tabutmag forum – tabutmag, edebiyat, sinema, tiyatro ve görsel sanatlar alanında ilgililere nitelikli ve özgün içerikler sunar.
usura'yla yoktur kimsenin evi
iyi taştan
her parçası düzgün kesilmiş, iyi
oturan

(ezra pound)

Duvar
Kapı
Pencere
_____________
EV

i

anladınız konu ev.

bu da şeylerin dünyasında (dünya dediğimiz de “şeylerin yakınlığından” başka bir şey değildir) dolaşacağız demektir. hem bu dünyayı da biliyoruz. bunun için herhangi bir sözlüğü (sözlükler yaşamın embriyonlarıdır) açmak, onda gördüklerimizi alt alta yazmak yeter. her şey orda büyük bir özenle dizilmiş, sıralanmış durur.

(her şey yazılı değil midir zaten?)

s.275—

i̇lhan berk
şeyler kitabı

yky
babamın mumundan yayılan ışığın tırmanışını izlediğim merdiven duvarı uzun zamandır yok. benim içimde de, daima var olacağını zannettiğim birçok şey yok oldu, onların yerini alan yenileri ise, o sırada tahmin edemeyeceğim yeni üzüntülere ve yeni mutluluklara yol açtılar; buna karşılık, eski üzüntülerimi ve mutluluklarımı da şimdi anlamakta güçlük çekiyorum. babamın, anneme, “çocuğun yanına git,” demesi de, uzun zamandır imkânsız. böyle anları bir daha asla yaşayamayacağım. ama kısa bir süredir, kulak kabarttığım takdirde, babamın karşısında bastırmayı başardığım ve ancak annemle yalnız kaldığımızda koyverdiğim hıçkırıkları gayet iyi duyabiliyorum yine. aslında o hıçkırıklar hiç sona ermedi; şimdi etrafımda hayat daha suskun olduğu için onları tekrar duyar oldum; tıpkı gündüzleri şehrin gürültüsü tamamen bastırdığı için çalmadıklarını zannedebileceğimiz manastır çanlarının, gecenin sessizliğinde tekrar çalmaya koyulmaları gibi.

s.43—

marcel proust
kayıp zamanın İzinde — 1
swann’ların tarafı

çeviren: roza hakmen
yky
cahilin gücü

i̇tiraz edenlerin içini baştan rahatlatalım: cahili tabana yayılmış ilmin, hele ki bilginlerin ilmine karşıt bir halk ilminin emanet edildiği kişi yapmayacağız. çalışmanın sonuçlarını yargılamak, öğrencinin ilmini doğrulamak için bilgin olmak lazım. cahilse o işi yaptığında hem daha azını hem de daha fazlasını yapmış olacaktır. öğrencinin bulduğunu değil, aradığını doğrulayacaktır. dikkat edip etmediğine karar verecektir. çalışma olgusuna karar vermek için de insan olmak yeter. kum üstündeki çizgilerde insanın ayaklarını “tanıyan" filozof gibi, çocuğunu çalıştıran anne de "birlikte çalıştıklarında, cümleden bir kelime gösterdiğinde, çocuğunun gözlerinden, yüz hatlarından yaptığı işe dikkatini verip vermediği"ni anlamayı bilir. cahil hocanın öğrencisinden istemesi gereken şey, dersine dikkatli bir şekilde çalıştığını kanıtlamasıdır. az şey mi bu? bu isteğin öğrenci için bitmez bir görev içerdiği ortada. sınavdan geçiren cahil hocaya kazandırabileceği zihin açıklığı da: "cahil ama özgürleşmiş annenin baba kelimesini her sorduğunda çocuğun hep aynı kelimeyi gösterip göstermediğini fark etmesini kim engelleyecek? bu kelimeyi saklayıp “parmağımın altındaki kelime ne?” diye sormasına kim karşı çıkacak? vb., vb.

