tabutmag forum – tabutmag, edebiyat, sinema, tiyatro ve görsel sanatlar alanında ilgililere nitelikli ve özgün içerikler sunar.
[ss, hayatı boyunca sözcük listeleri yaptı ve bazen bu listelere birinin adını ya da kısa gözlemlerini de ekledi. bu tarihsiz, ama 1949 sonbaharına ait liste onun bu alışkanlığını ve alışkanlığın nasıl ikinci doğası haline geldiğini gösteriyor.]

efemine
uyurgezerlik
hararetli
detumesans
darmadağınık
çok cerbezeli, çok ussal
donuk
entrikaci
yozlaşmış vakar
uyuntu
ağıtsal
meleager
kullanılabilirlik
leoparımsı
ammeye ait
harriette wilson
garbure çorbası
doygun
sukulent
aldoux huxley'in ehliyetli entelektüel zorbalığı
sarı defter kıymeti
ketum
metanetli
bilgiçlik + çapkınlık
garaz
yontulmamışlık pirnal
klakson

kaya havuzu - cyril connolly, s. 213

"... öyleyse belki hepimiz insanların bizi ilk olarak arzulanır bulduğu zamanki süslerimizi bilinçdışı süreçlerle korumaya çalışıyoruz."

s.52-53

susan sontag
yeniden doğan
günlükler ve defterler, 1947, 1963

türkçesi: begüm kovulmaz
agora kitaplığı
spinoza çok çok basit bir şey söylemek istemektedir: keder insanı zeki kılmaz. kederlenince hapı yutmuşsunuz demektir. i̇şte bu yüzdendir ki iktidarların yönetilenlerin üzüntülerine ihtiyaçları vardır. endişe hiçbir zaman zekânın ya da dolu bir hayatın kültürel oyunu haline gelememiştir. ne zaman ne sürece kederli bir duygunuz varsa, bunun nedeni sizin bedeniniz üzerinde bir bedenin, sizin ruhunuz üstünde bir ruhun, sizinkine uygun olmayan bir ilişkiler ve koşullar çerçevesinde sizi etkilemesidir. o andan itibaren kederde hiçbir şey sizi bir ortak mefhum oluşturmaya götürmeyecektir. yani, iki beden ve iki ruh arasında ortak olan herhangi bir şeyin fikrini oluşturamayacaksınız. spinoza'nın söylemekte olduğu şey bilgelik doludur. i̇şte bu yüzden ölümü düşünmek en berbat şeydir. ölüm üzerine meditasyon olarak işleyen tüm bir felsefi geleneği karşısına almaktadır. formülü felsefenin hayata dair bir meditasyon olduğudur, ölüme dair değil. elbette, çünkü ölüm her zaman kötü bir karşılaşmadır.

s.35-36

gilles deleuze
spinoza üstüne on bir ders

türkçesi: ulus baker
öteki yayınevi
kendini tanımak için (geçmiş toplumları tanıdığımız gibi) gelecekte yer aldığını iddia etseydi, amacına asla ulaşamayacaktı: geleceği tanımamakta ya da kısmen neler olacağını bilse bile, bunu içinde barındırdığı önyargılarla, yani dönüp gelmek istediği çelişkiden yola çıkarak yapmaktadır. egemen sınıfın ideolojisini yargılamak için, ideal olarak, kendini toplum dışında bir yere koymaya çalışsaydı, yaptığı en iyi şey çelişkisini de yanında götürmek olurdu; en kötüsündeyse, orta sınıfların üstünde (ekonomik açıdan) yer alan ve onlara tepeden bakan büyük burjuvaziyle özdeşleşir ve bu arada, hiç sorgulamadan onun ideolojisini kabul ederdi. o halde, içinde yaşadığı toplumu anlayabilmesi için aydının önünde tek bir yol var: o da, toplumu ezilenlerin bakış açısından ele almak.

s.48-

jean-paul sartre
aydınlar üzerine

türkçesi: aysel bora
can yayınları
pinkie dünyadan ruhsal bir aristokrat tarzında nefret etmektedir. bir tür nihilisttir kendisi ve nihilist en yüce sanatçıdır. nihilist bir sanatçıdır çünkü kendisini büyüyle hiçliğe dönüştürür; bu öylesine saf bir hiçliktir ki bütün diğer yaratılanları fiziksel zafiyetleri ve kusurlarıyla olumsuzlamaktadır. günah işlemek, sıradan bir tatlı su iffetlisi olmanın ötesine geçmenin muhteşem bir yoludur. greene gibi sapkın ve heterodoks katolikler günahkârlardır belki ama en azından ruhsal yönden sıkıcı terbiyelilerden daha çekicidirler. seçkin bir kulüpten atılmak, o kulübe hiç davet edilmemekten daha fiyakalıdır. kötü, ona sırtını dönebilmek için aşkınlığı bilmek zorundadır; oysa erdemliler, kucaklarına düşse bile aşkınlığı tanıyamazlar.

pinkie ve rose, yani ağırbaşlı zanlı ve safdil bakire arasında bir başka uzlaşma daha var. rose tamamen iyi olduğu için pinkie'nin katil olduğunu bilmesine rağmen onu affeder. i̇yiler sevgi ve bağışlayıcılıklarını esirgemeyerek kötüleri kabul ederler. ama kötülere sırtlarını dönmeyerek, karşı konamaz bir şekilde kötülüğün yörüngesine girerler. trajik günah keçisi kavramında yaşanan işte böyle bir şeydir. i̇sa, örneğin, günahsız olabilir ama aziz paul insanlığı kurtarmak için onun günaha "dönüştürüldüğünü" söyler. bir kurtarıcı, insanları neden kurtardığını avucunun içi gibi bilmelidir, günahtan bağnazca kaçmamalıdır. aksi takdirde kurtuluş içerden değil de dışarıdan gelmiş olur ki bu da kurtuluşun ruhuna aykırıdır.

s.52-

terry eagleton
kötülük üzerine bir deneme

türkçesi: şenol bezci
iletişim yayınları
soyutlama bizi düşmanımıza egemen olmaya ya da ondan kaçınmaya yarayacak genel yasalar bulmaya zorlarken, tehlikenin ortadan kalkması zihinsel uyuşukluğa yol açar.

