tabutmag forum – tabutmag, edebiyat, sinema, tiyatro ve görsel sanatlar alanında ilgililere nitelikli ve özgün içerikler sunar.
gerçeği kabul etmiyordum. beni daraltan, havasız bırakan ve huzursuz kanatlarıma dar gelen nesnel, insana özgü, rasyonel dünyaya karşı duyduğum iğrentiyi tarif edebilecek uygun kelimeler bulamıyorum. fakat gerekli olan bunlar değil, her şeyi söylemiyor, aydınlığa kavuşturmuyorlar. ben o gerçekliği istemiyordum, çünkü başka bir tane istiyordum (daha saf, daha mükemmel, daha temiz, daha yüce) ve beklenen spiritüel ve uyumlu dünyanın, dağdan henüz çıkartılmış bir ham bloğun, beynin gördüğü ve arzuladığı heykele dönüşmesi misali ortaya çıkması için büyük çaba göstererek çalışıyordum. sıradan, yüzeysel gerçekliği kabul etmiyordum, çünkü daha iyi, daha doğru, daha derin bir gerçeklik arzuluyordum; geçmişi yadsıyordum, daha yakışır ve mucizevi bir geleceği gözümle, tüm arzum ve ruhumla görmek için şimdiki zamanı yadsıyordum.

bunları söylerken de her şeyi söylememiş oluyorum.

s. 117—

giovanni papini
bitik adam

türkçesi: sinem carnabuci
monokl yayınları
bir yıldan uzun bir süreliğine bir kontrat imzalamak ya da evlenmek büyük bir güçlüktür. kuşkusuz, mesafeli kişi için evlilik, içinde yakınlığı barındırdığı için, her durumda riskli bir girişimdir; korunma ihtiyacı ve eşin kendi özelliklerine tümüyle uyacağı yolunda bir inanç bu riski hafifletebilir. evlenmeden hemen önce sıklıkla panik duygusunun başladığı görülür. zaman tüm ele avuca sığmazlığıyla büyük ölçüde bir baskı gibi yaşanır; bir özgürlük yanılsaması yaratmak için işe beş dakika geç gitme alışkanlığına başvurulabilir. zaman çizelgeleri bir tehdit oluşturur; tren tarifesine bakmayı reddedip, istasyona kendisine uygun olan bir zamanda giden ve bir dahaki seferi beklemeyi yeğleyen bir adamın hikâyesi uzak kişilerin hoşuna gider. diğer kişinin kendisinden bazı şeyleri yerine getirmesini ya da belirli bir şekilde davranmasını beklemesi —bu tür beklentiler gerçekte dile getirilse de getirilmese de veya yalnızca bir varsayım olsa da— onu rahatsız eder ve isyan ettirir. söz gelimi, ara sıra hediye vermek hoşuna gitse de, kendisinden beklendiği için yaş günlerini ve yılbaşını unutur. toplumsal davranış kurallarına ya da geleneksek değerlere uymak hoşuna gitmez. gerilimden kaçmak için dışarıdan bunlara uyuyormuş gibi gözükse de, zihninde tüm konvansiyonel kuralları ve standartları mutlak bir biçimde reddeder. son olarak, öneri ve tavsiye, kendi istekleriyle uyumlu olduğunda bile, hükmedildiği duygusunu uyandırır ve dirençle karşılanır. onun durumunda direnç, bilinçli ya da biliçdışı olarak, diğerlerini hüsrana uğratma isteğiyle bağlantılıdır. diğerlerinden üstün olduğunu hissetme ihtiyacı, tüm nevrozların ortaklaşa özelliği olsa da, mesafelilikle ilişkisinden dolayı burada vurgulanmalıdır. “fildişi kule” ya da “kusursuz yalıtım” ifadeleri gündelik dilde bile mesafeyle ve üstün olmayla hemen hemen her zaman ilişkili olduğunun altı çizilmiştir. büyük olasılıkla hiç kimse yalnızlık ve yalıtıma özellikle güçlü ve becerikli olmadan ya da kendini eşsiz bir biçimde önemli hissetmeden katlanamaz. mesafeli kişinin üstünlük duygusu geçici bir süre için sarsıntıya uğradığında —ki bu ister somut bir başarısızlık isterse içsel çatışmaların artması sonucu olsun— yalnızlığa katlanamayabilir ve delice sevilip korunmak için uğraşabilir. bu tür bocalamalar mesafeli kişinin hayat öyküsünde sık sık görünür. ergenliğinde ya da yirmilerinin başında birkaç tane öylesine (önemsiz) ilişki yaşayabilse de, genelde oldukça yalnız bir yaşam geçirmiş, kendini bu şekilde daha rahat hissetmiştir.

syf•59—60

karen horney
içsel çatışmalarımız

türkçesi: zeynep koçak
sel yayınları
okumak bende ancak okuma yoluyla çoğaltır kendini, dışarıdan gelecek önerilere asla kulak asmam ya da ancak çok uzun zaman sonra dikkate alırım. ben okuduğum şeyi keşfetmek isterim. bana bir kitap tavsiye edildiğinde, o kitabı elime almam, bana bir kitap övüldüğünde, o kitap bana senelerce zehir olur. ben yalnızca, gerçekten hayranlık duyduğum büyük insanlara güvenirim. onlar bana her şeyi tavsiye edebilir, merakımı uyandırmak için, bana bir kitabın bir yerinden bahsetmeleri yeterlidir. gelgelelim, başkalarının ağızlarıyla gelişigüzel bahsettikleri şeylerin üzerinde sanki pis bir lanet vardır. bu yüzden, o büyük kitapları tanımakta zorlandım, çünkü asıl büyük olan, umumiyet kültüne mal olmuştur ve artık insanların dilindedir, tıpkı kahramanlarının isimleri gibi. i̇nsanlar bu asıl büyük olanı dolu bir ağızla telaffuz etmekle —pek bir doymuş olmalılar— benim açımdan bilinmesi elzem şeylerden illallah ettirirler.

