tabutmag forum - edebiyat, kültür, perhiz
“yaşıyor olsaydın, arkadaş mıydık acaba? ben öteki çocuklara daha çok bağlıydım. ama farkında olmadan, zamanla koptum onlardan. yeniden görüşmeye başlamamız için bir telefon yetebilirdi. hiçbirimiz kavuşmanın yaratabileceği düş kırıklığını göze alamadık. senin sessizliğinse bir söz sanatına dönüştü. ama onlardan, hâlâ konuşabilmelerine karşın ses çıkmıyor. kendimi onlara onca yakın hissetmiş olsam da, aklıma gelmiyorlar. ama eskiden uzak, soğuk, gizemli duran sen, şimdi yanı başımda ışıl ışıl parlıyorsun. i̇çime bir kuşku düştüğünde, sana danışıyorum. verdiğin yanıtlar onların verebileceklerinden çok daha doyurucu geliyor bana. nerede olursam olayım, hep yanımda oluyorsun. yok olup giden onlar. sense varlığını en çok hissettirensin.”

édouard levé, i̇ntihar
türkçesi: orçun türkay
platon'dan almamız gereken ders, onun bize öğretmeye çalıştığının tam karşıtı olmalıdır. platon'un sosyolojik tanısı yetkin olmakla birlikte, kendi gelişimi, salık verdiği sağıltımın savaşmaya çabaladığı kötülükten daha beter olduğunu kanıtlamaktadır. siyasal değişimi durdurmak çare değildir, bu mutluluk getiremez. kapalı toplumun sözde masumluk ve güzelliğine artık geri dönemeyiz. cennet düşümüz yeryüzünde gerçekleştirilemez. bir kez aklımıza güvenmeye ve eleştirme yetilerimizi kullanmaya başlayınca, bir kez kişisel sorumluluklarımızın sesini ve onunla birlikte, bilgiyi ilerletmeye yardım etmenin sorumluluğunu duyunca, artık bir daha kabile sihrine kayıtsız boyun eğme durumuna düşemeyiz. bilme ağacının meyvesini yiyenler için cennet yitirilmiştir. kahraman kabilecilik çağına geri gitmek için ne kadar çalışırsak, engizisyona, gizli polise ve romantikleştirilmiş bir gangsterliğe ulaşmamız o kadar kesin olur. aklın ve doğrunun susturulmasıyla başlayınca, insanın olan her şeyi en kaba ve şiddetli bir yoldan yıkmakla bitirmek zorunda kalırız. uyumlu bir doğa durumuna dönüş yoktur. dönersek, yolun en başına, hayvanlığa kadar dönmemiz gerekir.

bu, bizler için güç de olsa, açıklıkla karşılamamız gereken bir sorundur. çocukluğumuza dönmeyi kurarsak, başkalarına yaslanmayı çekici bulur ve öyle mutlu olursak, haçımızı -insan oluşun, aklın, sorumluluğun haçını- omuzlamak görevinden kaçarsak, gerilimden ürkersek, o zaman da önümüzdeki basit kararı açıkça görmek için kendimizi pekiştirmeye çalışmalıyız. hayvanlara dönmemiz olanaklıdır. fakat, insan kalmak istiyorsak, o vakit bir tek yol vardır, açık toplumun yolu. bu durumda, ne kadar akla sahipsek onun hepsini hem güvenliği, hem de özgürlüğü sağlamak için plan yapmakta kullanarak, bilinmeyene, belli ve güvenli olma­ yana doğru ilerlememiz gerekir.”

karl popper
açık toplum ve düşmanları
çev.: mete tunçay
bir müddet gözlerini yumdu.

“mesela herhangi bir gün müthiş bir iç sıkıntısı seni boğar. hayat sana karanlık, manasız gelir. i̇nsan, biraz evvel senin zırvaladığın gibi felsefeler yapmaya başlar. hatta yavaş yavaş onu da yapamaz ve canı ağzını açmayı bile istemez. hiçbir insanın, hiçbir eğlencenin seni canlandıramayacağını sanırsın. hava sıkıcı ve manasızdır. ya fazla sıcak, ya fazla soğuk, ya fazla yağmurludur. gelip geçenler suratına salak salak bakarlar ve on para etmez işlerin peşinde, bir tutam otun arkasından koşan keçiler gibi dilleri bir karış dışarı fırlayarak dolaşırlar. aklını başına derleyip bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. i̇nsan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. çünkü nedense hepimizde, maddi olsun, manevi olsun, bütün dertlerimize bir isim takmak merakı vardır, bunu yapamazsak büsbütün çılgına döneriz. mamafih insanlarda bu merak olmasa doktorlar açlıktan ölürlerdi. bu depresyon kelimesine yapışıp iç sıkıntısının uçsuz bucaksız denizinde bocalarken karşına uzun zamandan beri görmediğin bir ahbap çıkar. kılık kıyafetinin düzgünce olduğunu görür görmez derhal aklına kendi meteliksizliğin gelir ve gafil dostundan, talihin varsa, bir iki lira borç alırsın... i̇şte ondan sonra mucize başlar. şiddetli bir rüzgâr ruhundan bir sis tabakasını sıyırıp götürmüş gibi içinin birdenbire aydınlandığını, bir hafiflik, bir genişlik duyduğunu görürsün. eski sıkıntı pır deyip uçmuştur. gözlerin etrafa memnuniyetle bakar ve sen de gevezelik edecek bir arkadaş aramaya başlarsın.

i̇şte, iki gözüm, ciltlerle kitabın, saatlerce tefekkürün yapamadığı işi iki kirli kâğıt başarır. sen ruhumuzun bu kadar ucuz bir bedel mukabilinde takla atmasını haysiyetine yediremediğin için belki daha asil sebepler peşinde koşarsın, gökyüzünde birkaç yüz metre daha yükselen bir bulut, yahut ensene doğru esen serince bir rüzgâr, yahut o esnada aklına gelen zekice bir fikir, sana bu değişmenin sebebi gibi görünmek ister. fakat söz aramızda, iş bunun tamamıyla aksinedir, cebimize giren iki lira sayesindedir ki havanın biraz açıldığını görmek, rüzgârın serinliğini hissetmek, hatta akıllıca şeyler düşünmek mümkün olmuştur... kalk, iki gözüm, iskeleye geldik. günün birinde ya çıldıracağız, ya dünyaya hâkim olacağız. şimdilik bir rakı parası bulmaya çalışalım ve parlak istikbalimizin şerefine birkaç kadeh içelim.”

sabahattin ali
i̇çimizdeki şeytan
“i̇lişkiye, ancak onu tahrip etmek için elimizden geleni yaptığımız halde yaşamakta direndiği zaman gerçekten değer veririz. her sado-mazoşistin bildiği gibi, hiçbir şey dayanıklılık kadar baştan çıkarıcı değildir. ne kadar çok alırsanız alın işini yapmaya devam eden tek afrodizyak odur. o yüzden sadakatsizliğimizi ancak tekeşlilik yoluyla sınayabiliriz. bunun tam tersinin geçerli olduğuna inanmamız, bir sürü karışıklık yaratıyor.”

adam phillips
tekeşlilik
sadakat ve i̇hanet üzerine aforizmalar

çev.: bülent somay
edip cansever'in ölümünün ardından füsun akatlı yazmıştır:

“viran bağ’a gidemedik. dört yıldır, her bahar viran bağ’a gideceğiz, gidemiyoruz. ‘seni viran bağ’a götürmeden ölecek değilim ya’ demeleri boş. edip öldü. yazılmamış uzun ada şiirini, yaşanacak günlerin en güzellerini değilse de, mutlaka çok şiirlilerini, kalemine düşmeyi bekleyen doğmamış armonileri, güne çıkmamış imgeleri bıraktı, öldü. i̇stanbul’u, pasaj’ı, beşiktaş’ı, bebek’i, alkolü, otelleri, hüzünleri, aşkları, acıları, yalnızlıkları, bizleri piç gibi bırakıp öldü. sadece ölümü aldı yanına, giderken sevgili arkadaşım edip. neler almalıyım yanıma dedi, dedi de, bir ölümünü aldı.”
“onu ilk gördüğümde, üzerinde lacivert bir ceket vardı; lacivert rengi hiç sevmem. dudaklarından aşağı sarkmış bıyıkları arasından harıl harıl bir şeyler anlatmaktaydı; bıyıkları ve anlatacak mühim şeyleri varmış gibi şevkle konuşanları da sevmem. yakışıklı biri sayılmazdı, ama kırpıştırdıkça birbirine dolaşan upuzun kirpikleri pek göz alıcıydı. kapkaraydı kirpikleri, karmakarışıktı. ben, herhalde kendim pek sıradan ve düz biri olduğumdan, karmaşık şeyleri daima sevmişimdir. onu da sevdim. belki de tanışmadan, hatta henüz karşılaşmadan evvel.

zira bazen kalp; minik, çalışkan bir fabrika gibi heves, heyecan ve aşk üretir, biriktirir. depo dolup taştığında, nakil için başka bir kalp bulmak lüzumu baş gösteririr. kimi kez hiç düşünmeden, mümkün olan, hatta mümkünse mümkün olmayan ilk kalbe aktarır insan biriktirdiğini yani belki de aşk; birine karşı duyulan hisler toplamından ziyade, kendi başına yetişen, sahibini arayan öksüz duyguların neticesidir. i̇nsan bazen kime aşık olacağını seçemez. kalbin zamanı gelmiştir ve karşısına çıkan ilk ihtimale sarılıverir. bilmem, ben nasıl yaptım. bugün bile emin değilim, fakat nihayetinde öyle ya da böyle kalbimi kaptırdım.”

nermin yıldırım
unutma dersleri
“akıl ya da doğruluk karşısında, i̇sa’nın buyruklarına ve otoritesine duyulan güvenin sonucu olan inancın önceliğini ve üstünlüğünü savunan tertullianus’un sözü: ‘saçma 
olduğu için, inanıyorum’. zaman zaman ‘credo quia impossibile est’ (‘imkânsız olduğu için, inanıyorum’) olarak da ifade edilmiştir” (s. 183).
 