ayrıca mizahın da durumları bambaşka bir şeye dönüştürme gücü vardır, ağır bir trajediyi hafif bir coşkunluğa çevirebilir: "mizahın kıyılarında ben ölümün, yalanın, aşağılanmanın, yalnızlığın, gergin ve katlanılmaz bir hassasiyetin, görünüşlerin reddedilmesinin, saklanan bir sırrın, sonsuz bir mesafenin, haksızlığa karşı bir çığlığın olduğunu hissettim." françois billetdoux, mizah adına katlanılmaz bir hassasiyet ve ölümcül bir sırdan söz eden bu satırları yazarken, roberto benigni'nin hayat güzeldir (1998) filmini tanımladığını bilemezdi. filmde yapılan, auschwitz'in alaya alınması değil, tam tersine mizahın koruyucu işlevinin hangi bedele mal olduğuyla birlikte ortaya konmasıdır: birinci perdede, saldırganın farkında olmaksızın komik duruma düştüğü bir şenlik havası içinde mizah ve neşe henüz iç içedir. i̇kinci perdede, kurbanlar mizah duyguları sayesinde katlanılmaz olana katlanabilme gücü bulur. üçüncü perdedeyse, hayatta kalabilenler oyunu kazanır. "gülmekten öldürür bu." filmin bu son cümlesi bize savunma mekanizmalarının ikircikliğini gösterir: bizi korur ama bedelini de öderiz.

s.5-

boris cyrulnik
şahane bir mutsuzluk

türkçesi: hasan can utku
monografi yayınları
azizlik ve barbarlık birer istisna, hatta sınır durumlar. gerçek yaşamımızın neredeyse tamamı bu ikisi arasında geçer. sevginin yettiği azizlik anında ya da hukuk ve nezaketin artık yetmediği barbarlık anında olmadığımızda, numaralarla (ikiyüzlülük) ya da daha sıklıkla (kimseyi kandırmaya çalışmadığımızda) gerçek gibi olanlarla yaşarız: ahlaklıymışız gibi yaparız, görgü kuralları ve yasallık denen şey budur; seviyor gibi yaparız, ahlak denen şey budur. bu sevgiden daha az mı iyidir? kuşkusuz. ama barbarlıktan çok daha iyidir! tüze ve nezaket asla kimseyi kurtarmamıştır. suçluluk ve kabalık ise hiç kurtarmamıştır.

tüm ahlaki erdemlerin bir bakıma neden sevgiye benzediği anlaşılmaktadır: çünkü yokluğunda onu taklit etmektedirler, çünkü (eğitim yoluyla) ondan gelmektedirler ya da (taklit, sadakat ya da minnet yoluyla) ona yönelmektedirler. "i̇kiyüzlülük, ahlaksızlığın erdeme gösterdiği saygıdır," der la rochefoucauld. ben de, erdemlerimiz, olmadığı yerde sevgiye, tüze ve nezaket ise, yetmediğinde ahlaka gösterdiğimiz saygıdır, diyeceğim. pascal, düşünceler'de bunu güçlü bir şekilde ifade etmiştir: "i̇nsanın büyüklüğü, dünyevi zevklere olan eğiliminden dahi, hayranlık verici bir yasa çıkarabilmiş ve onu bir sevgi tablosu yapabilmiş olmasıdır." bu yalnızca bir aldatmadır kuşkusuz ama yine de çırılçıplak kinden yeğdir. sevgi, tüze ve nezaketten yeğdir. uygarlık, barbarlıktan iyidir.

s.29-30

andré comte-sponville
cinsellik, aşk ve ölüm

türkçesi: canan özatalay
i̇letişim yayınları
son çağ bazan politik ya da sosyal nedenlerle değerlenmiştir. bazı kişiler -sözgelişi eski çin'de, kadınlar- olgunluk çağının sert şartlarına karşı, yaşlılıkta bir sığınak bulmuşlardır. başkaları ise hayati bir karamsarlıkla yaşlılığa sarılmışlardır: yaşamak tutkusu insana bir felâket kaynağı gibi görünürse, buna bir yarı ölümü tercih etmek çok daha mantıklı olur. fakat insanların çok büyük bir çoğunluğu yaşlılığı hüzün ya da isyan içinde karşılarlar. yaşlılık, ölüm kadar tiksinti uyandırır insanoğlunda.

ve gerçekten de, hayatın karşıtı, ölümden çok yaşlılık olmalıdır. yaşlılık, hayatın alaylı bir benzeridir. ölüm, hayatı bir alın yazısı haline dönüştürür; bir bakıma hayata bir boyut kazandırarak, kurtarır onu: «tıpkı kendisi gibi en sonunda ölümsüzlük onu da değiştirir.» zamanı ortadan kaldırır. şu toprakta açılan çukura gömülen adamın son günleri, diğer günleri gibi gerçekten yoksundur; varoluşu, bölümleri de hiçlik tarafından kavranmış gibi hazır olan bir bütün olmuştur. victor hugo hem 30 yaşındadır, hem de asla 80 yaşına varmamıştır. fakat 80 yaşında iken, yaşanmış şimdiki zaman, geçmişi yokediyordu. bu üstünlük, şimdiki zamanın, eski durumunun bozulmuş şekli ya da yalanlaması oluşu halinde -yani hemen hepsi-, pek hüzün vericidir. sönen bir hayat, eski olaylar, edinilen bilgi, yerini korur: bunların hepsi olup bitmiştir. anılar silinince, alaylı bir gecenin karanlığında batıp giderler: hayat çorap söküğü gibi kayar gider, ihtiyarın elinde sadece şekilsiz birtakım yün parçacıkları bırakır. daha da beteri, içini saran kayıtsızlığın tutkularını, inançlarını, faaliyetlerini inkâr etmesidir: sözgelişi bay de charlus'ün varoluşunun nedeni sayılan aristokratlık gururunu bir şapka darbesiyle yıkışı, arina petrovna'nın nefret ettiği oğluyla barışması gibi. rousseau'nun deyimiyle, boşuna çaba harcandığını, elde edilen sonuçlara hiçbir değer verilmediğini gördükten sonra, bu kadar çalışmak niye?