syf•25—

elias canetti
sinek azabı

türkçesi: necati aça
sel yayınları
düşündüklerimiz ya da inandıklarımız nesneleri görüşümüzü etkiler. i̇nsanların cehennemin gerçekten var olduğuna inandıkları ortaçağ'da ateşin bugünkünden çok değişik bir anlamı vardı kuşkusuz. gene de onlardaki bu cehennem kavramı —yanıkların verdiği acıdan olduğu ölçüde— ateşi her şeyi yutan, kül eden bir şey olarak görmelerinden doğmuştur.

seven birisi için sevgiliyi görmenin hiçbir sözcük ya da kucaklayışla karşılaştırılamayacak bir bütünlüğü vardır; bu bütünlük, geçici olarak, ancak sevişmeyle sağlanabilir.

gene de sözcüklerden önce gelen ve sözcüklerle tam olarak anlatılamayan görme, uyarıcılara karşı mekanik bir tepkide bulunup bulunmama sorunu değildir. (görme eylemi, ancak gözün retinasını ilgilendiren sürecin küçük bir bölümünü alırsak böyle tanımlanabilir.) yalnızca baktığımız şeyleri görürüz. bakmak bir seçme edimidir. bu edimin sonucu olarak gördüğümüz nesne —her zaman elimizle dokunabileceğimiz bir nesne anlamında olmasa da— ulaşabileceğimiz bir alana getirilmiş olur. i̇nsanın bir şeye dokunması demek, kendisini o şeyle ilişkili bir duruma sokması demektir.

syf•8—

***

geçmişin sanatı, eskiden olduğu gibi değildir artık bugün. yetkesini yitirmiştir. onun yerine bir imgeler dili oluşmuştur. şimdi önemli olan bu dili kimin, ne amaçla kullandığıdır. bu da yeniden canlandırmaların yayın hakkı, sanat basımevleriyle yayınevlerinin kimin elinde olduğu, sanat galerilerinin, müzelerin genel tutumu sorununa gelip dayanır. çoğu zaman dendiği gibi bunlar sanatı ilgilendiren, sınırlı sorunlar değildir. bu denemenin amaçlarından biri de gerçekten tehlikede olan şeyin çok daha büyük olduğunu göstermektir. kendi geçmişinden kopmuş bir halk ya da sınıf, seçmede ve eyleme geçmede tarih içinde kendi yerini bulmuş bir sınıf ya da halktan çok daha az özgürdür. i̇şte bunun için —tek neden de budur zaten— geçmişin tüm sanatı bugün siyasal bir sorun olarak karşımızdadır.

syf•33—

john berger
görme biçimleri

türkçesi: yurdanur salman
metis yayınları
candide:
— aklıma gelmişken şunu da sorayım: geminin kaptanında bulunan iri kitapta* yazıldığı gibi, dünyanın başlarda bir deniz olduğuna inanıyor musunuz? dedi.

— hiçbir şeye inandığım yok! birkaç zamandan beri piyasaya sürülen masallara da inanmıyorum, diye yanıtladı martin.

candide:
— peki, hangi amaçla yaratıldı bu dünya? diye sordu.

martin:
— bizi kudurtmak için! dedi.

candide:
— size başlarından geçenleri anlattığım oreyonlar ülkesinden iki genç kızın iki maymuna âşık olmaları şaşırtmadı mi sizi? dedi.

martin:
— asla! dedi. böyle bir tutkuda şaşırtıcı bir yan göremiyorum; o denli tuhaf şeyler gördüm ki, hiçbir şey yadırgatamaz artık beni.

candide:
— i̇nsanların, bugün yaptıkları gibi, ezelden beri birbirlerini öldürdüklerine inanıyor musunuz? i̇nsanların hep böyle yalancı, hileci, vefasız, nankör, haydut, zayıf, sebatsız, alçak, kıskanç, obur, sarhoş, pinti, tutkulu, kan dökücü, dedikoducu, serseri, bağnaz, iki yüzlü ve budala olduklarını mı sanıyorsunuz? dedi.

martin:
— atmacaların hep buldukları güvercinleri yediklerine emin misiniz? dedi.

candide:
— evet kuşkusuz, dedi.

— peki o halde, atmacalar aynı niteliği hep sürdürmüşlerse, niçin insanların doğalarını değiştirmelerini bekliyorsunuz? dedi.

candide:
— o o! çok fark var, dedi. çünkü, irade-i cüz’iye... böyle konuşurlarken bordeaux'ya vardılar.

syf•162—165

* voltaire, de brosses'un deniz yolculukları tarihi'ne yollamada bulunuyor bir olasılıkla. bu kitapta, özellikle buffon'un, karaların denizlerden çıktığını ileri süren kuramı açıklanıyordu.