ev kadınından yemek tarifi, dindarca bir imge... açıklayıcılar kabilesinin resmi sözcüsü böyle bir yargıya varacaktı: "bilmediğimizi öğretebiliriz de yine bir ev kadını düsturu." "annelik sezgisi"nin bu konuda ev içinde bir ayrıcalık kazandırmadığı söylenecektir. baba kelimesini gizleyen parmak, “gizli veya hileyle saklanmış" anlamına gelen kalipso'nun içindekinin aynısıdır: i̇nsan zekâsının damgası, aklın en basit hilesi her birimizde ve herkeste ortak olan bu hakiki aklın, kendini en iyi, cahilin bilgisi ile hocanın cehaletinin eşitlenerek zihinsel eşitliğin güçlerini gözler önüne serdiği noktada gösteren bu aklın. “i̇nsan öyle bir hayvandır ki konuşan ne dediğini bilmiyorsa bunu çok iyi fark eder... i̇nsanları birleştiren bağ işte bu kapasitedir." cahil hocanın pratiği parası, zamanı ve bilgisi olmayan yoksulun çocuklarına ders vermesini sağlayan basit bir çare değil; ilmin yardımının dokunmadığı noktada aklın saf güçlerini serbest bırakan çok önemli bir deneyimdir. cahil birinin bir kez yaptığını bütün cahiller her zaman yapabilir. çünkü cehalette hiyerarşi yoktur. cahillerle bilginler ortak ne yapabiliyorlarsa işte ona "haddizatında zeki varlığın gücü" adını verebiliriz.

eşitlik gücü aynı zamanda ikilik ve ortaklık (communauté) gücüdür. uyumlandırmanın olduğu, zihnin bir başka zihne bağlandığı yerde zekâ olmaz. her bireyin eylemde bulunduğu, ne yaptığını anlattığı ve eyleminin gerçekliğini doğrulama olanaklarını sunduğu yerde zekâ olur. bu eşitliğin kefili, iki zekâ arasına yerleştirilmiş ortak şeydir iki nedenle. birincisi, maddi bir şey “iki zihin arasındaki yegâne iletişim köprüsüdür”. köprü geçittir, ama aynı zamanda arada bırakılan mesafedir. kitabın maddi yanı iki zihni eşit mesafede tutar, oysa açıklama bunlardan birinin öbürünü yok etmesine yol açar. fakat ayrıca şey dediğimiz de her zaman hazır bir maddi doğrulama merciidir: sınav yapan cahil hocanın artısı “sınava tabi tutulan kişinin karşısına hep maddi nesneleri, bir kitapta yazılı cümleleri, kelimeleri, duyularıyla doğrulayabileceği bir şey'i çıkarmasıdır". sınava tabi tutulan kişi açık kitaptan, kitaptaki maddi karşılıktan, her bir işaretin eğrisinden doğrulanabilecek bir söz söylemek zorundadır. i̇şte bu şey, kitap, bilginin de kapasitesizliğin de hilesini engeller. bu nedenle cahil hoca yeri gelince yetkinliğinin kapsamını genişletip, tahsil gören küçük beyin ilmini değil söylediğine ve yaptığına ne kadar dikkat ettiğini doğrular. "hatta elinde olmayan koşullar dolayısıyla oğlunu okula göndermek zorunda kalmış bir komşunuza da bu yolla yardım edebilirsiniz. komşunuz küçük öğrencinin bilgisini doğrulamanızı rica ederse, hiç okula gitmemiş olsanız bile bu soruşturma görevine canınız sıkılmasın. “neler öğreniyorsun, küçük dostum?” deyin çocuğa. —yunanca. —konu? ezop. nesi? —masalları. —sevdiğin var mı içlerinde? —birincisi. i̇lk kelime nerede? —i̇şte. —kitabını ver bana. dördüncü kelimeyi söyle bana. yaz şimdi onu. şu yazdığınız kitabın dördüncü kelimesine hiç benzemiyor. komşum, sizin oğlan bildiğini söylediği şeyi bilmiyor. dersine çalışırken veya bildiğini iddia ettiği şeyi söylerken pek dikkatli olmadığının kanıtıdır bu. söyleyin, iyi çalışsın dersine, gene geleceğim, şu bilmediğim, hatta okuyamadığım yunancayı öğrenip öğrenmediğini söyleyeceğim size."

cahil hoca cahile olduğu gibi bilgine de işte bu şekilde ders verebilir: onun sürekli aramakta olduğunu doğrulayarak. arayan her zaman bulur. i̇lle de aradığını, hele ki bulması gerekeni bulmaz. ama bildiği şey ile ilişkilendireceği yeni bir şey bulur mutlaka. püf noktası bu sürekli teyakkuz, insan aklını kaçırmadıkça dağılmayan bu dikkattir ki bu konuda bilgin de cahil gibi fevkalade başarı gösterir. hoca arayanı onun kendi yolunda, tek başına arayışa çıktığı ve aramaya devam ettiği o yolda, tutar.