s.433-434

simone de beauvoir
yaşlılık (son çağı)

türkçesi: m. ali kayabal

i̇kinci kitap, kasım 1970
milliyet yayınları
moda ve görünüş terimleriyle söylenirse, aranan şey güzellik ya da cazibe değil artık; görüntü.

her kişi kendi görüntüsünü arıyor. kendi varoluşunu ileri sürmek artık olanaklı olmadığından, ne var olmayı ne de bakılıyor olmayı dert etmeksizin boy göstermekten başka yapılacak bir şey kalmıyor geriye. varım, buradayım değil; görülüyorum, bir imajım; bak bana, bak! narsisizm bile değil bu; sığ bir dışadönüklük, herkesin kendi görünüşünün menajeri haline geldiği bir tür reklamcı saflığı.

macluhan'ın deyişiyle, hâlâ bakışı ve hayranlığı üzerine çekebilen modanın tam tersine, “görüntü”, özel anlam taşımayan, ayrıksı bir etki yaratan video görüntüsü gibi, dokunmatik ekran görüntüsü gibi bir tür asgari, en az tanımlı imajdır. görüntü, şimdiden moda olmaktan çıkmış, modayı aşmış bir biçimdir. artık bir fark mantığı bile değildir bu, bir farklılıklar oyunu değildir, farklılığa inanmaksızın farklılık süsü verir.

farksızlıktır bu. kendi olmak, geçici ve yarını olmayan bir başarıdır, yapmacıksız bir dünyada tadı kaçmış bir yapmacıklık haline gelmiştir.

s.27—

jean baudrillard
kötülüğün şeffaflığı
aşırı fenomenler üzerine bir deneme

türkçesi: emel abora, işık ergüden
ayrıntı yayınları
cezaevinde ece ayhan tarafından ilhan berk’e yazılmış iki mektup: (1969)

7 ocak 69*

girer girmez benimsedim. yadırganası ne var? buradaki insan bir şeyler ister. bir; durumun elverirse, şubat ya da martta, bir elde, iki elde, nasıl olursa işte, orta bir para gönderebilir misin? (ayşe deniz, dolaybağı I anadoluhisarı - ist.) iki; adalet bakanlığında tanıdık varsa, şile için dilekçe verdim, oraya göndersinler, "sürgün"e gitmek uzaklık.

bir yıla yargılıyım, âbisi, olursa 8 ay yatacağız topu. yani temmuz ortası dışardayım. korkma özgürlük incinmiyor.

sinema çalışıyorum.

robinson crusoe okudum.

dörtyüz kardeşiz burada. artıyoruz, azalıyoruz. hepsinden sabah selam ilhan.

edibe hanıma selam.

hoş çakal, hoş tilki. arkadaşlıklar.

***

26 ocak 69

merhaba ilhan,

gecikerek yazdım. hâlâ dışardaymışım gibi.

selam, sabahla başlamalı. oluruna bıraktım gitmeyi kalmayı. ama buradayım şimdilik.

her şey gerçekleşir. kitaplıktayım sanki. bir başkası insan kitaplığı diyebilir.

ne yapayım sinema peşimi bırakmıyor.

sonra müebbetlerle, ebediyenlerle aram iyi. i̇stanbul'a inersen bir gün görüşelim.

anneme, olabilirse, 500 t.l., bir elde, iki elde, şubat ya da mart, gönderebilirsen iyidir. adresi yazmıştım ya, bir daha (ayşe deniz, dolaybağı I, anadoluhisarı - ist.).

arada bir iki kitap dergi olursa ilginç.

bir şeyler vardı, eli kulağındaydı, yayınlıyamadan girdik buraya. şimdi başka şeyler var. şiiri şairlere bırakalım.

imgelemim iskenderiye'de, viktorya koleji'nde bir oğlum'da yazsam
inanır mısın?

sana, edibe hanıma, oğluna selam. hoş tilki.

ece ayhan,
hoşça kal – ilhan berk’e mektuplar

s.7-8
yky
"çocuk, çıplak pencereden serin ve siyah tepelerdeki geceye bakıyordu ve gözleri önünde açılan bu görünümü şaşkınlıkla algılıyordu: puslar üzerinde hareketsiz bir berraklık. karanlıkta hışırdayan yapraklar arasında tepeler beliriyordu. günün tüm izleri, yamaçlar, ağaçlar, üzüm bağları, tepeler üzerinde renksiz ve ölüydü ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiçti."

tezer özlü
yaşamın ucuna yolculuk

s.36-
yky
xix

ah! sonsuzluk! sonsuzluk, devasa çukur, derin uçurumlardan, bilinmeyenin en yüksek bölgelerine tırmanan sarmal; hepimizin, içinde, baş dönmesine kapılmış halde dönüp durduğumuz eski fikir, herkesin içinde taşıdığı uçurum, uçsuz bucaksız uçurum, dipsiz uçurum! i̇stediğimiz kadar günler boyu, geceler boyu, endişelere gark olmuş vaziyette kendi kendimize soralım: "nedir bu kelimeler: tanrı, ebediyet, sonsuzluk?" bir ölüm rüzgarı tarafından sürüklenerek bunun içinde dönüp duruyoruz, kasırga tarafından yuvarlanan yapraklar gibi. öyle geliyor ki, sonsuzluk bizi kuşkunun bu devasa beşiğinde sallamaktan o zaman zevk alıyor.

mamafih kendimize hâlâ şöyle diyoruz: "aradan yüzyıllar, binlerce yıl geçtikten sonra, her şey eskimiş olacağı zaman, orada bir sınır taşı olması gerekecek." heyhat! ebediyet önümüzde dikiliyor ve biz ondan korkuyoruz, bu kadar uzun sürmesi gerekecek olan şeyden korkuyoruz, biz ki o kadar az sürüyoruz.

bu kadar uzun!

kuşkusuz, dünya artık olmadığı zaman, o zaman yaşamayı ne çok isterdim, doğasız yaşamayı, insansız, o boşluk ne büyüklüktür! kuşkusuz o zaman, karanlıklar olacak, eskiden dünya olmuş olan biraz yanmış kül, ve belki birkaç damla su, deniz. tanrım! hiçbir şey! sadece boşluk... sadece, enginlikte bir kefen gibi uzanan yokluk.