voltaire
candide ya da iyimserlik

türkçesi: server tanilli
adam yayınları
pek çok kimse ile görüşüyorduk ve 43'ten beri görüşüm hiç değişmemişti: yapıtlarını beğendiğim yazar ve sanatçılarda her zaman sempatimi çeken bir şey vardı. gene de bunlardan bazılarında bu sempatimi sınırlayan bazı kusurlara rastlamak beni şaşırttı: kendini beğenmişlik, kendini gösterme merakı. i̇nsan okuyucu ile olan ilişkiyi karşılıklılığı içinde yaşamak yerine, kendisine dönüyor, kendini öteki'nin boyutlarında algılıyor: işte bu kendini beğenmişlik. gençlerde, bunu neredeyse dokunaklı buluyorum; bu onların başkalarına olan saf güvenlerine işaret ediyor. bu tazelik çabuk uçuyor; uzarsa, saflık çocuksuluğa, güven köleliğe dönüşüyor. kendini beğenmiş bir softa bozuntusu kendisinden fazla söz etse de hoşsohbet olabilir, ama gülünç olur; o bir safdildir: tüm nezaket belirtilerini peşin para gibi algılar. nezaketten yoksun kalırsa, yalan söyleme hastalığına kayar, ona anlatılandan daha fazlasını kendi kendine anlatır; ya da küskün ve alıngan olur, pek hoş kokmayan kinler ve öç almalar tasarlar. her koşulda hile yapar: kabul ettiği bağımlılıkla yeterliliği birbirine ters düşmektedir: pohpohlanma dilenmekle, yükseldiğini iddia ettiği anda kendini alçaltmaktadır. kendi görünümünü çok beğenmekle sonunda onun içine hapsolur: sonunda kaçınılmaz şekilde kendini beğenmişliğin son noktası olan önemli biri olmanın çukuruna düşer.

bunu bir meslektaşımda her farkedişimde şaşkınlıktan ağzım açık kalıyor: nasıl olur da insan kendine uygun gördüğü rol uğruna kendini ortadan kaldırır? bunun gerçekliğini inkâr etmenin düşüncesizlik olduğunu öğrendim; insan başkası için ifade ettiği şeyi üstlenmeli; diğer taraftan, eğer yetenekleri varsa onları kullanmalı, gerektiğinde onlarla övünebilmelidir, bir insanın hakikati onun nesnel varoluşunu ve geçmişini sarmalar: ama bu hakikat kendini bu gibi taşlaşmalara indirgemez. kendini önemli sayan kişi, bunun adına yaşamın durmak bilmeyen yeniliğini yadsırken, kendi gözlerinde, her türlü yargıya kapalı yetke'yi canlandırmaktadır; kendine yönelen duyulmamış soruların yanıtlarını dürüstçe arayacağına, bu yanıtları şu i̇ncil'den bulup çıkartır: kendi yapıtından; ya da, kendini bir zamanlar olduğu gibi örnek olarak verir; bu yinelemeler yüzünden de, başarısının pırıltısı ne olursa olsun, dünyanın gerisinde kalır, bir müze eşyası haline dönüşür. bu köhneleşme kötü niyetten arınmış da değildir; eğer insan, görüşlerinin az da olsa doğruluğuna gerçekten inanıyorsa, niçin kendi adının, ününün, geçmişteki başarılarının ardına gizlensin? kendini önemli sayan kişi, ya insanlara değer vermezmiş gibi görünür, ya da onları yüceltmeye hazırdır: bunun nedeni de, onlarla eşit koşullarda ilişkiye girmeye cesaret edememesidir, özgürlüğünden vazgeçer çünkü bunun tehlikelerinden korkar. bu körlük, bu yalanlar beni özellikle yazarlarda rahatsız ediyor çünkü onların ilk erdemleri —en ileri atıp tutmaları da seçmiş olsalar— korkusuz bir içtenlik olmalıdır.

syf•133—134

simone de beauvoir
koşulların gücü (birinci kitap)

türkçesi: betül onursal
payel yayınları, 1995
i̇nsanın felaketi, sessizce odasında, ait olduğu yer olan odasında oturmak istememesinden gelir, der pascal. ama pascal büyük adamdı. düşün alanının bir frangipani'si, aslına bakılırsa bir zanaatçı, zanaatçı olduğu için de bugün modası geçmiş biri. şimdi millet hügnoların ya da i̇ngilizlerin yazdığı kışkırtıcı kitapları okuyor. bir de, her bir şeyin tartışma konusu yapıldığı makaleler ya da sözüm ona dev bilim kitapları yazıyorlar. şimdiye kadar her bilinen yanlışmış, birdenbire bambaşka olmalıymış her şey. şimdi bir bardak suda, eskiden görülmeyen küçücük hayvancıklar yüzüyormuş; frengi artık tanrı’nın cezası olmaktan çıkmış, basbayağı bir hastalık sayılmalıymış; tanrı, eğer tanrı diye bir şey var iseymiş, dünyayı yedi günde değil, milyonlarca yılda yaratmışmış; vahşiler de bizim gibi insanmış; çocuklarımızı yanlış eğitiyormuşuz; dünyaysa şimdiye kadar olduğu gibi, yuvarlak değilmiş de tepesiyle dibi karpuz gibi basıkmış sanki önemli miydi bu da şimdi! her alanda sorular soruluyor, kurcalanıyor, araştırılıyor, her şeye burun sokuluyor, hababam denemeler yapılıyor. neyin ne olduğunu ve nasıl olduğunu söylemek yetmiyor artık bir de her şeyi kanıtlamak gerekiyor, en iyisi tanıklar getirip, sayılar gösterip, birtakım gülünç deneyler yapıp kanıtlamak. bu diderot'lar ve d'alembert'ler ve voltaire'ler ve rousseau’lar ve her neyse adları, işte o yazıcı uşakları — hatta ruhban sınıfından olanlar bile var içlerinde ve soylu baylar var!