(ahmet cevizci (1999). paradigma felsefe sözlüğü)

ayrıca bkz.: credo quia absurdum is a latin phrase that means "i believe because it is absurd", originally misattributed to tertullian in his de carne christi. it is believed to be a paraphrasing of tertullian's "prorsus credibile est, quia ineptum est" which means "it is completely credible because it is unsuitable", or "certum est, quia impossibile" which means "it is certain because it is impossible". these are consistent with the anti-marcionite context. early modern, protestant and enlightenment rhetoric against catholicism and religion more broadly resulted in this phrase being changed to "i believe because it is absurd", displaced from its original anti-marcionite to a personally religious context.
“Katılaştım. Kaba konuşmayı öğrendim. Ama bu yarı yarıya —hayır, yüzde altmış— sahtekarlıktı. Halktan insanlar için ben, yapmacıklı biriydim ve onları hor görüyordum. Asla önümde eğilmekten vazgeçmeyecekler, asla benimle birlikte olduklarında kendilerini rahat hissetmeyecekler. Öte yandan, terk ettiğim salonlara geri dönmek benim için kolay olmayacak. Kabalığımın yüzde altmışı yapay bile olsa, geriye yine de yüzde kırk kalır. Üst sınıf salonlarındaki dayanılmaz nezaket midemi bulandırıyor, bir saniye bile dayanamam. O kibar beyefendiler, seçkin vatandaşlar, benim kabalığım karşısında isyan ederler ve beni pek çabuk defterden silerler. Terk ettiğim çevreye dönemem ve halkın bana utanç verici bir saygı ile sunduğu her şey, ziyaretçi bekleme odasında bir sandalyeden ibaret olacak.

Her toplumda, benim gibi yoz, uyuşuk insanlar, düşündüklerinden ötürü değil ama doğuşlarından ötürü yok olmaya mahkûmdur. Ama yine de mazeretim var. Yaşamımı zorlaştıran koşulların baskısı altında eziliyorum.

Bütün insanlar aynıdır. Bu bir felsefe olabilir mi? Bunu ilk düşünen insanın bir rahip, bir feylesof ya da bir sanatkâr olduğunu sanmıyorum. Bu düşünce, hiç kuşkusuz, bir meyhaneden çıkmıştır. Bütün dünyayı altüst eden ve onu iğrenç kılan bu düşünce!”

Osamu Dazai, Batan Güneş
Fransızcadan Çeviren: Esin Talu Çelikkan
“eski İstanbul’un çekiciliğinin büyük bir kısmı, ikisi de artık ortadan yok olan, iki etnik gruptan, rumlardan ve beyaz ruslardan kaynaklanıyordu. rumlar, kendilerinde çok bol olan yaşama sevincini, sanki boca ediyorlardı İstanbul’un üstüne. biz türklerin başlıca kusuru doğuştan hüzünlü olmamızdır bence, onlar ise doğuştan neşelidirler. türk sarhoş olunca, ya ağlar, ya kavga çıkarır. rum ise, sarhoş olunca, oynayıp şarkı söyler. çocukluğumun büyükadası, mandolin ve gitar sesleriyle, o güzel rum ezgileriyle sabahlara kadar çınlardı yaz geceleri. ben meyhaneleri severim. bu yaşımda bile severim. ama gerçek meyhaneler, gençliğimin rum meyhaneleriydi.

İstanbul’un her bir yerinde, beyoğlu’nda, tatavla’da, adalarda, boğaziçi’nde, marmara’nın kıyılarında vardı bu rum meyhaneleri. gerçek garson, ancak rum garsonudur, bana sorarsanız.

hele yaşlı rum garsonlarının başka bir zarifliği vardı. sizi masaya öyle bir buyur ederlerdi ki, dakikasında bir prenses sanırdınız kendinizi. çok sık gittiğimiz bohem’de, beni karşılamak için, bir çeşit özel marş bile vardı. yaşlı garsonun bir işareti üzerine “den ehis tipota ma ehis kati” (hiçbir şeyin yok, ama bir şeyin var) şarkısı başlardı. şimdiki meyhanelere gerçek meyhane değil, içki içilen lokaller ya da içkili lokantalar diyebilirim ancak.”

mina urgan
bir dinozorun anıları
Kısa zaman önce suda boğulan bir kızı ona hatırlattım ve hikayeyi tekrarladım: "Bu, bir evin dar çevresi içinde, her gün tekrarlanan işleri yaparak yetişmiş hoş ve genç bir kızdı. Pazar günleri, uzun zamandır edindiği süslü elbiselerini giyerek arkadaşlarıyla birlikte şehrin çevresinde bir gezinti yapmak, bazen de bayram geldikçe dans etmek, bunun dışında bir komşu kadınla çeşitli konular üzerinde birkaç saat tatlı tatlı dedikodu yapmaktan başka bir eğlencesi yoktu. Sonunda, ateşli tabiatında yeni yeni duygular uyanmaya başladı.

Erkeklerin iltifatları bunları daha da çoğalttı. Eski zevkleri gittikçe tadını kaybetti. En sonunda, bir adama rastladı; karşı koyamadığı belirsiz bir duygu ile ona bağlandı. Bütün ümitlerini ona bağladı. Çevresini iyice unuttu. Onun dışında hiçbir şeyi işitmez, görmez, duymaz oldu. Yalnız onun için yanıp tutuşuyordu. Kararsız bir hiçliğin tatsız eğlencelerine kapılmadan yalnızca bir amaca yönelmişti; onun olmak, ona sonsuzca bağlanıp yokluğunu duyduğu bütün saadeti bulmak, özlediği sevinçlerin hepsini tatmak istiyordu. Ümitlerinin boşa gitmeyeceğini perçinleştiren söz verişler, arzularını kamçılayan pervasız okşayışlar bütün benliğini sarıyordu. Kendinden geçiyor, ilerideki sevinçlerinin sezgisi içinde yaşıyordu. Büyük bir sabırsızlık içindeydi. Sonunda, bütün isteklerine kavuşmak için kollarını açtı. Ama sevgilisi onu terk etmişti. Bütün duyguları uyuştu; ne yapacağını bilmeksizin bir uçurumun önünde duruyordu. Çevresi kapkaranlıktı. Ne bir ümit, ne bir teselli, ne de bir çare vardı. Terk edilmişti, kendini yapayalnız hissediyordu. Önündeki uçsuz bucaksız alemi, kaybının yerini tutacak birçok zevkleri göremiyordu.

Yalnızdı, herkes onu terketmişti. Gözü kararmış, içindeki müthiş sıkıntının yükü altında, acılarını boğmak üzere ölümün kucağına atılıyordu. Bak, Albert, birçok insanın başından geçenlerin hikayesi bu. Söyle bakalım, hastalık sorunu da böyle değil mi? Tabiat, karmakarışık ve çelişen güçlerin labirentinden kurtulacak bir yol bulamıyor ve insan ölümün pençesine düşüyor.

'Deli kız! Bekleyip de işi oluruna bıraksaydı, üzüntüsü yatışır, onu teselli edecek başka birisi çıkardı,' deyip de geçenlere yazıklar olsun. Bunu söylemekle, 'deli, ateşler içinde kıvranıp ölüyor! Gücü kuvveti yerine gelip de kanlanıp canlanıncaya, karının coşkunluğu yatışıncaya kadar bekleseydi, hiçbir şeyi kalmaz, bugüne kadar yaşardı,' demek arasında ne fark var?” Bu benzetmeyi henüz kavrayamamış olan Alheru, bazı itirazlar ileri sürdü ve bu arada şöyle dedi: "Sen sadece basit bir kızdan söz ettin. Onun gibi kabuğuna çekilmemiş, görüş açısı daha geniş olan akıllı bir insanın nasıl temize çıkacağını anlayamıyorum."

"Dostum," dedim, "insan hep insandır; ihtiras kabarır, insanlık sınırları bir kimseyi zorlarsa, akıl az olmuş, çok olmuş, önemli değildir. Aksine… Başka bir kere bundan…" Sözümü kesip, şapkamı aldım. Ah, içim öyle doluydu ki… Birbirimizi anlamadan ayrıldık. Şu dünyada birbirini anlamak ne kadar zor.

Johann Wolfgang von Goethe
Genç Werther'in Acıları

Çev.: Arif Gelen
geniş çayırdan ayrılınca meyve bahçemiz diye adlandırdığımız dört elma ağacının arasına girdim ve patikadan dereye doğru indim. derenin yanına gömülü olan gümüş dolarlarla dolu kutum güvendeydi. derenin yakınlarında, iyice gözden ırak bir yerde saklanma yerlerimden biri vardı; burayı özene bezene hazırlamıştım ve sık sık kullanıyordum. i̇ki-üç kısa çalı koparıp zeminini düzlemiştim; etrafı daha da fazla çalı ve ağaç dalıyla çevriliydi, girişi de neredeyse yere değen bir dalla kapanıyordu. böyle gizliliğe aslında gerek yoktu, ne de olsa kimse buraya beni aramaya gelmiyordu ama içeride jonas'la birlikte uzanmak ve asla bulunamayacağımı bilmek hoşuma gidiyordu. yatak niyetine yaprakları, dalları kullanıyordum, constance da bana bir battaniye vermişti. çevredeki ve tepedeki ağaçlar öyle sıktı ki içerisi hep kuruydu; pazar sabahı da jonas'la buraya uzanıp onun hikayelerini dinledim. tüm kedi hikayeleri aynı cümleyle başlar: "bunu bana yeryüzündeki ilk kedi olan annem anlatmıştı." başım jonas'ın yanında, uzanarak dinledim onu. değişim rüzgarlarının estiği yok, diye düşündüm burada, sadece bahar rüzgarları bunlar, bu kadar korkmam aptallıktı. hava ısınacak, julian amca güneşin altında oturacak, constance bahçede çalışırken gülecek ve her şey olduğu gibi sürecekti. jonas anlattı da anlattı ("sonra şarkı söyledik! sonra şarkı söyledik!") tepemizdeki yapraklar kımıldandı... her şey aynı kalacaktı.