s.37—-39

jacques rancière
cahil hoca
zihinsel özgürleşme üzerine beş ders

türkçesi: savaş kılıç
metis yayınları
sezar mı? don kişot mu? kendimi beğenmişliğimin içinde, ikisinde hangisini örnek almak istiyordum? önemi yok: olay şu ki, bir gün, uzak bir diyardan, dünyayı fethetmek için yola çıktım; dünyanın bütün tereddütlerini…

*

gününü mucizelerle doldurmaya kararlı keramet sahibi biri olarak kalkmak, sonra da akşama kadar temcit pilavı gibi aşk ve para sıkıntılarını ortaya sürerek dönüp dolaşıp yatağına devrilmek…

*

tanrı’sız her şey yokluktur; ya tanrı? en üst yokluk.

s. 46——49

e. m. cioran
burukluk —yalnızlık sirki (i)

türkçesi: haldun bayrı
metis yayınları
11

ben varım. düşünüyorum. var olacağım. ellerim... ruhum... bu gök benim... benim ormanım... benim güzelim... dünyam benim...

bunlardan başka ne söyleyebilirim ki? ciğerlerimi etrafımı saran hava ile doldurup, hançeremi yırtarcasına "ben” diyorum, “benim" diyorum.

burada, dağın zirvesinde ayakta duruyorum. kendi ayaklarımın üzerinde. başımı göklere kaldırıp kollarımı açıyorum. bu benim vücudum ve ruhum. bu bütün araştırmalarımın neticesi. etrafımdaki şeylerin mânâsını bilmek, bulmak, öğrenmek istiyordum. bütün aradıklarımı bu "ben"de buldum. var olmanın bir sebebini ve ispatını bulmak istiyordum. artık bu ispata ve bunun meclisler tarafından uygun görülmesine lüzum kalmadı. ben; var olmanın, yaşayan, yürüyen, hisseden canlı bir ispatıyım.

gören, artık benim gözlerim ve benim gözlerimin bakışı bütün dünyayı güzelliğe garkediyor. duyan, benim kulaklarım ve benim kulaklarımla duyabilmek, dünyadaki bütün sesleri tatlı namelerle süslüyor. düşünen, artık benim aklım ve hakikatler artık benim düşündüklerimle aydınlanacak. artık kendi arzumla seçiyorum ve artık yalnızca arzumla seçtiğim şeylere hürmet ve sevgi duyacağım.

“iyi”, “kötü”, “doğru”, “yanlış”… birçok kelime biliyorum. ama bunların içinde mukaddes olan bir tane var, o da “ben”.

hangi yolu seçersem seçeyim, o yolu aydınlatan ışık içimde artık. o yolu aydınlatan ışık ve o yolu işaret eden tabiî pusula, içimde. i̇kisi de bir tek noktayı gösterip aydınlatıyor ve orada her şeyimle; gören gözüm, duyan kulağım, anlayan ve düşünen dimağımla ben varım. üzerinde durduğum şu yerin, dünyanın merkezi mi, yoksa ebediyette kaybolmuş bir nokta mı olduğunu bilmiyorum ve bilmek istemiyorum. çünkü aldırmıyorum. bildiğim tek şey burada iken sahip olduğum huzur ve saadet. saadetim o kadar yüksek ki daha üstün bir hedefin peşinde koşmaya bile ihtiyacım yok. saadetim, herhangi bir sona giden bir vasıta da değil. o; gidilebilecek en son nokta, ulaşılabilecek en büyük hedef. kendi kendimin hedefi, kendi kendimin sebebi...

artık, başkalarının ulaşmaya çalıştığı sonların da vasıtası değilim. artık, başkalarının bir aleti, tornavidası da değilim. artık, başkalarının arzularının hizmetkârı da, başkalarının yarasının bezi de, onların mabetlerine adadıkları kurban da olmayacağım.

ben bir insanım. bana ait olan bu mucize, benim sahip olduğum ve koruyacağım bir şey. ben koruyacağım, ben kullanacağım ve onun önünde yalnız ben secde edeceğim.