syf•62—

patrick süskind
koku

türkçesi: tevfik turan
can yayınları
13 temmuz

pırıl pırıl bir güneş, deniz yüzeylerini durmaksızın yalıyor. ve bütün gemi göz kamaştırıcı bir ışık içinde kalıyor. havuz, güneş. bütün öğle sonunu çalışarak geçiriyorum. akşam serin ve tatlı. i̇ki gün sonra varacağız. şu gemiden, her şeyden yüz çevirmiş bir yüreği uzun günler boyunca içinde koruyabildiğim şu kamaradan, bana onca iyilik etmiş olan şu denizden ayrılma düşüncesi, beni biraz ürkütüyor. yaşamaya, konuşmaya yeniden başlamak. kişiler, yüzler, oynanacak bir rol; bunun için daha çok cesaret gerekecek, bense bunu kendimde bulmuyorum. bereket versin ki gövdesel açıdan tam formundayım. yine de insan yüzlerinden kaçmak istediğim zamanlar oluyor.

gecenin ileri vaktinde, uyuklayan gemiden geceye bakıyorum. kendi doruğuna çökmüş olan tuhaf güney ay'ı, güney yönüne doğru suları aydınlatıyor. şu binlerce kilometreyi, içinde yoğun ve parlak suların yağlı bir kesek gibi balkıdığı(*) şu yalnızlıkları düşlüyor insan. hiç değilse, bu erinç verecek.

syf•57—58

albert camus
yolculuk günlükleri

türkçesi: ramis dara
can yayınları
unutmamak gerek; biribirimize gücümüzü göstere göstere, bu gücü, karşılıklı olarak, ayarlaya ayarlaya alışırız biribirimize. gerçi insan, gücünü göstermekten biraz fazlaca hoşlanıyor olabilir; en azından, daha yolun başında, daha güçlü olduğunu anlatmak ister. hayvanın eğitimi dediğimiz şey, bir güç gösterisidir. hayvanı bizimle yaşamağa alıştırıyoruz; eğitiyoruz. ne var ki, tek yönlü görünen bu eğitim de, gerçekte, karşılıklıdır. i̇nsan “eğitilme”ye razı olmazsa, önce, hayvana acı çektirir. sonrasını düşünmeyelim. ortaklık bozulmuştur çünkü.

“bizimle birlikte yaşayacağına göre,” diyoruz, “bizim düzenimize uysun.” doğru. her konuk, az ya da çok, bunu yapar zaten. evin düzenine uyar. uymayanın “konuk”luğu sona erer. ama hayvanlarımız konuğumuz değil. yaşam ortağımız. “köle” hiç değil. eğitim dediğimiz, onu, kendi dünyasını büyük ölçüde bırakıp kendi dünyamızı bütünüyle benimsemesini, kendini bizim dünyamızda “yararlı” kılmasını amaçlar gibidir... ne de olsa, birlikte yaşama kararını biz veriyoruz çünkü...

öyle mi gerçekten? değil, bana sorarsanız. birlikte yaşama kararı, ilk adımı kim atmış olursa olsun, karşılıklı verilmiştir. bizim kurallarımızı öğrenen hayvan, kendi kurallarını da bize öğretir. bu karşılıklılık, gene de, “insan” ortamında gerçekleşiyor. ama, tek yönlü ilişki olmaz ki!

syf•70—71

bilge karasu
ne kitapsız ne kedisiz

metis yayınları
i̇ki kalp arasında en kısa yol:
birbirine uzanmış ve zaman zaman
ancak parmak uçlarıyla değebilen
i̇ki kol.

merdivenlerin oraya koşuyorum,
beklemek gövde kazanması zamanın;
çok erken gelmişim seni bulamıyorum,
bir şeyin provası yapılıyor sanki.

kuşlar toplanmışlar göçüyorlar
keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

syf•241—

cemal süreya
sevda sözleri (i̇ki kalp)

yky, 51. baskı
kitle bir hayvan sürüsü kadar suskundur. kitleyi sürekli olarak sondajlarla tartmak boşuna uğraşmaktır (öte yandan sürekli olarak katılması istenen haber olgusu aracılığıyla kendisine laboratuvar deneylerinde hayvanlara yapılan işkenceye benzeyen bir tür işkence yapılmaktadır.) çünkü doğrunun solda mı, yoksa sağda mı olduğunu söylemediği gibi devrimle, baskı arasında hangisini yeğlediğini de söylememektedir. onun için doğru ve akıl yoktur. kendisine yapılan yakıştırmalar umurunda bile değildir. kitlede bilinç ve bilinçaltı yoktur.

kitle insanı bezdiren bir suskunluktur. politik denklemlerdeki bilinmeyendir. bu bilinmeyen, bütün politik denklemleri yok edebilmektedir. oysa herkes bu sessizliği konuşturmaya çalışmaktadır. ancak kitlelerdeki yanıtsızlık gücü ölçülemez. hiçbir sondaj onu ortaya çıkartamaz. çünkü kitleler onu anında yok ederler. sözünü ettiğimiz hipergerçeklik içinde toplumsal ve politik alanın altını üstüne getirirler. politika kitleleri yanıtlar alabileceği bir toplumsal simülasyon ve yankılanma odasına sokmaya çalışırken (kitle iletişim araçları, haber) kitleler tam tersine toplumsalın içinde simüle edildiği ve yankılandığı muazzam bir mekâna dönüşmektedirler. güdümlenme diye bir şey hiçbir zaman için var olmamıştır. her iki taraf da aynı silahlarla çarpışmıştır. bugün savaşı kimin kazandığını söyleyebilmek imkânsızdır. i̇ktidarın kitleler üstündeki simülasyon gücü mü? yoksa kitlelerin iktidarı çökerttikleri ters simülasyon mu?