derenin yanında bir yılan yuvası buldum ve yavru yılanların hepsini öldürdüm; constance hiçbir canlıyı öldürmememi söylememişti ama yılanları sevmiyordum. eve dönüş yolundaydım ki çok kötü bir alamet buldum, en kötüsünden. çam ormanında ağaca çaktığım defter düşmüştü. çivinin paslanıp çürüdüğünü ve defterin -babamızın küçük not defterlerindendi, ona borcu olan ve kendisine iyilik yapması gerektiğini düşündüklerinin adını yazdığı defter- artık koruyucu gücünün kalmadığını düşündüm. defteri ağaca çakmadan önce kalın kalın kağıtlara iyice sarmıştım ama çivi paslanıp çürümüş ve defter düşmüştü. artık fiilen kötülük içermesi ihtimaline karşın en iyisinin onu yok etmek ve ağaca başka bir şey getirmek olduğunu düşündüm, belki annemizin bir eşarbını ya da eldivenini. aslında çok geç kalmıştım, tabii o zaman henüz farkında değildim bunun; o, eve gelmek üzereydi çoktan. ben kitabı bulduğumda herhalde çantasını postaneye bırakmış, yol tarifi alıyordu. o sırada jonas'la benim tek bildiğimiz aç olduğumuzdu, birlikte eve koştuk ve rüzgarla birlikte mutfağa dolduk.

"çizmelerini gerçekten de unuttun mu?" dedi constance. kaşlarını çatmaya çalıştı, sonra güldü. "şapşal merricat."

"ama jonas'ın çizmesi yoktu. harika bir gün."

biz hep şatoda yaşadık
çeviren: berrak göçer
doğaya, insanlığın tarihine ya da kendi eylemlerimize bakıp düşündüğümüzde önce, sonsuz bir ilişkiler, tep­kiler, alışverişler, birleşmeler ağı görüyoruz; bu ağın içinde hiçbir şey olduğu gibi, olduğu yerde ve olduğu biçimde kalmıyor; her şey hareket ediyor, değişiyor, var oluyor ve sonra ölüyor. bu yüzden, önce ağın bütünü çarpıyor gözümüze; içindeki tek tek parçalar yarıgölgede kalıyor; hareket eden, birleşen ya da birbirine bağlanan şeyleri değil de hareketleri, geçişleri, bağlantıları görüyoruz. dünyanın böyle ilkel, naif, ama ta içinden, doğru biçimde algılanması yunan felsefesinden gelmiştir. bunu, ilk kez açık olarak söyleyen heraclitus'tur: her şey hem vardır hem de yoktur; çünkü her şey akıcıdır, hiç durmadan değişir, hiç dur­madan var olur, sonra da yok olur.

cinselliğin diyalektiği
Shulamith Firestone
yaşam yolu - 1
çevirmen: şemsa yeğin, payel yayınları, s.35-37

ben konuşurken büyük bir ilgi okunmuyordu yüzünde, ama sözlerimi yanıtlarken, gözlerinde utangaç bir ışık parladı.

"yok, gerçekten haklıyım ama!" diye söze başladı. "dünya yazınında kişisel mutluluğu betimleyen tek bir yapıt adı söyleyebilir misin bana? söyleyemezsin, bunu sen de biliyorsun! böyle bir yapıt yok yeryüzünde. sanıyor musun ki, puşkin'in mutlu bir seviyi betimlememesinin nedeni, lenski’nin bir düelloda öldürülmesidir? sanıyor musun ki onegin, tatyana'sını kendi ahmaklığı yüzünden yitirdi? yani o vakit, puşkin, yaşamı boyunca tek bir mutlu evlilikle karşılaşmadı demektir, değil mi? saçma! bunun bir tek nedeni vardır, o da, öyle sınırlı mutlulukların bir sanatçının işine yaramayacağıdır. tolstoy’u alalım. piyer bezukhov, güzel bir kadın olan helen'le evliyken şu ya da bu yönüyle gösteriyor onu bize tolstoy. ancak piyer, o evlilik içinde mutsuz bir yaşam sürmektedir. daha sonra nataşa rostova’yla evlenip de mutlu olunca, yazar onları bırakıyor- öylesi bir mutluluk onun işine yaramaz çünkü. köle sahiplerinin utançlı mutluluğudur bu alt tarafı.” sözünün burasında durdu. makarenko'nun yüzü iyice ciddileşti. yüreğinde yeni huzursuzluklar beliriyordu anlaşılan. buna engel olmak için paris'teki dostumdan söz ettim ona, bizi dalila’yla korkutmaya kalktığını anlattım. makarenko kahkahalarla güldü.

"dalila ha! o kadının buradaki bir sendikanın üyesi olduğunu söyleseydin arkadaşına. pyatnitskaya caddesinde berberlik yapıyor kendisi, sabahtan akşama dek erkeklerin saçını sakalını kesiyor. dalila'dan kim korkar!" bu işte, yani, ciddi konuşmaları ansızın neşeli bir şakayla toparlamada çok ustaydı. bir keresinde, moskova üniversitesi'nde, "herkesin bir kusuru var mıdır?" konulu bir konuşma yaptı. konunun özü şöyleydi: i̇nsanlar bir yığın önemsiz ama hoş olmayan kötülükler yapıyorlar; ve — ne yazık ki, bunlardan dolayı cezalandırılmıyorlar! kendisine büyük saygı gösterilen bir kimse, yalancı olabilir, konuştuğu vakit mangalda kül bırakmaz, dolandırıcı, bayağı ya da gerçekten edepsiz biri olabilir, ya da çalıştığı yerde astlarını hor görebilir, onları itip kakabilir, bununla birlikte, bu kişiden söz edildiğinde şöyle denilir: "i̇şini çok iyi yapıyor. aksayan yönlerine gelince, eh, hata insana özgüdür. herkesin bir kusuru vardır." makarenko, konuşmasının burasında şu soruyu soruyordu: "söz aramızda, herkesin bir kusuru var mıdır gerçekten? olmalı mıdır? yalan söylemeyi bıraksa, kötü huylarından vazgeçse işini iyi yapamaz mı?"

bu sözünü ettiğim konuşmasından söz ettik daha sonra. "görüyorum ki, dar görüşlülüğün düşmanısın sen de, anton semyonoviç. bu çizginin biz yazarlar arasında nasıl geliştiğini izledin mi?" dedim ona. birkaç örnek gösterdim ve şunları ekledim: "bu dar görüşlülük kokusuna soylular bile katlanamamıştı, değil mi?" birden parladı makarenko. "eski soylulardan söz etme bana. o günlerin insanları dar görüşlülüğün pisliğine bulaşmadan, o pis kokuyu salmadan edemezdi, çünkü bu onun kendi doğal pisliği, kendi organik kokusuydu. ama günümüz insanları kolayca sıyrılabilir bu pislikten. geçmişin eskilerini kuşanmış olan dar görüşlülük, sırtındakileri iyice eskitmiş durumda. aradaki ayrılığı unutma üstat!” bir başka görüşmemizde, "şu nikolay da çok oluyor artık!" dedi. eskiden sokak serserisi olan, şimdiyse doktorluk eden bir öğrencisinden aldığı mektuptan söz ediyordu. doktor, dünyada pek çok ahmağın bulunduğundan yakınıyordu. "duyuyor musun ne diyor — dünyada pek çok ahmak varmış!" diye gürledi makarenko. "bizim topluluk’ta eğitilmeseydi, şu nikolay'ın hali ne olurdu, sorarım sana? — ne bileyim ben.

— ben biliyorum ama! bak ne olurdu: bir kasabacıkta, bunaltıcı bir deliğe tıkılacak, bir ahmaktan beter yaşayıp gidecekti de, ahmaklığından haberi bile olmayacaktı. i̇çinde bulunduğu durumu anlayacak, ona karşı çıkmaya kalkacak aklı olmayacaktı. öyle de mutlu olacaktı belki, evet. ama o türden bir mutluluğa dayanabilir miydi, tanrı bilir.

bu sözleri üzerine, yeni bir görüşünü yakalamış olmanın verdiği düşünceli bir tavırla, "demek sana göre, mutluluğun da türleri var, öyle mi?” diye sordum.
gülümsedi.

"var elbet!" dedi. "çeşit çeşit mutluluk vardır. çalışmanın verdiği mutluluk, doğayla, kötü toplumsal koşullarla, serserilerle yapılan savaşımların verdiği mutluluk vardır: güç, rahatsız edici, huzursuz bir mutluluktur bu. bu tür mutluluğun bir yerinde bir şiş, bir yerinde bir çürük, çizik, yara vardır her zaman — ama unutma ki, dünyayı döndüren tek şey de budur. bir de, her şeyini yeterli bulan, başka hiçbir şey istemeyen insanların sessiz sakin mutluluğu vardır.”