sahibi olduğum güzellikleri, erişilmez kıymetleri kimseye teslim ve emanet etmeyeceğim. hattâ onları, istemediğim sürece kimseyle paylaşmayacağım. onlar benimdir. yalnız benim. manevî bütünlüğümün hazinesini, bozuk para gibi harcayıp fakir ruhlara, manevî bütünlüğü olmayanlara sadaka olsun diye rüzgârın hakimiyetine terk etmeyeceğim. bana ait olan, benim sahip olduğum bütün zenginlikleri; düşüncemi, arzumu, hürriyetimi ben koruyacağım. bunların içinde üzerine en çok titreyeceğim, en ulu göreceğim şey, şüphesiz hürriyetimdir. onu kimseye teslim ve emanet etmeyeceğim. hattâ kimseyle paylaşmayacağım.

kardeşlerime hiçbir şey borçlu değilim. artık onlardan dilendiğim, talepkâr olduğum bir alacağım da yok. hiçbirinden benim için yaşamasını talep etmiyorum ve ben de hiçbirisi için yaşamıyorum. hiçbirinin ruhunda gözüm yok ve artık hiçbiri benim ruhuma hasetle bakamaz.
onların düşmanı da dostu da değilim. her biri hak ettikleri yerde duruyorlar içimde. bildiğim tek şey varsa, o da sevgimi kazanmaları için, doğmuş olmalarının yetersiz olduğudur. sevgimi hiç kimseye laf olsun diye, sebepsiz yere veremem. şans eseri yanımdan geçen, yanımda duran, yanımda doğup yaşayan kimse onun sahibi olamaz. ben sevdiğim insanlara sevgimle şeref veririm. şeref ise kazanılması gereken bir şeydir. bunun yolu da söyleneni düşünmek, istenileni söylemek, emredileni istemek, kısacası yaşamak için yerde sürünmeye rıza göstermek olamaz.

artık, insanlar arasından arkadaşlar seçeceğim. ama arkadaşlar, köleler veya efendiler değil. sevgimin temeli olan hürmetle bağlanacağız birbirimize, mecburiyetle değil. gönlümün istemediğini yapmayacağım. gönlümün istediğini seçeceğim ve seçtiklerimi sevip onlara hürmet etmesini bileceğim. onların ne esiri, ne de hakimi olacağım. onlara ne emredeceğim, ne de itaat... onlarla istediğim zaman, daha doğrusu karşılıklı arzularımız mevcut olduğu zaman ve arzularımızın devamı süresince; el sıkışacağız, el ele tutuşacağız, sevişeceğiz. karşılıklı arzularımız mevcut olduğu zaman ve arzularımızın devamı süresince yan yana ve yalnız olacağız. i̇nanıyorum ki herkes ruhunun tapınağında yalnızdır ve yalnız olmalı, yalnız bırakılmalıdır. bırakın herkesin içindeki bu mabet dokunulmamış, lekelenmemiş olarak kalsın. bırakın insanlar istedikleri elleri, istedikleri sevgi ve şiddetle sıksınlar. i̇nsanların mukaddes mabetlerinin kutsal eşiğinden içeri, onlara rağmen adım atmayın...

“biz” kelimesi ilk kelime, bilinen ilk şey olamaz, olmamalıdır. bu kelime insanların ruhuna “ben”den evvel yerleştirilmemelidir. yoksa bir canavar haline gelir. yeryüzünün bütün kötülüklerinin kökü; insanın insanlar tarafından istismar edilmesinin, insanların insana inanılmaz işkenceler yapabilmesinin sebebi olur yoksa bu kelime.

“biz” kelimesi, insanın her bir yanının alçı ile kaplanması gibidir. onu önce bir taş gibi sertleştirir ve altındaki her şeyi kısa zamanda tahrip eder. beyaz beyazlığını, siyah siyahlığını kaybeder ve her renk alçının kirli griliği içinde boğulur.

ahlâktan yoksun kişilerin, iyi insanların erdemine ve güçsüzlerin, muktedir insanların kuvvetine el uzatmasını; ahmakların, düşünen kafaların irfanına ortak olmasını, kısacası meziyetin alabildiğine alçaltılıp kabahatin alabildiğine taltif edilmesini temin eden tek şey yine bu “biz” kelimesidir.

bütün ellerin, en kirlisinin bile mıncıklamaya hak kazandığı anda saadetimin ne kıymeti olabilir? aptalların bile el uzattığı yerde aklımın, sefil ve güçsüzler de dahil olmak üzere bütün yaratıkların tahakkümü altında kalan hürriyetimin ne kıymeti olabilir? ve yalnız eğilerek, itaat ederek; hürmet etmediğim kişilerin hürmet etmediğim fikirlerini kabul edeceksem, hayatımın ne kıymeti olabilir?