syf•24—

jean baudrillard
sessiz yığınların gölgesinde
ya da toplumsalın sonu

türkçesi: oğuz adanır
ayrıntı yayınları
şu an içinde yaşadığımız zaman dilimi, nostaljik bir devirdir; fotoğraflar da etkin bir rol oynayarak nostaljiyi beslerler. fotoğraf, ağıtlı bir sanattır, bir bakıma alacakaranlık sanatı. fotoğrafı çekilen kişi, olay ya da durumların çoğu, sırf fotoğraflarının çekilmiş olmasından dolayı, pathos'la kuşanırlar. çirkin ya da grotesk bir (fotoğraf) malzeme(si), fotoğraf çeken kişinin dikkatine mahzar olunca, pekâlâ dokunaklı bir etki sağlayabilir. aynı mantıkla, güzel bir malzeme de eskimiş, çürümüş ya da ortadan kalkmışsa pekâlâ acınası duygular uyandırabilir. bütün fotoğraflar memento mori niteliği taşır, yani ölümü akıldan çıkarınamaya yarar. bir fotoğraf çekmek, başka bir insanın (ya da şeyin, durumun, vb.) ölümlülüğüne, incinebilirliğine ve dönüşebilir haline dahil olmaktır. söz konusu ânı dilimleyerek donduran bütün fotoğraflar, zamanın amansız eriyişinin tanığıdırlar.

fotoğraf makineleri dünyayı kopyalamaya, insanın ortaya koyduğu manzara baş döndürücü bir hızla değişmeye yüz tuttuğu bir dönemde başlamıştır —sayısı bilinemeyecek kadar çok miktardaki biyolojik ve toplumsal hayat formu kısa bir zaman dilimi içerisinde tahribe uğrayıp yok olurken, kaybolmakta olan şeylerin kaydını tutan bir cihazın belirmesidir söz konusu olan. atget'nin ve brassaï'nin kaprisli, nakış gibi işlenip dokununuş paris'i büyük ölçüde yok oldu gitti. fotoğrafları aile albümünde muhafaza edilen, böylece fotoğraf olarak varlıklarıyla sonsuzluğa yitip gitmelerinin uyandırdığı endişe ve vicdan azabını bir ölçüde yumuşatan ölmüş akrabalar ve arkadaşlar gibi bugün enkaza dörnüş haldeki mahallelerin, çoraklaşmış kırsal alanların fotoğrafları da, geçmişle onu cebimize sığdıran bir ilişki kurulmasını sağlamaktadırlar.

syf•18—19

her insanın çektiği acıları söze dökme hakkı vardır; her şekilde kendi tasarrufuna bağlı olarak, her insan kendi içinde acılarını dile aktarma mecburiyeti hissedebilir. i̇nsan, başkalarının acılarını arayıp bulmaya gönüllüdür.

syf•49—

susan sontag
fotoğraf üzerine

türkçesi: osman akınhay
agora kitaplığı
yazıyorsun, anlatıp duruyorsun,,, şimdiye dön,,, eşin şurada oturuyor,,, anandan kalma dövme bakır tencereye tereyağı koydun,,, eritiyorsun,,, irmik helvası kavuracaksın,,, işte hakikat bu tencerede,,, şimdide,,, geçmişi unut / geçmişin yok senin,,, hakikatin burada bu mutfakta,,, sen, sabit ve zeyyat...

syf•148—

leylâ erbil
kalan

türkiye i̇ş bankası
kültür yayınları

-

kişi adları listesi:

sabit: eşim, ona âşık olduğumu sanıyordum,,, hipodromda öpüşmüştük,,, iyi bir adamdır sabit,,, ses etmiyor eski sevgilime,,,

zeyyat: elinin çizgileri elimin çizgilerine benzeyen sevgilim
ruhun hastalıkları ile duygusallığı arasında ne ayrım vardır? çok kez anlattım bunu, şimdi de anımsatayım: ruh hastalıkları; yaşlanmış, nasırlaşmış kusurlardır: para hırsı, mevki ihtirası gibi. bunlar insanın ruhunu sımsıkı kavrarlar, ruhun değişmez kötülükleri olmaya başlarlar. kısaca tarif edersem, ruhun hastalığı, insan yargısının yozlaşmada direnmesidir. az istenmesi gereken şeyleri çok istenmesi gereken şeyler sanma yanılgısıdır ya da istersen şöyle tanımlayayım: az istenmesi gereken şeyler üstüne aşırı düşkünlük veya az değer verilmesi ya da hiç değer verilmemesi gereken şeylere çok değer verilmesi. duygusallıklar, ruhun beğenilmeyen, umulmadık anda gelen taşkın davranışlarıdır; yinelendikleri, ihmal edildikleri zaman hastalık meydana getirirler. nasıl ki yoluna konulmayan sıradan bir nezle, göğse iner, öksürük yaparsa; sık sık gelen, müzminleşen nezle vereme dönüşürse, bu da işte öyledir! bu yüzden çok gelişmiş ruhlar, hastalıkların ötesine geçmişlerdir ama her ne kadar mükemmelliğe yakın olsalar da hâlâ duygusallıkları vardır.