ebediyet! ebediyet! bu her daim sürecek mi? her daim, sonu gelmeksizin?

ama öte taraftan, kalacak olan, dünyanın kalıntılarının en küçük parçası, ölmekte olan bir yaratılışın son nefesi, boşluğun kendisi bile, var olmaktan bıkmış olacak; her şey mutlak bir yıkımı çağıracak. bu sonu olmayan şey fikri betimizi benzimizi attırıyor, heyhat! ve biz o şeyin içinde olacağız, şu an yaşayan bizler - ve bu enginlik hepimizi yuvarlayacak. ne olacağız? bir hiç olacağız, bir nefes bile değil.

uzun süre, tabutlardaki ölüleri düşündüm, bu halde yerin altında, gürültüyle, homurtularla ve çığlıklarla dolu yerin altında geçirdikleri uzun asırları, onlar ki çürümüş tahtalarının içinde öyle sakindirler ve kasvetli sessizliklerini bazen düşen bir saç veya biraz etin üstünde kayan bir solucan bozar. orada nasıl da uyuyorlar, yatmış halde, sessizce, yerin altında, çiçek bezeli çimenin altında!

mamafih kışın üşüyor olmalılar, karın altında.

ah! o zaman uyansalardı, yeniden yaşamaya başlasalar ve ölü çarşaflarını kaplayan bütün kurumuş gözyaşlarını görselerdi, bütün o boğuk hıçkırıkları, yüzlerdeki bütün bitik ifadeleri, terk ederken ağladıkları bu hayat onları dehşete düşürürdü, ve o kadar sakin ve o kadar gerçek hiçliğin içine geri dönerlerdi.

kuşkusuz insan, kendisine bir kez bile hayatın ve ölümün ne olduğunu sormadan yaşayabilir ve hatta ölebilir; ama yaprakların rüzgarın nefesiyle titreyişine, derelerin çayırlardaki yılankavi akışına, hayatın şeylerin içinde akarken bulanıklaşmasına ve girdaplar oluşturmasına, insanların yaşamalarına, iyilik ve kötülük etmelerine, denizin dalgalarını yuvarlamasına ve gökyüzünün ışıklarını yaymasına bakan ve kendisine: "bu yapraklar neden? su neden akıyor? hayatın kendisi neden bu kadar korkunç bir şelale ve gidip ölümün sınırsız okyanusunda kayboluyor? i̇nsanlar neden yürüyorlar, karınca gibi çalışıyorlar? fırtına neden? gökyüzü neden bu kadar temiz ve yeryüzü bu kadar rezil?", diye soran kişi için –bu sorular, içinden çıkılmayan karanlıklara götürür.

ve kuşku sonra gelir; söylenmeyen ama hissedilen bir şeydir bu. i̇nsan o zaman, kumların içinde kaybolan ve her yerde, onu vahaya götürecek yolu arayan, ve çölden başka bir şey görmeyen yolcu gibi olur. kuşku, hayattır. eylem, söz, doğa, ölüm, bunların hepsinde kuşku!

kuşku, ruhlar için ölümdür; eskimiş ırklara bulaşan bir vebadır, bilimden gelen ve deliliğe sürükleyen bir hastalıktır. delilik mantığın kuşkusudur; hatta belki mantığın kendisidir! i̇steyen kanıtlasın.

s.75-77

gustave flaubert
bir delinin anıları

türkçesi: burak zeybek
sel yayınları
"hepimiz sınıf ayrımlarına sövüp sayarız, ama çok az insan onları cidden ortadan kaldırmak ister. bu noktada, her devrimci düşüncenin gücünün bir bölümünü, hiçbir şeyin değiştirilemeyeceğine olan gizli inançtan alması olgusuna ulaşıyoruz."*

yani orwell, radikallerin devrimci değişim ihtiyacına, aslında değişimin meydana gelmesini engellemesi gereken, yani tam aksini yapması beklenen bir tür batıl simge gibi başvurduğunu söyler - tıpkı kapitalist kültür emperyalizmini eleştiren fakat kendi sahasının lüzumsuz hâle gelmesinden içten içe ödü kopan günümüzün solcu akademisyeni gibi. bu tutum, sigarayı bırakmayı seçtiği takdirde bırakabileceğine inanan sigara tiryakisininkiyle aynıdır: değişim ihtimaline, eyleme dökülmemesini temin etmek için başvurulur. derken "hızlanmacılığa" (accelerationism) varana dek (kapitalizm kendi aşırı gelişimi yüzünden çökeceği için sonuna dek onunla iştigal edelim...) hepsi aynı kapıya çıkan bir dizi strateji çıkar karşımıza. değişim ancak ve ancak çaresizliğe kapıldığımızda ve artık ne yapacağımızı bilmediğimizde eyleme dökülebilir – umutsuzluğun sıfır noktasından geçmemiz gereklidir. özetle, schubert'in winterreise'ının kapanış şarkısı "der leiermann"dakine benzer bir tersine çevirmeyi siyasette de uygulamamız gerekir. i̇lk bakışta bu şarkı, bütün umudunu, yas tutma ve çaresizliğe kapılma yetisini dahi yitirmiş hâlde sokaktaki laternacıya yakaran terk edilmiş âşığın mutlak kederini anlatır. gelgelelim, pek çok yorumcunun tespit ettiği üzere, bu son şarkı aynı zamanda yaklaşan kurtuluşun alameti olarak da yorumlanabilir. çevrimdeki diğer şarkılar kahramanın içine dönük, düşüncelere dalmış hâlini yansıtırken, bu şarkıda kahraman ilk defa dışa döner ve yas tutma yetisini bile yitirmiş ve sadece mekanik, kör hareketlerde bulunan bir başka ümitsiz zavallıyla olsa dahi, başka bir insanla asgari düzeyde bir temas, empatik bir özdeşleşme kurar. ölümünden iki yıl önce, avrupa'nın tamamında devrim olmayacağı netleştiğinde, lenin sosyalizmi tek ülkede inşa etme fikrinin safsata olduğunu bilerek şu noktaya ulaşmıştı:

"peki ya vaziyetin katıksız umutsuzluğu, işçilerin ve köylülerin çabalarını on kat artırmak suretiyle, bize uygarlığın esas gerekliliklerini batı avrupa ülkelerinin yaptığından daha farklı biçimde yaratma imkânı verdiyse?"*

*_ george orwell, wigan i̇skelesi yolu, çev.: levent konca, can yayınları, s. 164.