işte ben, bana rağmen bana kabul ettirilmeye çalışılan bu iğrenç bataklığın üstesinden geldim. ben, “biz” denen korkunç hayaleti; esaret, çapulculuk, sefalet, cehalet ve hayasızlıktan gelen bu rezalet kelimeyi ezdim, çiğnedim, mağlup ettim.

işte gerçek kudretin gerçek yüzünü görüyorum şimdi. bu kudreti toprağın üzerinde yüceltiyorum. bu kudreti insanlar var oldukları günden beri aramışlar. bu bilinmeyen kudret onlara saadet, huzur ve gurur vermiş.

bu kudret, bu tek kelime, bu sihirli güç: “ben.”

s.69——73

ayn rand
hayatın kaynağı, manası ve haysiyeti: ego

çeviren: şerif yıldız
plato film yayınları
şiddet açısından önemli olan tepki aslında çok daha başka bir tepkidir. büyük ölçüde aldatılmış ve düş kırıklığına uğramış bir kişi yaşamdan nefret de edebilir. i̇nanacak hiç kimse, hiçbir şey yoksa kişinin iyiliğe ve adalete olan inancı aptalca bir yanılsamadan başka birşey değilse, yaşamı tanrı değil de şeytan yönetiyorsa o zaman yaşam gerçekten nefret edilecek bir şeydir; insan artık düş kırıklığının getirdiği acıya katlanamaz.

yaşamın kötülük dolu, insanların kötü, kendisinin de kötü olduğunu kanıtlamak ister. yaşama inanan, yaşamı seven ama düş kırıklığına uğramış olan kişi böylece sinik, yıkıcı birisi olup çıkar. yıkıcılık umutsuzluktan doğmuştur; yaşamda karşılaşılan umut kırıklığı yaşamdan nefrete yol açmıştır.

klinik deneylerimde derinlere işlemiş bu inanç yitirilmesine çok sık rastlamışımdır; bunlar çoğu zaman bir insanın yaşamında en önemli leitmotiv'i oluştururlar. aynı durum toplumsal yaşamda, kişinin güvendiği önderlerin kötü olduğu ya da yetersiz kaldığı zamanlarda da geçerlidir. kişi kendisini daha bağımsız kılacak bir tepki gösteremiyorsa, çoğu zaman sinikliğe, ya da yıkıcılığa sürüklenmekten kurtulamaz.

bütün bu şiddet biçimleri gerçekçi, büyülü bir biçimde, hiç değilse umut kırıklığının getirdiği yıkımın bir sonucu olarak yaşama hizmet ederler(…)

s.26——27

erich fromm
sevginin ve şiddetin kaynağı

türkçesi: yurdanur salman, nalân içten
payel yayınları, 1979
demek ki, o yüksek yerlerde devlete yararlı olmanın yolu yok.. erdemin kendisini bozacak bir hava eser orada. çevrenizdeki insanlar sizin derslerinizle iyileşmek şöyle dursun, kötülükleriyle sizi baştan çıkarırlar. hiç bozulmadan kalırsanız, ötekilerin ahlaksızlığına, budalalığına paravanlık etmiş olursunuz. sizin yanlamasına yolla, kötüyü iyiye çevirebileceğimizi ummak boşunadır.

i̇şte onun için tanrısal platon bilgeleri devlet işlerinden uzak durmaya çağırır ve bu öğüdünü şu güzel benzetmeyle destekler: 'bilgeler sürekli bir yağmur boşanırken sokaktaki kalabalığa evlerinize girin de ıslanmayın diye bağırırlar. sesleri duyulmazsa, sokağa çıkıp herkesle birlikte boşu boşuna ıslanmazlar; başkalarını budalalıktan kurtaramayınca evlerinde oturup kendilerini korurlar tek başlarına.'