syf•266—

lucius annaeus seneca
ahlak mektupları

türkçesi: türkân uzel

jaguar kitap
tinsel ya da toplumsal her türlü önyargıdan ne kadar uzak durursak duralım, bir ölçüde etkilerinde kalırız, hatta yaşayışımızı bunların en iyilerine (iyi ve kötü önyargılar vardır) uydururuz. böylece uyumsuz insan, gerçekten özgür olmamış olduğunu anlar. daha açık konuşmak gerekirse, umut ettiğim ölçüde, bana özgü bir gerçeğin, bir varoluş ya da yaratış biçiminin kaygısını duyduğum ölçüde, sonra yaşamımı düzenlediğim ve böylece onun bir anlamı olduğunu benimsediğini tanıtladığım ölçüde, kendime engeller yaratır, yaşamımı bu engellerin içine kapatırım. bende ancak tiksinti uyandıran ve şimdi iyice görüyorum, insan özgürlüğünü ciddiye almaktan başka bir şey yapmayan birçok kafa ve yürek memurunun yaptığını yapmış olurum.

uyumsuz şu noktada aydınlatıyor beni: yarın yoktur. bundan böyle derin özgürlüğümün ussal dayanağı bu işte. burada iki karşılaştırma yapacağım. önce gizemciler kendilerine verecek bir özgürlük bulurlar. tanrılarına gömülmekle, onun kurallarına boyun eğmekle, kendileri de gizliden gizliye özgür olurlar. kendiliğinden benimsenmiş tutsaklıkta derin bir bağımsızlık bulurlar. ama bu özgürlüğün anlamı nedir? her şeyden önce kendi kendilerine karşı kendilerini özgür buldukları, özgür olmaktan çok serbestliğe kavuştukları söylenebilir. aynı biçimde, tümüyle ölüme (burada en çok uyumsuzluk olarak alınan ölüme) yönelmiş uyumsuz insan, benliğinde billurlaşan tutkulu dikkatten başka her şeyden sıyrıldığını duyar. ortak kurallar karşısında bir özgürlük tadar. burada varlıkçı felsefenin başlangıç izleklerinin tüm değerini sakladıkları görülüyor. bilince dönüş, günlük uykunun dışına kaçış, uyumsuz özgürlüğün ilk adımlarını belirtir. ama amaçlanan varlıkçı din söylevi onunla birlikte de temelde bilinçten sıyrılan şu tinsel sıçramadır. aynı biçimde (ikinci karşılaştırmam bu), ilkçağ tutsakları da kendi kendilerinin değillerdi. ama kendilerini hiç sorumlu bulmamaktan başka bir şey olmayan özgürlüğü tanırlardı. ölümün de ezen, ama kurtaran, soylu romalı elleri vardır.

syf•64—65

albert camus
sisifos söyleni

türkçesi: tahsin yücel
can yayınları
bazen olanların hiçbirinin olmadığı duygusuna kapılıyorum, her şeyin aynı zamanda hem olup hem olmadığı duygusuna, çünkü hiçbir şey kesintisiz olmuyor, hiçbir şey sürekli değil, sürüp gitmiyor, hiç durmadan hatırlanamıyor ve var olanların en rutinine en sıradanına kadar her şey görünüşteki tekrarının içinde inkâr ediliyor ve yok oluyor ta ki her şey ve herkes önceden olduğu şey ya da kişi olmaktan vazgeçene dek ve dünya söylenmeyeni, olmayanı, bilinmeyeni ve kanıtlanamayanı bilen, gören, duyan belleksizlerin iteklemesiyle belli belirsiz dönmeye devam ediyor.

bazen verilenin verilmeyenle eş, sakındığımız ve uzak durduğumuz şeylerle tutunduğumuz ve yakaladığımız şeylerin özdeş olduğu duygusuna kapılırım, yaşadıklarımızla hiç denemediklerimizin aynı olduğu duygusuna; bununla beraber hayat devam eder, hayatı seçerek, eleyerek, reddederek ve bu özdeş şeyleri birbirinden ayıran bir çizgi çekerek devam eder ve o çizgi ister anında ister zaman içinde, kendi hikâyemizi hatırlayıp anlatabildiğimiz ve böylelikle silinebilen ya da silikleşen, yaptığımız ve olduğumuz her şeyin geçerliliğini kaybettiği biricik hikâye haline getirir. tüm zekâmızı, tüm duygularımızı, tüm tutkumuzu aynı seviyeye gelecek ya da zaten öyle olan şeyleri birbirinden ayrıştırma görevine harcarız, bu yüzden de hep pişmanlıklarla, kaçırılmış fırsatlarla, doğrulamalarla, onaylamalarla ve yakalanmış fırsatlarla doluyuz, gerçekte hiçbir şeyin doğrulandığı yokken ve her şey durmadan elimizden kayıp giderken. bütün diye bir şey yok ya da belki de hiçbir zaman hiçbir şey olmamıştır.

syf•243—

javier marías
beyaz kalp

türkçesi: bülent kale
yky
42

hannah arendt'ten martin heidegger'e
heidelberg, 22.04.1928

şu an gelmeyişini anladığımı sanıyorum. ama buna rağmen bir korku alıyor beni; bu günlerde birden bire gelen, içime nüfus eden tanımsız bir korku.

sana, durumun kuru bir tasvirinden başka söylemek istediğim hiçbir şey yok. seni ilk günkü gibi seviyorum, bunu biliyorsun. görüşmemizden önce ben de biliyordum bunu.

bana gösterdiğin yol düşündüğümden çok daha uzun ve zor; bütün bir hayatı talep ediyor.

bu yolun ıssızlığı seçilmiş bir ıssızlık ve bu yol benim payıma düşen biricik yaşama şansı.

kaderin hükümsüz kıldığı bu ıssızlık, sadece tecrit olmaksızın dünyada yaşama gücünü elimden almayacak, aynı zamanda uzun, üstünden sıçrama imkânı olmayan, dünyanın içinden geçmesi gereken yolun kendisini de kapatacak bana.

bunu bilmek sadece senin hakkın olabilir, çünkü bunu daha önce de biliyordun. sanırım, sonunda susacağım yerde de, hakikate muhalefet ediyor olmayacağım.

ben daima benden talep edilenden fazlasını veririm. benim yolum aşkımızın bana yüklediği ödevden başka bir şey değil.

sana olan aşkımı kaybedersem, yaşama hakkımı kaybetmiş olurum. fakat aşkın beni mecbur ettiği bu ödevden kaçacak olursam aşkımı ve onun gerçekliğini kaybederim.