“eh, mutluluk insanlara göre değişir elbet," dedim. garip garip baktı bana. hiçbir şey istemeyen insanların sessiz sakin mutluluğunu savunduğumu sandı anlaşılan. bunu düşünmek bile onu üzmeye yetti. göğüs geçirdi, hiç yüzüme bakmadan, "öyle de denebilir," dedi. çok fazla rahatsız olduğunda, öfkelendiğinde o belirgin ukrayna vurgularıyla konuşurdu. "ne var ki, domuzlara göredir bu tür mutluluk. dolayısıyla o mutluluğu domuzların önüne atmak gerekir!"
güzin'in gençlik yılları
çevirmen: köçekçeler / bütün şiirleri, sel yayınları

ben güzin’i düşünürken
güzin’in de düşündükleri vardı
i̇nce inceydi parmakları
minnacık bir yüzü vardı

güzin’in aklında
atlar arabalar
daha başka erkekler
başka hayatlar vardı

güzin’in kedileri vardı
benim gibi okşanmak isteyen
ama sevdanın adı geçsin
güzin kaşlarını çatardı

güzin masallarında güzin’i
şehzadeler güzin’in de şehzadeleri
bir büyük defter tutar
güzin’in hayalleri

ben odada otururken
güzin’in de oturduğu odalar vardı
kendisine ait bir yatağı
kendi uykuları vardı
patikaların i̇yi yanı
i̇letişim yayınları, s.9-11

seyrelme telaşı

şehrin tozunun güneşe ait zannedildiği saatler. i̇nsanlar, binalar, araba, otobüs, seyyar tabla, silme vasıta, köprü, viyadük, sokak hayvanları, hepsi siluetlerinden ibaret. tam bu saatlerde ezkaza başını işinden gücünden kaldırıp az öteye bakanlar aynı anda hem bir boyutun eksildiğini fark ediyor hem de gözlerini alan ışık sağanaklarıyla yitirilenlerin yeryüzüne yeniden, belki de çoğalarak ineceği beklentisine kapılıyor. telaşlı bir umut yalayıp geçiyor yüzlerini. güneş tozları büsbütün indiğinde, avuç avuç su serpilmiş gibi dükkân önlerine, siluetler arasından bambaşka bir şeyler çıkıp gelecek ya da pencerelerin kanatları aralanacak, kapılar açılacak – biz geçeceğiz. oysa her seferinde aynı karanlık iniyor. aynı karanlığın her seferinde ineceğini unutmayanlar için bu saatler geçmek bilmiyor, gölgeler gibi uzadıkça uzuyor. beklentileri boşa çıkanlar onlar kadar kırılmıyor. hiçbir şey beklemeyenlerse –unutmadıkları için– akşam indiğinde aynı kederi soluyor: hiçbir şey olmayacak. çağla da bunu öğrenenlerden. az önce sigara almak için çalıştığı işyerinin bulunduğu binadan çıktığında caddenin iki tarafında bitişik düzen yükselen, kararmış, geçirimsiz kale duvarlarının arasından ufka doğru yol boyu akan turuncu seli fark etti. bilhassa bu mevsimin yağmursuz ya da yağmur sonrası akşamüzerlerinde güneşten tuzaklar kurup bekleyen sinsi boşluğu sezdiyse de kaçırmadı gözlerini, bağışıklık kazanmak istercesine bir süre kımıldamadan durdu. yavaş hareketlerle bir sigara yakıp cadde boyu sıralanan dükkânların önlerine uzun uzun baktı – güneşten, tozundan, selinden sakındı, ne olur ne olmaz! gün boyu türlü çeşit renk kuşanan, bütün o irili ufaklı tekerlek, bisiklet, hırdavat yığınları, kumaş parçası dolu sepetler, askılarda sersem sepelek sallanan montlar, yağmurluklar, avcılık malzemeleri, oltalar, zıpkınlar, ta en uçta sallanan telleri sökülmüş bağlamayla sırmalı bando sopası tek bir renkte buluşmuştu. caddeden geçen insanlar gibi, binaların çoğunun onlarca yıldır güneş değmemiş kuzey taşlarının rengindeydiler. nihai renk gece diye düşündü, toprak değil. toprak her zaman bir kılıf, tohum için de, ömrü billah bir daha açmayacak olana da. bu sıralar güneş, çağla henüz işteyken tozlarını yeryüzüne serptiği için nadiren karşılaşıyor bu manzarayla – bir-iki aya kalmaz iş çıkış saatlerine denk gelecek, o zamana kadar nasılsa efsunlanır. çalıştığı işyeri dar bir binada uzunlamasına bir daire, sadece patronu nezih bey’in odasında caddeye bakan pencereler var. sigara içmeye çıktığı mutfak balkonu günün hiçbir saatinde güneş almayan, çerçöp dolu, yedi sekiz binanın arasında sıkışıp kalmış izbeliğe bakıyor. arka odanın penceresi de sakinlerinin gün içinde açık hava deposu gibi kullandığı kör bir sokağı görüyor, birazcık sağa doğru sarkmayı göze alırsa atkestanesi de giriyor manzaraya. çağla’nın masası kapıya yakın, her tarafı lambri olan girişte, bir kısmı dolap, bir kısmı sadece kaplama. penceresi yok, bir oda da değil zaten, geçiş yeri – pek kimse geçmese de. başı sonu belirsiz bir yolun ortasında hissediyor kendisini. şikâyetçi değil. bazen başka işyerlerinde çekilmiş fotoğraflar görüyor, onlarda da güneş olmuyor, ama bütün mekânlar parlak, ışıltılı o karelerde, bir şeyler sonsuzca yansıyarak çoğalıyor. koyu kahve ahşabın ışığı soğurmasından hoşnut. eskiler işi biliyormuş. pırıltılı mekânlarda insan sıkılamaz ya da başka türlü, dağılarak sıkılır, parçalarını aramakla, toplamakla oyalanır. ahşabın altında kendisini daha masif hissediyor çağla. seyrelmek istemiyor, yok olmak gibi bir şey bu onun için, dağılmak, ortalığa saçılmak, bir daha toparlanamamak. hücrelerinin arası açılıyor sanki, az yaşamadı bunu vaktiyle, öyle bir seyrelmek, belki daha da içerilerde, atomların arasında, mümkün değil biliyor, bilmenin yetmediği yerlerde çok zaman, bilmenin kesmediği. göğüs boşluğunun büyüdüğünün, kucaklayabileceklerinden fazlasını o boşluğa almaya can attığının farkında, hiç huzuru kalmıyor bütün boşluklar genişleyip büyürken, sesler yankı yapıyor, kulağında değil, dışarıdan da gelmiyor, kanının akışını duyacak, giderek yükseliyor, bunun da olmayacağını biliyor. bilmenin hiçbir şeye yetmediği yerlerde çok zaman. ramak kalmış zannediyor her şeyin şeklini –bir önceki kargaşada çizilmiş sınırlarını– ya da kaskatılığını –boynunun büküklüğünü– yitirip –ne büyük lütuf maddeye– bir büyük eriyikte birleşmesine. çökmüş tepelerden, derinleşen yarlardan –yaralardan–, keskin uçurumlardan akacaklar. lavdan şelaleler gibi, büyük bir ateşte birleşmeye azmetmiş, yakmadan ama içine alıp aleve keserek. dev çukurlar açılacak akarak ayrıldıkları yerlerde, o çukurlar birer birer kenarlarından, çeperlerinden kendi içlerine çökecek, çukurlar böyle akacak, her biri önce kendisini dolduracak – yeni bir kamaşmanın arifesi.
öfke şatoları
çevirmen: semin sayıt, can yayınları, s.39-41

çoğu zaman olduğu gibi, basit bir deneyin tutarlı bir uzantısı olarak, bir gün kafasında bir düşünce doğdu. fergusson ve oğulları çarşısı'na yollamadan önce bayan abegg'in eline tutuşturduğu bilmem kaçıncı alışveriş listesine bakarken pehnt ansızın, duyularla değil, ancak mantıkla erişilebilecek biçimde aydınlığa kavuştu ve çözümün, ustaca düzenlenmiş bir liste çıkarmak olduğunu anladı. eğer insan öğrendiği her şeyi sırayla yavaş yavaş yazarsa, en sonunda, bütün bilinmesi gerekenleri içeren, her an başvurulabilecek, güncelleştirilebilecek ve herhangi bir unutulma olasılığına karşı koyacak tam ve eksiksiz bir liste elde edebilirdi. bir şeyi yazmanın, o şeyi elde etmek olduğunu içgüdüsüyle sezdi, insanlığın büyük bir kesimi de bu eğilimde olup aynı boş umudun peşindedir. yazılarla dolup taşan yüzlerce sayfa düşündü ve dünyanın artık kendisini o kadar korkutmadığını fark etti.
pekisch, “fena fikir değil,” demişti. tabii o deftere her şeyi yazamazsın, ama en önemli bulduklarını not etsen yine de iyi bir sonuç alabilirsin. her gün bir şey seç, en iyisi. böyle bir işe girişince, insanın bir kural koyması gerekir. her gün bir şey. o zaman yürür... on yılda aşağı yukarı üç bin altı yüz elli üç şey öğrenmiş olursun. bu da oldukça iyi bir başlangıç sayılır. sabahları da için rahat uyanırsın. boşuna bir uğraş olmaz, oğlum. pehnt bu sözleri inandırıcı bulmuştu. “her gün bir şey” çözüm yolunu seçti. sekizinci yaş gününde pekisch ona mor kapaklı defteri armağan etti. pehm o akşam, yıllarca sürecek olan titiz çalışmasına başladı. sonraki kuşaklar defteri okuduklarında, yazdığı ilk notun, katı bilim yöntemlerine şaşılacak derecede yatkın bir kafa yapısına işaret ettiğini fark ettiler.