*_ v. i. lenin, collected works, cilt 33, moskova: progress publishers, 1966, s. 479.

slavoj žižek
umutsuz olma cesareti

türkçesi: ilgın yıldız
eksik parça yayınları
geri düşme ihtimali her zaman var. yapılan her şeyin şeffaf bir biçimde toplumun tamamına hizmet edecek şekilde planlandığı ve anlamsız işlerin yapılmadığı bir dünyada, seve seve günde iki saat asansör operatörü olarak çalışırdım.

-

eğer dünya kişinin yaptığı her şeyin şeffaf bir şekilde toplumun tümüne hizmet ettiği biçimde planlanmış olsaydı ve anlamsız işlerden vazgeçilseydi, günde iki saatimi asansör görevlisi olarak çalışarak geçirmekten mutlu olurdum.

-

if the world were so planned that everything one does served the whole of society in a transparent manner, and senseless activities were abandoned, i would be happy to spend two hours a day working as a lift attendant.

s.20—

theodor w. adorno
max horkheimer

teori ve pratik üzerine bir tartışma (1956)

türkçesi: orhan kılıç // i̇kinci çeviri: ardor-mohr
metis yayınları
vaka 15:
hafıza parçaları.

"auschwitz'te hayatta kalmayı başarmış bir kişi, oradan batıdaki diğer kampa yaptıkları ölüm yürüyüşünü hatırlayabiliyordu ve anlatabiliyordu. o korkunç gecenin olaylarını, buz gibi soğuğu ve geride kalanları bekleyen kesin ölümü tarif edebiliyordu. bütün hikâyeyi anlatacak fırsatı ya da dinleyicisi olmadığı hâlde her şeyi hatırladığından hiç şüphesi yoktu. kısa süre sonra, -tanıkların deneyimleriyle ilgili bir medya programı'nın bir parçası olarak hatırladıklarını ifade edebildi. bu durum, anılarının yalnızca belirli, birbiriyle ilgisiz bölümler ve kopuk parçalardan ibaret olduğunu gösterdi." (krystal ve farms, 2000)

birisi çocukluğunu yalnızca kısmen hatırlayabiliyor ya da hiç hatırlayamıyorsa bu unutulan bölümde travmatik bir deneyim geçirmiş olma olasılığı oldukça yüksektir. bu hafıza boşlukları travma yaşamış kişilerin mahkemelerde güvenilir şahitler olmalarını aşırı derecede zorlaştırmaktadır.

s.113—114

prof. dr. franz ruppert
travma, bağlanma ve aile konstelasyonları

türkçesi: fatma zengin
kaknüs yayınları
demokrasi olduğu şey değildir, benzediği şeydir. ambalaj kültürünün göbeğinde yaşıyoruz. evlilik sözleşmesi aşktan daha önemli, cenaze ölümden, elbise bedenden, ayin tanrıdan daha önemli. ambalaj kültürü içerikleri hor görüyor. söylenen önemli, yapılan değil. köleliğin brezilya'da bir yüzyıldan beri olmadığı varsayılıyor ama brezilyalı çalışanların üçte biri günde bir dolardan az kazanıyor ve sosyal piramit yukarıda beyaz, aşağıda siyah: en zenginler en beyazlar, en yoksullar en siyahlar. köleliğin kaldırılmasından dört yıl sonra, 1892'de, brezilya hükümeti kölelikle ilgili bütün belgelerin, kitapların yakılmasını emretti, köle şirketlerinin bilançolarının, makbuzların, şartnamelerin, kararnamelerin ve her şeyin yakılmasını emretti, sanki kölelik hiç olmamış gibi.

bir şeyin olmaması için, olmadığını açıklamak yeter. 14 haziran 1789'da kral xvi. luis günlüğüne "hiç önemli değil" diye yazdı. guatemala diktatörü manuel estrada cabrera 1902'de santa maria volkanı, lavı ve külleriyle çığ halinde püskürürken ve quetzaltenanago çevresinde yüzden fazla köyü yerle bir ederken ülkenin bütün volkanlarının sakin olduğunu açıkladı. kolombiya meclisi 1905'te birdenbire petrol fışkırmaya başlayan san andrés de sotavento ve diğer bölgelerde yerlilerin bulunmadığını kesin karara bağlayan bir yasayı onadı: olan yerliler yasadışıydı, böylelikle petrol şirketleri onları hiçbir cezaya maruz kalmadan öldürebilir ve topraklarıyla baş başa kalabilirlerdi.

s.110—

eduardo galeano
biz hayır diyoruz
(“hiç önemli değil” dedi kral)

türkçesi: bülent kale
metis yayınları
sen benim canım arkadaşım
gece arka üstü uzanıp otlara
yıldızlara baktığım zaman
kolunda karıncalar geziniyor
alnında oluyor
ellerinde gelecek günlerim
gözlerinde arkadaşlığım
i̇smini bağırıyorum dağa
sen i̇stanbul'dasın diye memnun ağaçlar
sen dünyasın diye rüzgâr esiyor
sen varsın diye insanlar iyi
böcekler yeşil yeşil
böcekler kara kara
karıncalar sevimli
çiçekler burcu burcu.
kime söyleyebilirim senden başka
denizin mavisini
dondurmacının kutusunu
çamların sesini
kime açarım senden başka
"gül bahçe"den
kim ağlar kâğıt helvalarının hikâyesinden
kim iki kahveye saadeti kilitlemiştir.
kim sever o minareyi, yüksekkaldırım'ı,
çingeneleri
alnı hülyalım
önümden insanlar geçiyor
tanıyorum hepsini
ama kim bunlar
niçin koşuyorlar şehre
bu yüzlerindeki rahatlık neden?
ben mesutken de rahat değilim.*