“ve tanrı izin verirse
ölümden sonra seni daha çok seveceğim.”

h.

syf•63—

hannah arendt
martin heidegger

mektuplar (1925—1975)

türkçesi: melek paşalı
kaknüs yayınları
yaşamı olaydan yoksun olduğundan bir olay onun başına ancak babam vasıtasıyla gelebiliyordu. tarihini de yitirmişti. onun tarihi artık, kaçınılmaz olarak, babamın tarihi demekti. bir sabah, fabrikadan evi arayıp iş başındayken sırtına bir ağırlık düştüğünü söylediler. doktorların tahmini babamın birkaç yıl yatalak kalacağı yönündeydi. maaşı kesilecek, tazminat olarak yalnızca devletin bağlayacağı birkaç sosyal yardımdan faydalanabilecekti. annemle babam yoksulluktan doğruca sefalete geçtiler ve annem biraz para kazanmak için onu tüketen, tiksindiği bir işi yapmak, kasabadaki yaşlıların bakımına gitmek zorunda kaldı.

şartlar gereği babam bütün günü evde geçiriyordu ve annemi asıl boğan da buydu: “eskiden gündüzleri olmazdı da ev bana kalırdı en azından.”

babam acı çekiyordu, acı dinmek bilmiyordu ve babam, acı çeken insanların çoğu gibi, çektiği acıya başkalarının da ortak olmasını istiyordu. anneme karşı giderek saldırganlaşıyor, ona başkalarının önünde “koca göt”, “şişko”, “dana” gibi incitici lakaplarla hitap ediyordu.

annem kendini savunmak için çareyi adaletsiz birine dönüşmekte buluyordu: “azıcık götünü kaldırsa da bir iş bulsa ya. canım acıyor diyor ama abartıyor, beni mi kandıracak?”

syf•29—30

édouard louis
bir kadının kavgaları ve dönüşümleri

can yayınları
atay'ın 1976 yılına ait günlük notları mutluluk pırıltıları içermekten çok uzaktır; yaşamdan bezmiş, kendine güvenini yitirmeye başlamış birinin elinden çıkmış izlenimi verir: “günlük sıkıntı ve öfkelerle geçiyor hayat. otomobilin tamiri, para hesabı, neden yazdıklarımı anlamıyorlar, neden çevrede kimse yok v.s. belki de anlaşılacak, önemsenecek bir şey yazmadım, yapmadım. sadece yazı hayatı denilen çamura bulaştım, yeni öfkeler edindim, o kadar.” (g.222) ne olursa olsun, yazmak onun yaşamıdır artık; her şeye karşın “yapılacak çok iş var,” diyordur: “halit'in senaryosu, büyük roman, kemal tahir-halit ziya-ahmet hamdi tanpınar incelemeleri, hikâyeler...” sonra hemen ekliyordur bezgin: “i̇çim istemiyor ne var ki. i̇nsanlarımızın ilgisizliği, uzaklığı canımı sıkıyor.” yaşamın taşıdığı huzursuzluk/sıkıntı/mutsuzluk gece düşleriyle bütünleşiyordur: “bir şeyler gidip geliyor. rüyalarımda bir şeyler oluyor. günlük kaygılara kapıldım anlaşılan,” (g.220) diyordur, düşlere önem veren, onların taşıdığı olası gizden etkilenen birinin endişeli ilgisiyle.

1976 yılının sonbahar aylarında atay'ın içine düştüğü bezginliğin iyice arttığı görülür: “bir süre evde -genellikle oturmaya ve kendimi yaşantı ve kafa olarak çevreden tecrit etmeye niyetliyim. i̇nsanların “casual” sözleri beni fazla incitmeye başladı,” (g.264) demektedir. düş kırıklıkları ise birbirini kovalıyordur. mayıs ayı başlarında ankara'ya gidip bilgi yayınevi ile görüşmüştür: “ahmet küflü 'tutunamayanlar'dan başlayarak kitaplarımı sırayla basacak (...) 'tutunamayanlar'ı verdim. sonbahara çıkacak, (attilâ i̇lhan'ın sözü.)” diye büyük bir mutlulukla, bir müjde tonu içinde halit refiğ’e mektubunda bildirdiği haber gerçekleşmemiştir. üstelik o dönemde entelektüel düzlemde en fazla kafa barıştırdığı kişi olan halit refiğ’in bile edebiyat estetiği alanında yaptıklarını farklı değerlendirmesinin, atay'ın edebiyat dünyasındaki yalnızlığına tuz biber ektiği de ortadadır: “halit de mektubunda yazmıştı: batılılar aydınların sızlanıp durmasından bıkmış. dil özellikleri gösteren kitaplarım onlar için yeni bir şey değilmiş. doğu'dan yeni bir şey getirebilirsem... v.s. bu sözler de beni dehşete düşürüyor; anlatmak istediğimi tam -ya da hiç- veremiyorum demek ki. ya da öyle bir şey işte anlattıklarım.” (g.262) mutsuzluk ve umutsuzluğun dorukta yaşandığı günlerdir bunlar: “yaşarken unutulup gitmek. bense neler düşündüğümü sanıyorum,” (g.262) diyordur. aynı günlük notunun ilerleyen satırları ise, şimdi bir dostluk ilişkisi içinde olduğu uzaklardaki eski sevgilinin güçlü moral desteğinin hâlâ sürdüğünü gösteriyordur: “neyse -sevin'in dediği gibi- herhalde bu endişeleri bir yana bırakmalı.”