1- şeyler - unutmamak için yaz hepsini.


bu belitten yola çıkan pehm'in bilgi haritası, günden güne genişleyerek çeşitli yönlere doğru dal budak saldı. ayrıca, bütün kataloglar gibi, son derece tarafsızdı. kaçınılması olanaksız bir biçimde, dünyanın ancak bazı yanlarını içermekle birlikte hiyerarşiden tümüyle uzaktı. kısacık, neredeyse telgraf gibi yazılan bu notlar, yaşam gizeminin boğumlu ve çoğulcu özelliğini çok önceden anlamış, erken gelişmiş bir kafa yapısı gösteriyordu. örneğin, şöyle notlar vardı: niçin ay her zaman aynı biçimde değil, polis nedir, ayların adları nelerdir, insan -ne zaman ağlar, dürbünün özellikleri ve amaçları, ishalin asıl nedenleri, mutluluk nedir, ayakkabı bağcıklarını çabuk bağlama yöntemi, kentlerin adları, tabutun yararları, nasıl ermiş olunur, cehennem nerededir, alabalık tutmanın temel kuralları, sütlü kahve yapmak, ünlü köpeklerin adları, rüzgâr nereye gider, yılın bayram günleri, yürek ne yandadır, dünya ne zaman sona erecek... bunun gibi şeyler.
herkes, “pehm garip bir çocuktur,” derdi. pekisch ise, “garip olan dünyadır,” derdi. pekisch, tam anlamıyla pehnt'in babası değildi. aslında, pehnt'in babası yoktu. annesi de yoktu. yani, öykü o kadar basit değildi. quinnipak kilisesi'nin kapısında, kara bir erkek ceketine sarılmış olarak bulduklarında ancak iki günlüktü. onu alıp evine götüren, bütün kasaba halkının saydığı, elli yaşlarındaki dul bayan abegg olmuştu. doğrusunu söylemek gerekirse asıl adı abegg değildi, üstelik dul da sayılmazdı. yani, öykü çok daha karışıktı. sözü geçen bayan, yirmi yıl kadar önce kız kardeşinin düğününde, gözü pek yükseklerde olmayan yaşlı bir asteğmenle tanışmıştı. üç yıl boyunca birbirlerine çok sık ve içten mektuplar yazmışlardı. asteğmenden gelen son mektupta çok ölçülü, ama kesin bir evlenme teklifi vardı. marius jobbard'ın mektubunun pekisch'in eline geç varması olayında olduğu gibi, bu teklif de quinnipak'a, yirmi kiloluk bir top güllesinin asteğmenin evlenme ya da genel olarak herhangi bir girişimde bulunma olasılığını ansızın sıfıra indirmesin den on iki gün sonra erişti. kadıncağız cepheye, bu teklifi kabul ettiğini haber vermek için arka arkaya üç mektup yolladı. ama her üçü de, asteğmen charlus abegg'in öldüğünü bildiren resmi bir belgeye ilişik olarak geri geldi. başka bir kadın olsaydı, herhalde cesareti kırılırdı. ama bizimki o cinsten değildi. m utlu bir gelecek kuramayınca kendine mutlu bir geçmiş yarattı ve o günden sonra dul bayan abegg diye çağrılmayı arzu ettiğini herkese bildirdi. konuşmalarında gittikçe daha sık, -varsaydığı- evlilik yaşamı hakkında esprili öyküler yer almaya başladı. diline doladığı, “sevgili charluscuğum derdi ki,”di ye başlayıp pek zekice olmasa bile akla yakın özdeyişler sıraladığı çok olurdu. i̇şin doğrusu, teğmen bunları hiçbir zaman söylememiş, sadece yazmıştı. ama bayan abegg için asla fark etmiyordu. aslına bakılırsa, bayan abegg üç yıl bir kitapla evli kalmıştı. ama dünyada daha garip evlilikler de vardır. yukarıda belirtilenlerden de anlaşılacağı gibi, bayan abegg hayal gücü geniş ve sarsılmaz inançları olan bir kadındı.
i̇stanbullu amazonlar 1809
i̇letişim yayınları, s.13-15

esma sultan aklına gelenleri, bilhassa pek yakın zamanda olanları sinek kovar gibi kovdu. hakikat sinek kovar gibi ama ha! böyle yapmak istercesine elini boşlukta salladı. bileklerini, parmaklarını süsleyen ziynetler pek güzel sesler çıkardılar. herkes bu yaptığına bakakaldı. o da onlara gülümsedi. ağzı ve dişleri, taşkın göğüsleri kadar beyaz ve güzeldi. bir frenk elçisinin kendisinden ve diğer kadın sultanlardan i̇stanbullu amazonlar diye söz ettiğini duymuştu. duyulan infial yaratmıştı. kafes arkasına geçip bunu söyleyenin derde girmesinden korktuğu kellesini mendilinin içine gömerek silip kurulamasını seyretmişti. i̇şbu zındık, sultanın önünde, terini silmenin adaba aykırı olduğunu bilmez miydi? o vakit mustafa mıydı tahttaki? yoksa olanlar olmuş mahmud taht bahtını görmüş müydü? kendisinden öte diğer i̇stanbullu amazonlar gelmemişti, huzura çağrılıp biçare hal vaziyete düşmüş elçinin savunmasını dinlemeye. haberleri bile olmamıştı. sultan kızı olup bu işlerle gereğinden fazla ilgilenen kendisiydi. diğer kadın sultanlar kendi köşelerindeydi. şimdilik. bir kere daha dairenin kendisine lütfedildiğini vurgulamak babında, “bana,” demeyi düşündü. ancak bunun aptallık olacağını bildiğinden vazgeçti. akıllı olduğu için buradaydı. bilmem yazmaya gerek var mı? gücünün, insanları etkileyen tavrının farkındaydı.
“keşke şehzade doğsaydın.”
kadın olmaktan memnundu.
şehzadeler başa belaydı. büyük atası fatih sultan mehmet han bir şehzadesi daha olduğunu öğrendiğinde çocuğu beşiğinden kaptığı gibi yere fırlatmış, kardeşlerin taht uğruna birbirine düşeceğini iyi bildiğinden, “yine mi erkek?” demiş. anlatılan o ki cem sultan’ın şehlalığı babası tarafından yere çalınmasıyla hasıl olmuş. bugün olsa doğacak şehzade pamuklara sarılırdı. çünkü doğmuyordu. uzun zamandır sarayda erkek bebek avazı duyulmuyordu. tahtta oturan ve akabinde indirilen mustafa’nın da, tahttan indirilecekken kendi rızasıyla inen selim’in de, sırasını beklerken kendisini tahtta buluveren mahmud’un da erkek evladı yok idi. esma hiç gebe kalmamıştı. sebebi sarayda görünen ve kökü kazınamayan salgın hastalıklar olabilirdi. kendisi dahil i̇stanbullu amazonlar olarak nam salan kadın sultanlar, hatice ve beyhan sultanlardı bunlar, güya salgınlardan kaçmak için kendilerine boğaz kıyısında sahil sarayları yaptırmış idiler. her ikisi de duldu ve bu fransız karılarını onlar da kabul edip ağırlıyorlardı. ayrıca, hatice sultan koynuna melling adında bir gâvur ressamı almıştı ve pekâlâ fransızca konuşması yetmezmiş gibi kendi dillerini latin alfabesiyle yazma alışkanlığı geliştirmişti. esma’ya fransızca saymasını öğreten oydu. esma kurumuş değildi. cinsi münasebet anlamında olduğu kadar aklen ve manen de böyleydi bu. ölen kocası kaptanıderya olduğundan, onun biricik kaputanıderya paşa’sı olduğundan, levendleri beğenirdi. o vakit hayat su üstünde geçerdi. kürek çekme müsabakaları tertip edilirdi. bir gün hatice sultan, melling’i de getirmişti. uzağına oturtmuştu ama gözü civanının üzerindeydi. esma adamı çelimsiz bulmuş, bonapart’ın mısır işgali sebebiyle i̇stanbul’daki fransızlar yedikule zindanlarında hapsolduğu halde bunun hürriyetine şaşmıştı. ressam, yarışları çocuk gibi merakla seyretmiş, gelin görün ki bunlar gibi bağdaş kurup oturamamış idi. frenklerin yapamadığı bir şey varsa o da yere çöküp oturmaktı. fransız sefire kıpırdandı. sıkılmış değildi. sadece ayakları birbirine dolaşmış, bin dirhem et üstünde oturmasına rağmen kıçının kemikleri, anlaşılan, batmıştı. dikkatle bakma sırası şimdi esma’daydı: eteklerini ayaklarının altından çekiştiren sefirenin ayağındaki potinleri işte o zaman gördü. fransız sefire onun neye baktığına bakarken, gösterisine devam edip elindeki yelpazesini şak diye açtı. esma çocuk gibi şaştı. güldü. esrarlı bir güzelliği vardı. kaşı kirpiği az olmasına rağmen bal rengi gözleri uzaklardan elmas getirenlerin anlattığı kaplanlarınkisi gibi seçiliyordu. kaplan denen hayvan sadece anlatılırdı çünkü saraya hediye edileni i̇stanbul ikliminde yaşayamayıp ölmüştü.
yelpazeleri de seviyordu ama potinlere bayılmıştı.
“bunlardan ben de istiyorum,” dedi.
annesi atıldı: “ben de.”
böylece saray için iki çift topuklu kadın potini sipariş edilmiş oldu.
kurtarma mesafesi
çevirmen: emrah i̇mre, can yayınları, s.13-16