("yeditepe", 1 haziran 1964)

*) şiirin altında, müzedeki müsveddeden kopya edildiği yazılıdır.

s.93—95

* * *

sen i̇stanbul'dasın diye memnun ağaçlar
sen varsın diye insanlar iyi
böcekler yeşil yeşil
karıncalar sevimli
çiçekler burcu burcu
kime söyleyebilirim senden başka
denizin mavisini
dondurmacının kutusunu
çamların sesini
kime açarım senden başka
gül bahçeden
kim anlar kâğıt helvalarının hikâyesinden
kim iki kahvede saadeti kilitlemiştir.
kim sever o ince minareyi, yüksekkaldırım'ı,
çingeneleri

alnı hülyalım
önümden insanlar geçiyor
tanıyorum hepsini
ama kim bunlar
niçin koşuyorlar şehre
bu yüzlerindeki rahatlık neden
ben mesutken bile rahat değilim

("varlık", 15 kasım 1965)

*) bu şiir, bir önceki adsız şiirin yeni bir yazımı olabilir.

s.96—97

sait faik abasıyanık
şimdi sevişme vakti

bilgi yayınları, 1986
oyuluyorum şu masmavi boşluğa
gölgesiz kıpırtısız
yalnızlık sensin.

konuşuyorum kendi kendime odamda
bir portakal suyu iç, ya da içme, ne yaparsan yap
yalnızlık sensin.

bir giden, bir dönen, sonra yeniden giden
şiire dönüşen bir yalnızlıksa bu da
bir sen varsın, ordasın, kısık sesli yalnızlık sözgelimi i̇skenderiye'de bir atlıkarıncada.

(adam sanat, aralık 1985)

edip cansever
gül dönüyor avucumda

s.16—

adam yayınları, 1987
acıma layık değilim. büyük bir laf. acının sadece ben'in temeli, kuşku duyulmaz tek varlıkbilimsel kanıtı olmakla kalmayıp, bütün duygular arasında saygıya en fazla layık duygu olduğu anlamını taşıyor: değerlerin değeri. bu yüzden mişkin acı çeken bütün kadınlara hayran. nastasya filippovna'nın fotoğrafını ilk kez gördüğünde şöyle diyor: "bu kadın çok acı çekmiş olmalı." bizler daha nastasya filippovna'nın kendisini görmeden önce, bu sözcükler bir anda onun yerinin bütün diğerlerinin üstünde olduğunu ortaya koyuyor. mişkin birinci bölümün on beşinci altbölümünde nastasya'ya büyülenmiş bir halde "ben bir hiçim ama siz, siz acı çekmişsiniz," diyor ve o andan itibaren de mahvoluyor.

s.213—

milan kundera
ölümsüzlük

türkçesi: aysel bora
can yayınları, 2002
tanıdığım bir ağaç var
etlik bağlarına yakın
saadetin adını bile duymamış
tanrının işine bakın.

geceyi gündüzü biliyor
dört mevsimi, rüzgârı, karı
ay ışığına bayılıyor
ama kötülemiyor karanlığı.

ona bir kitap vereceğim
rahatını kaçırmak için
bir öğrenegörsün aşkı
ağacı o vakit seyredin.

s. 33—

melih cevdet anday
rahatı kaçan ağaç

adam yayınları, 1996
her birimizin kavraması gereken yaşamsal ve dokunaklı bir gerçek var: türümüze özgü erdemlerden her uzak düşüşümüz, kişinin kendi doğasına karşı işlediği her suç, ayrıcalıksız bilinçaltımızda bir iz bırakır ve kendimizi küçük görmemize neden olur. karen horney bu bilinçdışı algılama ve anımsama eylemini çok yerinde bir anlatım ile "kaydetme" olarak tanımlar. bizi utandıran bir davranışımız hanemize kara bir leke olarak "kaydedilir”; dürüst, güzel ve iyi davranışlarımız ise olumlu birer puan olarak. sonuçta terazinin kefesi bir tarafı gösterir. ya özsaygımız artar ve kendimizi benimseriz ya da küçük görür, aşağı, değersiz ve sevgiden yoksun hissederiz. tanrıbilimciler insanın gücü yetmesine karşın bir şeyi bile bile boşlaması günahına “miskinlik” adını vermişlerdi.

bu bakış açısı freudcu anlayışı yadsımaz. kısa ve öz bir şekilde açıklamak gerekirse, freud bize psikolojinin sayrıl (hastalıklı) yönünü gösterdi ama artık sağlıklı yanını da açığa çıkarmamız gerekiyor. belki de bu sağlık psikolojisi yaşamlarımızı denetleme ve geliştirmemizde, daha iyi insanlar olmamızda bizlere daha çok yardımcı olacaktır. bu yöntem belki de, “hastalıktan nasıl kurtuluruz” diye sormaktan çok daha fazla yarar sağlayacaktır bizlere.

özgür gelişimi nasıl özendirebiliriz? bunun için en uygun eğitim koşulları nelerdir? cinsel mi? ekonomik mi? politik mi? bu tip insanların yaşamlarına uygun bir dünya nasıl olabilir? bu tip insanlar nasıl bir dünya yaratacaklardır? hasta insanlar, hasta bir kültürün ürünleridir. sağlıklı insanlar ise ancak sağlıklı bir kültürde yetişebilir. bununla birlikte, hasta insanların yaşadıkları kültürü daha da bozduğu, sağlıklı insanların ise daha sağlıklı bir kültür yarattığı da bir gerçektir. birey sağlığını geliştirmek daha iyi bir dünya yaratmanın yollarından biridir. diğer bir deyişle, kişisel gelişimin özendirilme olasılığı yüksektir; var olan nevrotik belirtilerin yardım olmadan sağaltılabilme olasılığı ise daha düşüktür. bir insanın daha dürüst olmayı seçmesi, kendi takıntı ve saplantılarını sağaltmaya çalışmasından çok daha kolaydır.

s.10—11

abraham maslow
i̇nsan olmanın psikolojisi

türkçesi: okhan gündüz
kuraldışı yayınları
bilmemek, hatırlama, yalnızlık, yabancılaşma, yurtsuzluk, bellek ve unutuş üzerine...