syf•527—528

yıldız ecevit
ben buradayım

iletişim yayınları
tiyatro bize bir hakikat öğretebilir, ama bu ancak kendi varlığımızın yanıltıcı doğasının hakikatidir. hayatlarımızın rüyalara ne kadar benzediğini, kısalığını, değişkenliğini, temelsizliğini göstererek bizi uyarabilir ve bu şekilde faniliğimizi hatırlatarak tevazu erdemini aşılayabilir. bu kıymetli bir başarıdır, çünkü ahlâki sıkıntılarımızın çoğu bilinçdışımızdaki sonsuza dek yaşayacağımız varsayımından kaynaklanır. halbuki yaşamlarımız fırtına'nınki kadar kategorik bir son bulacaktır. bununla birlikte, bu durum kulağa geldiği kadar rahatsız edici değildir. eğer varlığımızın prospero'nun ya da miranda'nınki kadar kırılgan ve geçici olduğunu kabul edebilirsek, bundan fayda da sağlayabiliriz. hayata daha endişesiz bir şekilde bağlanabilir, böylece hem hayattan daha çok keyif alabilir hem de başkalarına daha az zarar verebiliriz. belki de prospero'nun, bağlamda biraz tuhaf kaçsa da, keyfimizi bozmamamızı istemesinin sebebi budur. her şeyin geçici olması hepten üzüntü verici bir şey değildir. aşkın da güzel bir şişe şarabın da sonu gelir, ama savaşların ve zalimlerin de öyle.

syf•58—

terry eagleton
edebiyat nasıl okunur

türkçesi: elif ersavcı
iletişim yayınları
…önemli olan bir kaçma imkânı, değişmez ve şaşmaz bir gidişatın dışına atlayış, umudun bütün şanslarını taşıyan delice bir koşuştu. tabii umut, koşup giderken bir sokağın köşesinde, daha kurşun havadayken vurulup ölmekti. fakat iyi düşünülürse, hiçbir şey bana bu kadar talihli olabileceğimi umdurmuyor, aksine her şey bunu engelliyor, mekanizma beni sımsıkı kavrıyordu.

syf•99—

albert camus
yabancı

türkçesi: samih tiryakioğlu
can yayınları
bu gürültü neden
sessizce sevmek ve yaratmak varken

sessizce bilmek ve görmek varken
bu gürültü neden

sessizce üşümek ve olmak varken
ölümle yüz yüze yaşamak varken
bu gürültü neden

syf•269

özdemir asaf
benden sonra mutluluk

yky, 2010
1836

az önce insanların neşesine neşe kattığım bir partiden geldim; dudaklarımdan nükteler döküldü, herkes güldü ve bana hayran kaldı —fakat ben ayrıldım— bu çizgi dünyanın yörüngesi kadar uzun olmalı —————- ——————— ————————-— ——— ————— —————— ——————————————————— ————————— ———————————— ve kendimi vurmak istedim.

syf•30—

søren kierkegaard
kahkaha benden yana

türkçesi: nedim çatlı
ayrıntı yayınları
basit şeylerin arkasına gizleniyorum, beni bulasınız diye;
beni bulamazsanız, nesneleri bulacaksınız,
dokunacaksınız elimin dokunduğu yere,
birleşecek ellerimizin izleri.

yannis ritsos
şiirler

varlık yayınları, i̇stanbul 2005

s•233—

***

yalınlığın anlamı

yalın şeylerin arkasına gizleniyorum beni bulasın diye;
beni bulamazsan, eşyayı bulacaksın,
elimin dokunduğu şeylere dokunacaksın,
parmak izlerimiz karışacak birbirine.

ağustos mehtabı ışıyor mutfakta
kalaylanmış bir tencere gibi (sana bu söylediklerim yüzünden öyle görünüyor),
boş evi ve evin diz çökmüş sessizliğini aydınlatıyor
sessizlik hep öyle diz çökmüş gibi kalıyor

her sözcük bir geçittir
bir buluşmaya, çoğu zaman vazgeçilen,
işte o zaman doğrudur o sözcük: buluşmakta direttiği
zaman.

syf•75—

yannis ritsos
bütün şiirlerinden seçmeler

türkçesi: cevat çapan
kavram yayınları, 1995
hayat aşağı yukarı sıkıntıdan ibarettir. fakat hayatın kıymetini de ancak sıkıntı sırasında ve sıkıntı sayesinde fark ederiz. bir kere sıkıntı içinize sızdı mı ve onun görünmez hegemonyasına kapıldınız mı diğer her şey anlamını yitirir. aynısı acı için de geçerlidir. kuşkusuz. fakat acının yeri bellidir, halbuki sıkıntı yeri belli olmayan, kaynağı belirsiz, sizi kemiren bir ıstıraptır. hiçbir şeyi yoktur. tarif etmesi imkânsız, kayıp giden o hiçbir şey vardır sadece. etkisi bile belli belirsiz hissedilen saf bir aşınma. sizi yavaşça kimselerin farkına varmadığı bir yıkıntıya dönüştürür. neredeyse kendiniz bile farkına varmazsınız.

syf•122—

emil michel cioran
parçalanma

türkçesi: siren idemen
metis yayınları