kurtçuklar gibiler.
ne tür kurtçuklar?
kurtçuklar gibi, her tarafta.
çocuğun sesi bu, sözcükleri kulağıma fısıldıyor. soruları soran benim.
kurtçuklar vücutta mı?
evet, vücutta.
toprak kurtçukları mı?
hayır, başka tür kurtçuklar.
etraf karanlık ve hiçbir şey göremiyorum. yatak örtüleri tenime batıyor, vücudumun altında kırış kırış. kımıldayamadığımı söylüyorum.
kurtçuklar yüzünden. sabırlı olmamız ve beklememiz lazım. beklerken de kurtçukların ortaya çıktığı ânı tam olarak bulmamız lazım.
niye?
çünkü önemli, herkes için çok önemli.
başımı sallamaya çalışıyorum ama vücudum tepki vermiyor.
evin bahçesinde başka ne oluyor? ben bahçede miyim?
hayır değilsin, ama carla orada, annen yani. onunla birkaç gün önce tanıştım, eve geldiğimizin hemen ertesinde.
carla ne yapıyor?
kahvesini bitirip fincanı çimenlerin üstüne bırakıyor, şezlongunun yanına.
başka?
ayağa kalkıp uzaklaşıyor. terliklerini birkaç metre ötede unutuyor, havuzun merdiveninin önünde, ama bir şey demiyorum.
niye?
çünkü ne yapacağını görmek istiyorum.
ne yapıyor peki?
çantasını omzuna atıp arabaya doğru ilerliyor, üstünde altın rengi bikinisi var. birbirimize karşı bir yandan hayranlık duyuyoruz bir yandansa ara ara nefret, bunu belli anlarda açıkça hissedebiliyorum. böyle gözlemleri aktarmam gerektiğine emin misin? buna vaktimiz var mı?
gözlemlerin çok önemli. niye bahçedesiniz?
çünkü gölün oradan yeni döndük ve annen evime girmek istemiyor.
sana zorluk çıkarmak istemiyor.
ne zorluğu? o girmeyince eve iki tur girip çıkmam gerekiyor, ilki limonataları almak için, ikincisiyse güneş kremini. bence zorluk çıkarmamak böyle olmaz.
göle niye gitmiştiniz?
çünkü carla kendisine araba kullanmayı öğretmemi istedi, hep öğrenmek istiyormuş, ama gölün oraya gidince ikimiz de gerekli sabrı gösteremedik.
şimdi bahçede ne yapıyor?
arabamın kapısını açıyor, direksiyonun başına geçiyor ve çantasını karıştırmaya başlıyor. ben bacaklarımı şezlongdan indirip bekliyorum. hava aşırı sıcak. derken carla çantasını karıştırmaktan sıkılıyor ve direksiyonu iki eliyle kavrıyor. bir süre böyle kalıyor, bahçe kapısını izliyor, ya da belki kapının çok ötesindeki kendi evini.
başka? niye sustun?
anlatırken tıkandım, her şeyi en ince ayrıntısına kadar görebiliyorum ama bazen ilerlemekte zorlanıyorum. hemşirelerin yaptığı iğnede mi bir şey vardı acaba?
hayır.
ama birkaç saat sonra öleceğim, öyle değil mi? bu kadar sakin olabilmem tuhaf. sen söylemiyor olsan da öleceğimi biliyorum, yine de insanın kendi kendine söyleyebileceği bir şey değil bu.
bunların hiç önemi yok. zaman kaybediyoruz.
ama doğru, değil mi? öleceğim doğru.
bahçede başka ne oluyor?
carla başını direksiyona dayıyor ve omuzları hafifçe sarsılıyor, ağlamaya başlıyor. sence kurtçukların ortaya çıktığı âna yaklaşmış olabilir miyiz?
devam et, ayrıntıları unutma.
carla hiç ses çıkarmamasına rağmen beni yerimden kaldırıp yanına getirmeyi başarıyor. i̇lk gördüğümden beri sevdim onu, güneşin altında iki koca plastik kova taşıyordu, kızıl saçlarını koca bir topuz halinde toplamıştı, üstünde kot bahçıvan tulumu vardı, bu tarz tulumları en son gencecik bir kızken görmüştüm. limonata ikram etmek için ısrar eden ben oldum, ayrıca onu ertesi sabah mate çayı içmeye davet ettim, sonraki sabah da, bir sonrakinde de. bunlar önemli ayrıntılar mı?
kurtçukların ortaya çıktığı an tam olarak ayrıntılardan birinde saklı, gözlemlerin önemli.
bahçeyi boydan boya geçiyorum. havuzun oradan geçerken evin büyük penceresinden içeri bakınca camın ardında kızım nina’nın hâlâ pelüş köstebeğine sarılmış halde uyuduğunu görüyorum. arabaya ulaşınca sürücünün yanındaki koltuğa geçiyorum. otursam da kapıyı açık bırakıyorum ve camı indiriyorum, çünkü hava çok sıcak. carla’nın koca topuzu biraz gevşemiş, yana yığılmış. sırtını koltuğun arkalığına yaslıyor, orada olduğumun, bir kez daha yanında olduğumun bilincinde ve dönüp bana bakıyor.
“sana anlatırsam,” diyor, “benimle bir daha görüşmeyi istemeyeceksin.”
ne diyebileceğimi düşünüyorum, belki, “aman carla, saçmalama lütfen” benzeri bir şey, ama böyle demek yerine ayak parmaklarına bakıyorum, arabanın pedalları üstünde gerginler, bacakları uzun, kolları ince ama kuvvetli. benden on yaş büyük bir kadının benden katbekat güzel olmasına şaşırıyorum.
dünyanın kasım'a görünüşü
i̇letişim yayınları, s.7-10

kasım, yağmurdan korkar. korktuğunu hem bilir hem bilmez. “yağmurun neyinden korkuyorsun?” diye soran olursa, “yağmurdan korkmam elbet, neyinden korkacağım,” der.
öyle ya, yağar yağar durur. ama olur da durmazsa? aşındırasıya, boğasıya yağarsa? kimin gücü yeter durdurmaya? o gün işte öyle, deli gibi, gözü dönmüş akarıyla herkesi süpürüp atmaya niyetli yağıyordu. ata dede toprağı dinlemeden, içinde biriktirdiği ne varsa kusuyor, kustukça rahatlayacağına tetikleniyordu. her bir bulut canlanmıştı. her bir bulut, akmak için varını yoğunu ortaya koymuştu. şehir tekne olsa, saniye dinlenmeden bağrından kova kova su boşaltırlar; o derece. aklı olan ayağının ucunu eşikten göstermez. bağırdan su boşaltanlar hariç. onların gözleri kara, halleri coşkuludur. kedinin kuru yaprakla oynaması gibi oynarlar canlarıyla. bir caka, bir fiyaka bu esnada! arada bir durup, gökyüzüne sövdükleri bile olur. yağmurdan korkan kasım’ın aklıysa, bir süredir başında değildi. havanın renginden, kokusundan şüpheye düşmeden (“i̇ki saat önce günlük güneşlikti babam, ne bileyim ben?”), nurcan’la ikisi bindiler feribota – kartal’a geçecekler. daha feribot iskeleye yanaştı, hava döktü. kıyısına sokulacakları yer bulana kadar su içinde kaldılar. islanmadık ne don ne atlet, cıcıkları çıktı. kasım, dönüp nurcan’a baktı. kıvırcık saçları ensesine yapışmış. ensesi terler nurcan’ın, elinde hep ufak bir bez ensesini, boynunu silmeye. teri yağmur suyuna karışmış. “geceleri de böyle cıbıldak tere batıyor, sanki uyku arasında suya dalıp çıkıyor,” diye geçirdi içinden kasım. hemen sonra da kendine kızdı. “kasım,” dedi, “senden adam olmaz.” i̇lle birlikte gideceğiz diye tutturmuştu. “sen bir git, bir görüş öyle,” diyordu nurcan. “neyini görüşeceğim? ev var, iş var, gidip oturalım işte.” halbuki nurcan’ın gönlü istemedi mi bütün işleri ters giderdi kasım’ın. “yüzüne kızayım, sen sebepsin, doğru giden iş bile senin gönülsüzlüğünden eğri oluyor diyeyim,” diye düşünürken, bir araba durdu önlerinde. feribottaki yolculardan biriymiş, “nereye gideceksiniz ağbi, var mı beklediğiniz?” diye sordu. söyleyince, “yakın yermiş zaten, atlayın haydi,” dedi. artık dediği gibi kendi de cevizli’den mi geçecekti yoksa hallerine acıdı da hususi onlar için mi oraya çevirdi yolunu, belli değil. kim olsa acırdı hallerine. belki en çok da nurcan’a. üstüne tiril tiril giyinmişti. neredeyse sele kapılacaklar, daha hâlâ elindeki bezle yüzünü gözünü siliyor, çaputtan umudunu kesmiyordu. bindiler tabii arabaya, “ya n’apacağız?” diye kendi kendini cevapladı kasım. “koltuklar da ıslandı kardeş,” dedi nurcan. yağmur damlaları – artık damla denirse onlara, kaportaya hızlı hızlı, pat pat pat vuruyordu. adam sileceklerin arasından güçbela yolu seçmeye çalışıyordu. nurcan’ı duydu duymadı; bir şey demedi, gözünü yoldan ayırmadı hiç. kasım ön koltuğa, şoför yanına oturmuştu. az soluna dönüp nurcan’a baktı. “yahu nurcan, sudur su! n’olacak?” dedi. nurcan başını çevirdi. elindeki bezle camın buharını sildi. tersinde kalıyordu, kasım sildiğini görmedi ama gırç gırç ses geldi camdan. boynu ağrıyınca önüne döndü tekrar. belki bir çeyrek saat geçti geçmedi, “i̇nsan, insanlıklı olmayınca, olmuyor. ama insanlıklı olunca, senin gibi... atlayın demesen, belki biz daha bekliyorduk orada,” dedi, laf olsun diye. “zaten yolumun üstü ağbi. yenge de var yanında...” konuşmanın buraya varmasına bozulduysa da (“al işte! nurcan’ın hatırına durmuş önümüzde... nurcan’ın gönlü olsun, hep nurcan akıl etsin, en doğrusunu nurcan bilsin, nurcan, nurcan, nurcan. hadi git cengiz’i de getir gittiği yerden, getir de görelim.”) uzatmadı. “zaten yanlış anlama da, ilk yengeyi gördüm. sen öyle büzmüşsün kendini...” bu defa adamı dimdik izlemeye başladı kasım. öfke bakışlarından okunsun diye sinirini tüm gücüyle gözlerine yürüttü. varlığının hiçe sayılması, kendi tersine duyduğu özlemi depreştirmişti; gerçi hiçbir zaman tersi pistir dedikleri türden bir adam olmamıştı ama kendince bir tersi vardı kasım’ın da. o öyle inatla bakınca, birkaç kere de adam baktı, bir yola bir kasım’a. bu bir türlü sabitlenemeyen baş, adamın bir cevap beklediğini gösteriyordu; başını kasım’dan yana her çevirişinde gözleriyle “hayırdır ağbi?” diye soruyordu. fakat kasım herhangi bir şey söylemedi; cevaba sayılacak ufacık bir hareketi olmadı bedeninin. beriki kendince akıl okuyarak, “rahat ol ağbi, bırakacağım sizi kazasız belasız gideceğiniz yere,” dedi. burnundan fıh diye ses çıkararak güldü kasım. nurcan sevmiyor, “karga burunlusun zaten, bir de fıhlama,” diyor. i̇nadına birkaç kere daha fıhlaya fıhlaya güldü kasım. tam o ara cevizli yazısının yanından geçtiler, “hah!” dedi, “sol, sol, sol!” “gördüm ağbi, sakin. zaten bak, anca yürüyoruz.” duymamışçılığa vurdu kasım. aslında böyle dallı budaklı konuşmaları sevmezdi. zaten bakmış, anca yürüyormuşuz, sakinmiş. ama şimdi adam arabasına almış. e gök de delinmiş. “sakin,” dedi o da kendine. tabelayı sağ taraflarında bırakıp, cevizli’ye saptıklarında asfaltı da terk etmiş oldular.
i̇yi dilekler ülkesi
can yayınları, s.15-17

tek istediğim serbest kalmaktı. serbest. başka hiçbir şey değil. sadece serbest. o zaman da söyledim. dinlemediler. benim suçum değildi. dinleselerdi. ben söyledim. açıkça söyledim. ben yokum, dedim, bırakıyorum, gidiyorum, beni unutun.