23

hayır, günlükte politikaya hiçbir ima yok. dönemden hiçbir iz yok, belki sadece, geri plandaki duygusal aşk idealiyle, komünizmin ilk yıllarındaki püritanizm dışında. josef, bakir çocuğun bir itirafına takılıyor: bir kızın göğsünü okşamaya kolayca cesaret edebilmektedir, ama kalçalarına dokunabilmesi için kendi utangaçlığını yenmesi gerekmektedir. ayrıntıya önem veriyor: “dünkü buluşmada d.'nin kalçasına ancak iki defa dokunmaya cesaret edebildim."

kalçalar onu ürkütmektedir, ama duygulara da bir o kadar açtır: "beni aşkına inandırdı, birleşme vaadi benim zaferim..." (açıkçası, birleşme aşka dair bir kanıt olarak onun için fiziksel eylemin kendinden çok daha fazla önem taşıyordu) "...ama hayal kırıklığına uğradım: buluşmalarımızda hiçbir heyecan yok. ortak hayatımızı hayal etmek beni dehşet içinde bırakıyor." ve daha ileride, "kaynağını gerçek bir tutkudan almayan sadakat ne kadar da bıktırıcı."

heyecan, ortak yaşam, sadakat, gerçek tutku. josef bu sözcükler üzerinde duruyor. olgunlaşmamış biri için bunların anlamı ne olabilirdi? dalgalar kadar iriydiler ve güçlerinin asıl kaynağı belirsizliklerindeydi. çocuk tanımadığı, anlamadığı duygulanımların arayışı içindeydi. onları kız arkadaşında (yüzüne yansıyan en küçük duyguyu kollayarak), kendinde (bitmek tükenmek bilmeyen içebakış saatlerinde) arıyordu, ama onlardan hep yoksun kalıyordu. şunları o zaman not etmişti (josef bu görüşteki insanı şaşırtan kavrayış derinliğini kabul etmek zorunda kalıyor): "ona acımak arzusuyla acı çektirmek arzusu tek ve aynı arzu." ve gerçekten de sanki bu cümlenin kılavuzluğunda gibi davranmaktadır: merhamet duymak için (merhametin heyecanına varmak için), kız arkadaşının acı çektiğini görmek için her şeyi yapıyordu; ona eziyet ediyordu: "onda aşkıma karşı kuşkular uyandırdım. kollarıma atıldı, onu teselli ettim, hüznünde yüzdüm ve bir an için, içimde küçük bir tahrik kıvılcımının fışkırdığını hissettim."

josef bakir çocuğu anlamaya, kendini onun yerine koymaya çalışıyor, ama bunu yapamıyor. sadizmle karışık bu duygusallık, bütün bunlar onun eğilimlerine ve doğasına tamamen aykırı. günlükten boş bir sayfa kopartıyor, bir kurşunkalem alıyor ve cümleyi aktarıyor: "hüznünde yüzdüm". uzun uzun iki yazıya dalıyor: eskisi biraz acemice, ama harfler şimdikiyle aynı biçimde. bu benzerlikten hoşlanmıyor, bu onu öfkelendiriyor, sarsıyor. birbirine bu kadar yabancı, bu kadar zıt iki insanın el yazıları nasıl olur da aynı olur? onu ve kendini bir şey sanan bu veledi tek bir kişi yapan bu ortak özün temeli ne?

milan kundera
bilmemek

s.59—60

türkçesi: aysel bora
can yayınları
usura'yla yoktur kimsenin evi
iyi taştan
her parçası düzgün kesilmiş, iyi
oturan

(ezra pound)

Duvar
Kapı
Pencere
_____________
EV

i

anladınız konu ev.

bu da şeylerin dünyasında (dünya dediğimiz de “şeylerin yakınlığından” başka bir şey değildir) dolaşacağız demektir. hem bu dünyayı da biliyoruz. bunun için herhangi bir sözlüğü (sözlükler yaşamın embriyonlarıdır) açmak, onda gördüklerimizi alt alta yazmak yeter. her şey orda büyük bir özenle dizilmiş, sıralanmış durur.

(her şey yazılı değil midir zaten?)

s.275—

i̇lhan berk
şeyler kitabı

yky
babamın mumundan yayılan ışığın tırmanışını izlediğim merdiven duvarı uzun zamandır yok. benim içimde de, daima var olacağını zannettiğim birçok şey yok oldu, onların yerini alan yenileri ise, o sırada tahmin edemeyeceğim yeni üzüntülere ve yeni mutluluklara yol açtılar; buna karşılık, eski üzüntülerimi ve mutluluklarımı da şimdi anlamakta güçlük çekiyorum. babamın, anneme, “çocuğun yanına git,” demesi de, uzun zamandır imkânsız. böyle anları bir daha asla yaşayamayacağım. ama kısa bir süredir, kulak kabarttığım takdirde, babamın karşısında bastırmayı başardığım ve ancak annemle yalnız kaldığımızda koyverdiğim hıçkırıkları gayet iyi duyabiliyorum yine. aslında o hıçkırıklar hiç sona ermedi; şimdi etrafımda hayat daha suskun olduğu için onları tekrar duyar oldum; tıpkı gündüzleri şehrin gürültüsü tamamen bastırdığı için çalmadıklarını zannedebileceğimiz manastır çanlarının, gecenin sessizliğinde tekrar çalmaya koyulmaları gibi.