şimdi, sevgili dostum morus, içimi açıp en mahrem düşüncelerimi söyleyeceğim. malın mülkün kişisel bir hak olduğu, her şeyin parayla ölçüldüğü bir yerde toplumsal adalet ve rahatlık hiçbir zaman gerçekleşemez. ama siz aslan payını kötülere bırakan bir toplumda doğru bir yan bulursanız, büyük çoğunluk yoksulluk içinde kıvranırken doymak bilmez bir avuç insana memleketin bütün zenginliklerini sömürten bir devlet mutlu olabilir derseniz o başka.

s.34–

thomas more
utopia

türkçesi:
sabahattin eyüboğlu, vedat günyol, mina urgan

türkiye i̇ş bankası kültür yayınları, 1999

-


gücünüzün yettiği kadar elinizin altındaki şeylere çekidüzen vererek, onları gideremezsiniz. neden olabilecekleri kötü sonuçların bir kısmına engel olmaktan muradınız ne ola? çünkü benim bildiğim kadarıyla bir kimsenin susup durması ya da başkalarının işlerine göz yumması hoş karşılanmaz pek. en kötü fikirlerin, en kötü niyetli planların onaylanması istenir insandan. i̇nsan bir kez girdi mi bu tür bir sosyeteye, dediğiniz gibi ona çekidüzen vermek şöyle dursun, herhangi bir iyilik yapacak fırsatı bile bulamaz insan. onları yola getirmek şöyle dursun, kötü arkadaşlar er geç insanın ahlakını bozar; bütün o kötü arkadaşlara karşın o namusunu, dürüstlüğünü gene de koruyacak olursa, onların çılgınlıklarının, namussuzluklarının kendisine atfedilmesine karşı duramaz; tamamıyla başkasına ait şeylerin suçlusu o olur çıkar.

boşuna dememiş platon, filozofların yönetime atılması akıllıca olmaz, diye. bir insan bir sürü insanın her gün yağmura koşup ıslanmaktan zevk aldığını görür de, onlara yapmayın etmeyin, evlerinize dönün demenin bir işe yaramayacağını, yanlarına varıp konuşmaya çalıştığında bunu kendisinin de onlar kadar ıslanmasından başka bir şeye yaramayacağını anlayıp evinde kalmasının daha akıllıca bir iş olduğu sonucuna varması gerekir; başkalarının çılgınlığını dizginlemeye çalışmak yerine kendini korumak daha yerinde olur bu durumda.

samimi düşüncelerimi söyleyecek olursam ortada mal mülk denen şey varoldukça, her şey para ile ölçülüyorsa, bir ulusun adil ya da mutlu bir şekilde yönetilebileceğini sanmıyorum; adil olmaz, çünkü arslan payı en kötülere düşer; mutlu bir şey olmaz, çünkü ne var ne yok, her şey bir avuç insan arasında paylaşılır (bu bir avuç insana bile mutlu denemez); halkın geri kalan yanı sersefil kalır.

s.47—48

thomas more
utopia

türkçesi: ender gürol
cem yayınları, 2004
çok şükür

deli gönül, neyi özler durursun?
acınacak dostun, cananın mı var?
dünya yansa yorganın yok içinde,
harap olmuş evin, dükkânın mı var?

hatır, gönül bulamazsın birinde,
dama dedi dişisinde, erinde,
vatan dedikleri yangın yerinde,
i̇nsanlığa hâlâ imanın mı var?

nene yetmez senin şu kuru kaval?
pir aşkına sıkıldıkça durma, çal.
malta'daki kurnazlardan ibret al,
paran mı var, bağın, bostanın mı var?

sana giren, çıkan nedir, be dürzü?
be allah'ın numunelik öküzü!
ben mi yuttum on dört bin okka düzü,
bekri mustafa'dan fermanın mı var?

ne uymazsın zamaneye be domuz?
kırk senedir … ne verdin omuz.
nâzır olmuş desem sana ıstakoz,
reddedecek kılıç, kalkanın mı var?

çünkü neden? dalyanın yok, ağın yok,
bir tek hamsi kızartacak yağın yok.
ocağın yok, dalın yok, budağın yok,
yoksa gökalp gibi turan'ın mı var?

uyanmadın gitti, dalgın uykudan,
sana ne be âlemdeki kaygudan?
dem vurursun siyasetten duygudan,
beynelmilel bir imtihanın mı var?

feylesofum dedi herif, pap çıktı,
nâzır oldu, saman sattı sap çıktı.
reçetede şurup yazdı, hap çıktı,
yutmayacak yoksa, âyanın mı var?

i̇spermeçet-zade(*), kirpi(*), pehlivan(*)
yanaşması, o bayraklı kahraman.
sadrazamlar içinde en düztaban(*)
i̇mzacılar başı mervan'ın mı yar?

çal nayını, ferahnakte ver karar.
...n nazır...rın müsteşar.
kumda oyna çöp batmasın aşikâr
düşünecek senin zamanın mı var?

kendi cihanında bak sen keyfine,
kulak asma halkın hayfa-hayfine.
tanburuna, kemanına, define
sen de katıl, neyde noksanın mı var?