hayır. yoluma çıktılar. ölenler oldu. benim suçum değildi. gitmek isteyen birini tutamazsın. tutmaya çalışmamalısın. galiba şaka yapıyorum, yorgunum da ondan yapıyorum sandılar. biraz dinlen, tatil yap, bir sevgili bul, geçer, dediler. belki onların da suçu değildi. alışkın değildiler. çünkü nerede görülmüş her şeye sahip olan birinin sahip olduğu her şeyi bıraktığı, çekip gittiği? “ben yokum.”

evet. kulağa hoş geliyor. var olduğunu söylemenin en şaşırtıcı biçimi. şimdi düşününce, bunu söyleyebilmiş ve serbest kalmayı ısrarla istemiş olmamı şaşırtıcı buluyorum. aynı çabayı tekrar gösteremezdim, gibime geliyor. çünkü yorucu. hayatta sadece bir kez denenebilecek bir girişim. tercihen, gençlikte denenmeli. kendini dinletmeyi, dinletecek sesi çıkarmayı becerebileceğin yaşlarda. ayağına dolaşacak, uykunu kaçıracak olanlara karşı elindeki silahları gözünü kırpmadan kullanma cesaretin varken. uzun bir yol ve hızlı bir yolculuk oldu.

memnunum. yola çıktım ve yapmam gerekeni yaptım. kaza da yaptım. kaza da atlattım. önüme çıkan her yola saptım, serbestçe. bir tarih yazdım, hiçbir şey yapmadıysam. şimdi nihayet, anlaşılacağıma inanıyorum. yani dinleneceğime ve anlayışla karşılanacağıma. umudum var. i̇lginizi çekeceğim. çekip götüreceğim ilginizi ve sizi, yanım sıra. beni bırakamayacaksınız. bırakmak isteyecek, ama bırakamayacaksınız. çünkü ben yaşayan tek serbest adamım.

serbestçe konuşan, serbestçe ilerleyen bir adam. i̇çinden güçlü duygular gelen ve en önemlisi, kendini engellemeyen bir adam. abartmıyorum. hayatta abarttığım şeyler oldu ama bu onlardan değil. kendimi abartmaya dayanamazdım. abartılmamış halim bile zaten yeterince abartılı duruyor. değil oysa, ama öyle duruyor. belki hormonlarla bir ilgisi vardır, abartılı duruşun ya da içgüdülerle ya da genlerle ama asla ifadeyle değil. o zamana kadar sadece söylenenleri yapan bir adamdım. yaptıklarım değerlendirilsin, aferin densin diye bekledim. beklediğim oldu.

değerim bilindi; takdir edildim, teşvik edildim. değerim arttı. kazancım da. faydam da. önem bile kazanıp vazgeçilmez adam oldum bir küçük dünyada. ama sonra bir gün, bundan iki yıl filan önce, otuz yaşımı yeni bitirmiştim, sanırım zamandan hızlı yaşlanıyordum, bittiğini hissettim. gerçekten. kulağımla duydum. “bitti!” dedi içimden bir ses ve sonra devam edemez oldum.

öyle, durduk yerde, çok değil birkaç gün içinde ve sonunda, bitti!

o sabah uyandım, kalktım ama o an yatağın kenarına yığılıp kaldım. öyle oldu. o zaman duydum. şaşırmadım. ben şaşırmam. şaşırmamayı bilerek doğmuşum. başarım biraz da oradan gelir. her durumda öyle sakinimdir ki, sanki geleceği okuya okuya geleceğe ilerlerim. o yüzden korktuğum, telaşlandığım, yılgınlığa düştüğüm olmamıştır profesyonel hayatımda. şaşırmadım ve dedim ki, bittiyse bitti! ne yapalım, buraya kadarmış! yine de kulağıma bitişi fısıldayan sesin samimiyetini sınamak için bir iki devam etme girişiminde bulundum, askerdeki moral hocalarının ya da şirketteki genel müdürün o aşağılık gaza getirme tarzında. hadi aslanım! ha gayret! sen yaparsın! yaptım. ama olmadı. olmayacağını önceden görerek yaptım, sırf ileride denemedim dememek için. yatağın kenarına geri oturdum ve o gün oradan kalkmadım. perdenin arkasından göğü seyrettim, karşı damdaki aylak kuşları, kiremitlerin düzensiz dizilişlerini, antenlerin yorgun konuşmalarını. çok geçmeden telefon çaldı. telefon yanımdaydı, yatağın başucundaki sehpanın üstünde. uzun uzun çaldı. cevap vermedim. tekrar tekrar çaldı. cevap vermedim. sonunda sesten rahatsız olmaya başladım. ahizeyi kaldırdım. öylece tuttum, kucağımda. kulağıma götürmedim. artık bir şey duymak istemiyordum. hele soru, asla. şirketten aradıklarını biliyordum. neredesin? neden gelmedin? ne zaman geleceksin? diyeceklerini biliyordum. onlarla konuşmadım. telefonu bıraktım. kucağımdan yere düştü. artık kimsenin bana soru sormasına izin vermeyeceğimi o sırada anladım. vermedim de, bir daha. yargıç bile bana soru soramadı. sormak için ayağa kalkmamı bekledi. kalkmadım. bunun üzerine, “ayağa kalk!” diye bağırdı.

“hadi oradan!” dedim. “i̇stiyorsan kendin kalk.”

böyle dedim ve delice kahramanlığıma kahramanlık kattım.
gelen her şey
bulunduğun yerde, çevirmen: murat alpar, yapı kredi yayınları, s.23

kuşları bulutlarla takas ediyorum
bulutları yıldızlarla
bir gökyüzünü
– daha güzel olmasa bile
başka bir gökyüzüyle
gündüzü geceyle

ortalıkta ne varsa
görünüyor işte
ışıkta

gelen her şey benim
kısacık bir süre
kuşlar bulutlar yıldızlar
gelen her şey tam
benim aradığım

bir daha gelmiyor ama
bir kez burada olan
onun için şu anki gökyüzünün
ardındaki gökyüzünü yakalıyorum

gözlerime dolan ışık
öyle canlı kılıyor ki kanımı

başka her şeyi unutuyorum.
alyoşka'nın yüreği
çevirmen: rezan alemdar, metin alemdar, cem yayınları, s.70-73