s.43—

marcel proust
kayıp zamanın İzinde — 1
swann’ların tarafı

çeviren: roza hakmen
yky
cahilin gücü

i̇tiraz edenlerin içini baştan rahatlatalım: cahili tabana yayılmış ilmin, hele ki bilginlerin ilmine karşıt bir halk ilminin emanet edildiği kişi yapmayacağız. çalışmanın sonuçlarını yargılamak, öğrencinin ilmini doğrulamak için bilgin olmak lazım. cahilse o işi yaptığında hem daha azını hem de daha fazlasını yapmış olacaktır. öğrencinin bulduğunu değil, aradığını doğrulayacaktır. dikkat edip etmediğine karar verecektir. çalışma olgusuna karar vermek için de insan olmak yeter. kum üstündeki çizgilerde insanın ayaklarını “tanıyan" filozof gibi, çocuğunu çalıştıran anne de "birlikte çalıştıklarında, cümleden bir kelime gösterdiğinde, çocuğunun gözlerinden, yüz hatlarından yaptığı işe dikkatini verip vermediği"ni anlamayı bilir. cahil hocanın öğrencisinden istemesi gereken şey, dersine dikkatli bir şekilde çalıştığını kanıtlamasıdır. az şey mi bu? bu isteğin öğrenci için bitmez bir görev içerdiği ortada. sınavdan geçiren cahil hocaya kazandırabileceği zihin açıklığı da: "cahil ama özgürleşmiş annenin baba kelimesini her sorduğunda çocuğun hep aynı kelimeyi gösterip göstermediğini fark etmesini kim engelleyecek? bu kelimeyi saklayıp “parmağımın altındaki kelime ne?” diye sormasına kim karşı çıkacak? vb., vb.

ev kadınından yemek tarifi, dindarca bir imge... açıklayıcılar kabilesinin resmi sözcüsü böyle bir yargıya varacaktı: "bilmediğimizi öğretebiliriz de yine bir ev kadını düsturu." "annelik sezgisi"nin bu konuda ev içinde bir ayrıcalık kazandırmadığı söylenecektir. baba kelimesini gizleyen parmak, “gizli veya hileyle saklanmış" anlamına gelen kalipso'nun içindekinin aynısıdır: i̇nsan zekâsının damgası, aklın en basit hilesi her birimizde ve herkeste ortak olan bu hakiki aklın, kendini en iyi, cahilin bilgisi ile hocanın cehaletinin eşitlenerek zihinsel eşitliğin güçlerini gözler önüne serdiği noktada gösteren bu aklın. “i̇nsan öyle bir hayvandır ki konuşan ne dediğini bilmiyorsa bunu çok iyi fark eder... i̇nsanları birleştiren bağ işte bu kapasitedir." cahil hocanın pratiği parası, zamanı ve bilgisi olmayan yoksulun çocuklarına ders vermesini sağlayan basit bir çare değil; ilmin yardımının dokunmadığı noktada aklın saf güçlerini serbest bırakan çok önemli bir deneyimdir. cahil birinin bir kez yaptığını bütün cahiller her zaman yapabilir. çünkü cehalette hiyerarşi yoktur. cahillerle bilginler ortak ne yapabiliyorlarsa işte ona "haddizatında zeki varlığın gücü" adını verebiliriz.

eşitlik gücü aynı zamanda ikilik ve ortaklık (communauté) gücüdür. uyumlandırmanın olduğu, zihnin bir başka zihne bağlandığı yerde zekâ olmaz. her bireyin eylemde bulunduğu, ne yaptığını anlattığı ve eyleminin gerçekliğini doğrulama olanaklarını sunduğu yerde zekâ olur. bu eşitliğin kefili, iki zekâ arasına yerleştirilmiş ortak şeydir iki nedenle. birincisi, maddi bir şey “iki zihin arasındaki yegâne iletişim köprüsüdür”. köprü geçittir, ama aynı zamanda arada bırakılan mesafedir. kitabın maddi yanı iki zihni eşit mesafede tutar, oysa açıklama bunlardan birinin öbürünü yok etmesine yol açar. fakat ayrıca şey dediğimiz de her zaman hazır bir maddi doğrulama merciidir: sınav yapan cahil hocanın artısı “sınava tabi tutulan kişinin karşısına hep maddi nesneleri, bir kitapta yazılı cümleleri, kelimeleri, duyularıyla doğrulayabileceği bir şey'i çıkarmasıdır". sınava tabi tutulan kişi açık kitaptan, kitaptaki maddi karşılıktan, her bir işaretin eğrisinden doğrulanabilecek bir söz söylemek zorundadır. i̇şte bu şey, kitap, bilginin de kapasitesizliğin de hilesini engeller. bu nedenle cahil hoca yeri gelince yetkinliğinin kapsamını genişletip, tahsil gören küçük beyin ilmini değil söylediğine ve yaptığına ne kadar dikkat ettiğini doğrular. "hatta elinde olmayan koşullar dolayısıyla oğlunu okula göndermek zorunda kalmış bir komşunuza da bu yolla yardım edebilirsiniz. komşunuz küçük öğrencinin bilgisini doğrulamanızı rica ederse, hiç okula gitmemiş olsanız bile bu soruşturma görevine canınız sıkılmasın. “neler öğreniyorsun, küçük dostum?” deyin çocuğa. —yunanca. —konu? ezop. nesi? —masalları. —sevdiğin var mı içlerinde? —birincisi. i̇lk kelime nerede? —i̇şte. —kitabını ver bana. dördüncü kelimeyi söyle bana. yaz şimdi onu. şu yazdığınız kitabın dördüncü kelimesine hiç benzemiyor. komşum, sizin oğlan bildiğini söylediği şeyi bilmiyor. dersine çalışırken veya bildiğini iddia ettiği şeyi söylerken pek dikkatli olmadığının kanıtıdır bu. söyleyin, iyi çalışsın dersine, gene geleceğim, şu bilmediğim, hatta okuyamadığım yunancayı öğrenip öğrenmediğini söyleyeceğim size."

cahil hoca cahile olduğu gibi bilgine de işte bu şekilde ders verebilir: onun sürekli aramakta olduğunu doğrulayarak. arayan her zaman bulur. i̇lle de aradığını, hele ki bulması gerekeni bulmaz. ama bildiği şey ile ilişkilendireceği yeni bir şey bulur mutlaka. püf noktası bu sürekli teyakkuz, insan aklını kaçırmadıkça dağılmayan bu dikkattir ki bu konuda bilgin de cahil gibi fevkalade başarı gösterir. hoca arayanı onun kendi yolunda, tek başına arayışa çıktığı ve aramaya devam ettiği o yolda, tutar.

s.37—-39

jacques rancière
cahil hoca
zihinsel özgürleşme üzerine beş ders

türkçesi: savaş kılıç
metis yayınları