şu kırk yıldır senin daran alındı,
suratına yüz bin kara çalındı,
nasıl olsa şu bokluğa dalındı
neyzen’den de büyük isyanın mı yar?

tıp fakültesi hastanesi, haydarpaşa
9 ocak 1921

s.5—

neyzen tevfik kolaylı
kapı yayınları

hazırlayan: i̇hsan ada
dinleyici: bizden daha yukarıda olanlar karşısında neden aşağılık duygusuna kapılıyoruz?

krishnamurti: sizden daha yukarıda olduğunu düşündüğünüz kişiler kimlerdir? bilgililer mi? unvan, derece sahibi olanlar mı? sizin bir ödül veya mevki benzeri şeyler istediğiniz kimseler mi? birisini kendinizden yukarıda gördüğünüz anda başka birini de kendinizden aşağıda görmüş olmaz mısınız?

neden bu yukarı ve aşağı ayrımını yapıyoruz? sırf bir şey istediğimiz için bu ayrımı yapıyoruz, değil mi? kendimi sizden daha az zeki hissediyorum, sizin kadar paralı veya donanımlı olmadığımı düşünüyorum, sizin göründüğünüz kadar mutlu olmadığımı hissediyorum veya sizden bir şey istiyorum; dolayısıyla kendimi sizden aşağıda görüyorum. size imrendiğimde veya sizi taklit etmeye çalıştığımda ya da sizden bir şey istediğimde hemen sizden aşağıya düşerim, çünkü sizi kendimden yükseğe çıkarmışımdır. size üstün bir değer vermişimdir. demek ki psikolojik olarak yukarıyı ve aşağıyı içsel dünyamda ben yaratıyorum; varsıllar ve yoksullar arasındaki eşitsizlik duygusunu yaratan benim.

i̇nsanlar arasında muazzam ölçüde bir kapasite eşitsizliği var, değil mi? bir yanda jet uçağını süren pilot, diğer yanda saban süren adam. kapasitedeki bu devasa —düşünsel, sözel, fiziksel— farklılıklar kaçınılmazdır. fakat gördüğünüz gibi, bizler kimi meslek sahiplerine müthiş önem atfediyoruz. valinin, başbakanın, kâşifin, bilim insanının hizmetçiden çok ama çok önemli olduğunu düşünüyoruz; dolayısıyla meslek statüyü belirliyor. belli mesleklere statü atfettiğimiz sürece eşitsizlik duygusuna mahkûm oluruz ve yetkin olanlar ile olmayanlar arasındaki mesafe kapatılamaz. eğer mesleği statüden ayrı tutabilirsek, o zaman sahiden eşitlik duygusunu canlandırabiliriz. ama bunun için sevgi olması gerek; çünkü yukarı ve aşağı ayrımım ortadan kaldıran şey sevgidir.

dünya sahip olanlar —zenginler, güçlüler, yetkinler, her şeye sahip olanlar— ve sahip olmayanlar arasında bölünmüş durumda. peki, sahip olanlar ile sahip olmayanlar arasındaki bu boşluğa yer vermeyen bir dünya yaratmak mümkün müdür? aslında yapılmaya çalışılan da budur; zenginler ve yoksullar, büyük kapasiteye sahip olanlar ile olmayanlar arasındaki bu uçurumu, bu yarığı gören politikacılar ve ekonomistler sorunu ekonomik ve sosyal reformlarla çözmeye çalışıyorlar. buna diyecek sözümüz yok. fakat düşmanlık, kıskançlık, garez gibi duygular anlaşılmadığı sürece gerçek bir dönüşüm asla hayata geçemez, çünkü ancak zikrettiğimiz duygular anlaşılıp sona erdirildiğinde kalbimizde sevgi yeşerebilir.

s.170—172

jiddu krishnamurti
yeni bir yaşam
öğrenme ve anlam arayışı üzerine

türkçesi: orhan düz
(bkz:omega yayınları), 2010
kuramı yapılmış olan bir şeyi düşünce alanından eylem alanına geçirme, gerçekleştirme işi, uygulama.
romeo
sevgisinden oldum sevgilimin.

benvolio
ah, uzaktan nazik görünen aşk
nasıl da acımasız ve kaba denendiğinde!