sabah kahvaltıda alyoşka hemen hemen hiçbir şey yemedi, gözlerini kaldırmadan oturdu. patron yan bakışlarını kuşkuyla ona çevirdi.
“niye yemiyorsun?
“başım ağrıyor.”
kahvaltısının bitmesini zor bekledi. gizlenerek harmana geçti, çiti aştı, koşa koşa büroya geldi. siyasal komiser sinitsın’ın odasına rüzgâr gibi daldı, kapıyı çarptı ve trampet çalan yüreğini elleriyle bastırarak eşikte durdu.
“nereden koptun böyle, alyoşka?”
alyoşka dili dolaşarak geceki konukları, duyduğu kopuk kopuk konuşmaları anlattı. gözlüklü tek kelime söylemeden sonuna kadar dinledi, sonra ayağa kalktı, alyoşka’ya başıyla işaret ederek, “biraz otur burada...” dedi ve dışarı çıktı.
alyoşka gözlüklünün odasında yarım saat kadar oturdu. pencerede bir eşekarısı öfkeli öfkeli vızıldıyor, güneş ışığından demetler yerde oynuyordu. avluda sesler duyan alyoşka pencereden baktı. merdivende gözlüklü ve kızıl ordu erinin arasında i̇van alekseyev duruyorlardı. sakalı sarsılıyor, dudakları titriyordu:
“bize iftira atmışlar...”
“görürüz, bakalım!”
alyoşka hiç böyle görmemişti gözlüklüyü: kaşları burnunun üzerinde birbirine geçmişti, gözleri gözlüklerinin altından sert sert parlıyordu. tuğla samanlığın kapısını açtı, yan dönerek i̇van alekseyev’e sert bir tavırla:
“geç bakalım!” dedi.
alyoşka’nın patronu eğilerek samanlığa girdi. kapı arkasından çarpılarak kapandı.
“bak şimdi, böyle böyle, sonra bir, iki ve boş kovan atılır. buraya şarjör konur...”
gözlüklü elinin altında tüfeğin mekanizmasını şakırdatıyor ve gözlüklerinin üzerinden alyoşka’ya bakarken gülümsüyordu.
akşam köyün üstüne katran birikintisi gibi bir karanlık oturdu. kilise duvarının yanındaki alana kızıl ordu erleri zincir gibi yatmışlardı. gözlüklünün yanında alyoşka vardı. alyoşka’nın tüfek kayışı kokuyordu, fişek yatağı akşamın çiğinden terlemişti...
gece yarısı köyün uç tarafında, mezarlığın yanında bir köpek, arkasından bir ikincisi havlamaya başladı ve kulakları bir anda toynakların takırtısı doldurdu. gözlüklü bir dizinin üzerinde doğruldu, sokağın sonuna nişan alarak bağırdı:
“bö-lü-üük... ateş!..”
t-a-ak! tak! tak! tak!..
duvarın arkasında ürkmüş bir yankı tekerleme gibi karşılık veriyordu buna.
alyoşka mekanizmayı iki harekette oynattı, boş kovanı attı ve yeniden boğuk bir komut duydu: “bölük, ateş!”
geniş caddenin sonundan küfürler, silah sesleri, at kişnemeleri geliyordu. alyoşka kulak verdi: başının üzerinden uzun ve usanç verici bir vızıltı geçmişti.
bir dakika sonra başka bir kurşun alyoşka’nın başının bir arşın üzerinden duvara çarptı, üzerine tuğla parçaları serpildi. caddenin sonundan tek tük ateş pırıltıları ve uzaklaşan at toynaklarının düzensiz gürültüsü geliyordu. gözlüklü yay gibi ayağa fırlayıp bağırdı:
“beni izleyin!..”
koşmaya başladılar. alyoşka’nın ağzı acılaşmış, kurumuştu. yüreği göğsünden dışarı fırlayacak gibi çarpıyordu. caddenin sonunda gözlüklü, ölmüş bir ata takılıp düştü. gözlüklüyle yan yana koşmakta olan alyoşka önlerindeki iki kişinin çiti atlayıp avluda koştuklarını gördü. bir kapı çarpılarak kapandı. kapı kolu şakırdadı.
“i̇şte oradalar! i̇ki kişi eve girdiler!” diye bağırdı alyoşka.
gözlüklü incinen ayağının üzerinde sekerek alyoşka’nın yanına geldi. avlunun çevresini kuşattılar. kızıl ordu erleri mezarlık duvarının arkasına, bahçedeki nemli frenküzümü çalılarının arkasına yoğun sıralar halinde yatmışlar, hendeğin içine sıkışmışlardı. evin yastıklarla desteklenmiş pençelerinden önce biraz ateş edildi, tüfek patlayışlarının arkasından boğuk sövgüler ve soluk soluğa kalmış insan sesleri duyuluyordu. sonra her şey sustu.
gözlüklüyle alyoşka yan yana yatıyorlardı. şafak sökmeden önce, ıslak bir karanlık kümeler halinde bahçede yüzmeye başlayınca gözlüklü kafasını kaldırmadan bağırdı:
“hey, oradakiler, teslim olun! yoksa el bombası atacağız!”
evden iki el silah sesi geldi. gözlüklü elini salladı:
“pencerelere, ateş!”
kuru, net bir salvo patladı. bir daha, bir daha. evdeki iki kişi kalın, samanlı duvarların arkasına saklanarak, pencereden pencereye koşarak tek tük ateş ediyorlardı.
hışırtı
i̇z yayıncılık, s.52-56

boşluktaki̇ duruş

yüzlerce insan akıyordu sanki yanından, yüzlerce insanın ayakları akıp gidiyor, dönüp duruyor, duraksayıp geçiyordu. günün bu saatinde ne çok insan! ne çok hasta! ne çok gezgin! yılın o özel âyinine katıldığı ada ülkesinin kalabalığı şimdi, buraya, kendi ülkesine taşınmış gibiydi. o kalabalığın bir anlamı olmuştu onun için. oysa şimdi burada, ülkenin bu en görkemli garında, kalabalık yalnızca çılgınlığını değil, anlamını ve tadını da yitirmişti. (belki de benim ağzımın tadı yok!) yarım kalmış bir tattı o! nemli ve soğuk ve puslu ve kulelerle dolu o kentte, o âyini de yarım yaşamıştı. saatin 24’ü gösterdiği anda müthiş havai fişek patlamalarıyla, insanlar cehennemden boşanmışçasına bağırmışlar, kendilerini havalara fırlatmışlar, tanıdık tanımadık birbiriyle kucaklaşmış, birbirini kutlamışlardı. i̇şte, tam o anda düşünmüştü ölümü ve: “ne işim var benim bu saçma sapan palyaçoların arasında?” demişti. ama âyinin gereğiydi bu iş, herkesin herkesi kutlaması, herkesin herkesi öpmesi, birbirine sarılması, dahası birbirini boyaması gerekiyordu.

bir avuç boyayla o da payını almışı bu işten ve bunca özenle hazırlayıp giydiği elbisesi bir anda berbat olmuştu. buna katlanması gerektiğini biliyordu ve zaten bu saçmalıkları görmek için orada bulunuyordu, buna rağmen elbisesini ve boynunu boyayan (bunu bir anda nasıl başarabilmişlerdi, hayret) herife: “salak!” diye bağırmaktan kendini alamamıştı. hakarete rağmen, herif ona gülümsemiş: “çok güzelsiniz” deyip geçip gitmişti.

sonunda, bir eğlence yaşanıyordu ve hakaretlerin de eğlenceye alınması gerekiyordu. bunun böyle olduğunu kabullenmek istemeyen bir kendisiydi ve kendi kendine: “madem içine sindiremiyorsun, niçin burdasın, asıl salak sensin,” diyordu.

hangi akla hizmetle buralara geldiğini bir türlü anlayamıyordu. daha önce başına gelenleri anlamakta zorlandığı gibi... garın saati 11.25’i gösteriyordu. on dakika sonra her şey bitmiş olacaktı. aslında kendine bir bilet ayırmak için rezervasyona telefon ettiği ânı da her şeyin, bu demekti ki, bu kentin bittiğine, bitirilmiş olduğuna başlangıç kabul edebilirdi. o ada ülkesinden, yıllarını yaşadığı kente gelmesi ve göz açıp kapayıncaya kadar mahkemece her şeyin bitirilmesi arasında ancak on veya on iki gün geçmişti. baş döndürücü bir hızla olup bitmişti her şey ve çılgınlık artık geride kalmıştı. garın kafesinde, dıştan bakıldığında sakin sakin oturuyor ve kahvesini yudumlamaktan başka bir uğraşısı ve derdi yokmuş gibi görünüyordu. dışardan bakıldığında onu genç kız havalarına girmiş biri diye görebilirlerdi, oysa içinde o, kendini on bin yılı birden yaşamış gibi duyumsuyordu. masasına yaklaşıp oturmak için müsaade isteyen delikanlıya da, on bin yaşındaki birinin tecrübesiyle belli belirsiz gülümseyerek izin vermiş, sonra da koca kahve kupasını dudaklarına dokundurarak ağzını ıslatmıştı.

ne kadar aceleydi her şey
arkasından atlılar koşuyordu
atlılar koşuyor ve onlar —onlar, yani ikisi, kocası ve kendisi uçuyordu: daha evli değillerdi o zaman, yalnızca birbirini tanımış olmanın tadını çıkartıyorlardı

sonra kendilerini bir yastıkta buldular

göz açıp kapayıncaya kadar olup bitti her şey

bu işte kendine ait bir kararın var olup olmadığını bile kestiremeden olup bitmişti

sonradan, ona öyle geldi ki, kendini sürekli aldatılmış, kandırılmış gibi duyumsadı

o masaya nasıl oturduğunu, o imzayı nasıl attığını anlayamıyordu, ama ortalarda sahtecilik diye görünebilecek bir şey de yoktu: yalnızca sanki liseli bir kızın, aklı bir karış havalarda gezinirken, ev dönüşü başına gelebilecek türden bir olay yaşamış gibi görünüyordu yaptığı: ama hayır, kandırılmış olduğunu söylemiyordu, kandırılmış değildi, ama kandırılmış olsaydı ancak bu kadar olurdu

daha ertesi gün, “kendi evinde” gözlerini, kendi evinin ilk sabahına açtığında, bir gün içinde bin yılı birden kat etmiş gibi duyumsadı kendini, ama kocasına bir şey demedi, çünkü bunca hevesle kotarılmış bir başarının ardından bunca kısa sürede pişmanlık duygusuna kapılmış olması kimseye inandırıcı gelmezdi

on bin yılı, nerdeyse kalbinin ücra köşelerine değin sinmiş duyumsuyordu, acaba öteki —yani kocası—için de mi aynı şey geçerliydi, bunu ona asla ne sorabilecek, dolayısıyla ne de öğrenebilecekti

bin yıllık tecrübe, aynı zamanda bin yıllık bıkkınlık oluyordu, hiç olmazsa onun için böyleydi bu
daha ikinci gününde bu evliliği kurtarmanın telaşına düştü

“acaba kabahat bende mi, benden kötülük ışınları mı yayılıyor?” diye düşünmeye başladı
elinden geleni —kurtarmak, kurtuluş, her neyse— yaptığını sanıyordu

ama neyi, kimden kurtarmaya çalıştığı sorusuyla karşılaşınca aptallaşıyordu: çünkü böyle bir soru var değildi, bu yüzden de durumunu kocasına açmıyordu, çünkü o soruyla karşılaştığında ne diyeceğini henüz bilmiyordu, niçin bıkmış olduğunu, niçin pişmanlık duyduğunu açıklaması olanaksız görünüyordu... ama gerçekti

biçim verilmemiş düşünceler dolanıyordu kafasında: kimseye güvenim kalmadıysa, bunu ben mi uyduruyorum, beni böyle düşünmeye sevk eden hiç mi bir gerekçe yok, olabilir mi böyle bir şey, bir kuruntunun mu tutsağıyım şimdi ben? böyle şeyler... ve kendi kendine açıkça görebildiği bir tek şey kalıyordu geriye: kocasının çevresinden nefret!.. ah, ne aptalca, enayice dedikodular...

o düşünce ilk ne zaman kafasında zonkladı, bilmiyordu: ölüm düşüncesi: ölümü düşünmeye başladı, hayır kendini öldürmeyi değil, ölümün kendisini... her acıdan sonra kendini sokaklara vurdu, her defasında aynı yanlışı yineledi: kimilerine bakılırsa bunun adı ihmalmiş aslında ne yapacağını bilmiyordu, hiçbir zaman da bilemedi ölüm boşlukta sallanıyordu.