalan azıcık kuvvetiyle küçük bedeni hafif hafif titriyordu. marul yaşam ile ölüm arasında gidip geliyordu. korktuğu belliydi, başına gelenleri anlayamıyordu.

öldüğünden haberi yoktu. bir süre sonra kolum ağrıyınca marul'u annemin kucağına bıraktım.

rahata erişen marul mırlamaya başladı. elinden geldiği kadarıyla bir miyav diyebildi, sanki yatmak istediği yerin burası olduğunu ilan ediyordu. annem marul'un kucağında yatmasından mutluydu ve kediyi nazikçe okşadı.

bir süre sonra marul gözlerini kapattı ve titreme durdu. bir an canlanmış gibi görünüp kafasını kaldırdı, ikimize kocaman gözlerle baktı. sonunda da derin bir nefes aldı, başını tekrar annemin kucağına koydu ve kaskatı kesildi, bir daha hareket etmedi.

"marul!"

adını bağırdım, kendimi uyuduğuna ikna etmek istiyordum. sanki ismini yeterince kez, doğru vurgu ve ritimle tekrarlarsam onu ölümden uyandırabilirdim.

"sessiz ol" dedi annem. "tek kelime etme. artık acının olmadığı bir yere gitti."

s.142
genki kawamura
bir gün kediler dünyadan yok olsaydı

çeviren: deniz topaktaş
doğan kitap