romeo
ah sevgi, gözleri bağlıyken bile
nasıl da görür, yolunu seçer dilediğince!
nerede yiyelim? yine kavga mı oldu burada?
hayır anlatma, duydum olanları.
neler doğuyor nefretten, ama daha çoktur sevgiden doğan
ey kavgacı sevgi! sevilen nefret!
ey ağır hafiflik! ağırbaşlı uçarılık!
ey hiçten yaratılan her şey!
uyumlu biçimlerin, biçimsiz kargaşası,
kurşun tüy, parlak duman, soğuk ateş, sayrılı sağlık!
hep uyanık uyku... bunların hiçbiri değil.
bu sevgiyi duyarım, ama haz duymam ondan.
gülmeyecek misin?

benvolio
hayır kuzenim, yeğ tutarım ağlamayı.

romeo
ne diye canım?

s.11

william shakespeare
romeo ve juliet

türkçesi: özdemir nutku
türkiye i̇ş bankası kültür yayınları
işte, (…) tüm sorunlarımızın yanıtı burada. tek bir sözcükte özetlenebilir: insan. tek gerçek düşmanımız insandır. insanı ortadan kaldırın, açlığın ve köle gibi çalışmanın temelindeki neden de sonsuza dek silinecektir yeryüzünden.

s.32—

george orwell
hayvan çiftliği

türkçesi: celâl üster
can yayınları
alfonso askerin cesedine takılıp tökezliyor. kasaba halkı tezahürat yapıyor, coşku içindeler, sırtına vuruyorlar. seyretmek için ağaçlara tırmananlar dallardan alkışlıyor. galya ana domuzlardan söz ediyor bağırarak, erkekler kadar temiz domuzlardan.

tanrı'nın duruşmasında, soracağız: bütün bunlara neden izin verdin?

cevap bir yankı olacak: bütün bunlara neden izin verdin?

sağır cumhuriyet
ilya kaminsky

enseye i̇nerken titreyen
bir giyotine benzeyen bir şehir

s.45—
harfa yayınları, 2019

türkçesi: selahattin özpalabıyıklar
pelinotu çiğnemekle, yıkıntıları okşamakla, solumamı dünyanın gürültülü iç çekişlerine uydurmaya çalışmakla ne çok zaman geçirmişim! yabanıl kokular ve uyuklayan böceklerin ezgileri içine gömülmüş durumda, gözlerimi ve yüreğimi ağzına dek sıcakla dolmuş olan bu göğün dayanılmaz büyüklüğüne açıyorum. olduğumuz şey olmak, kendi derin ölçümüzü bulmak o kadar da kolay değil. ama chenoua’nın sağlam sırtına baktıkça şaşırtıcı bir kesinlik yüreğimi yatıştırıyordu. soluk almayı öğreniyor, bütünleşiyor, gerçekleşiyordum. tepeleri birbiri ardından tırmanıyordum; her biri bir ödül saklıyordu bana; sütunları güneşin dolaşımını ölçen, önünden tüm köy, ak ve pembe duvarları ve yeşil verandaları görünen şu tapınak gibi. bir de doğudaki tepede bulunan şu bazilika gibi: duvarları kalmış ve çevresinde büyük bir bölüm içinde yeni çıkarılmış taş gömütler sıralanmakta; çokları topraktan ancak çıkarılmış, onun birer parçasını oluşturmaktalar daha. bir zamanlar ölüleri saklamışlar içlerinde; şimdi adaçayları ve turpotları boy vermiş. aziz salsa bazilikası hıristiyan; ama bir açıklıktan baktığımız her seferde, bize dek ulaşan dünyanın ezgisi: çam ve servi ağaçları dikili tepecikler ya da yaklaşık yirmi metre ötede ak ak kabaran deniz. aziz salsa’yı taşıyan tepe dorukta düz ve revaklar arasından yel daha geniş esiyor. sabah güneşinin altında, uzamda ağır ağır büyük bir mutluluk salınmakta.

söylenlere gereksinim duyanlar ne zavallı. burada tanrılar, günlerin koşusu içinde yatak ve belirleme noktası işlevi görür. betimler ve şöyle derim: “i̇şte kırmızısı, işte mavisi, işte yeşili. bu deniz, bu dağ, bunlar da çiçek.” burnumun altında sakızağacı toplarını ezmekten hoşlandığımı söylemek için dionysos’tan söz etmeme ne gerek var? daha sonra kendiliğimden düşüneceğim şu eski övgü şiiri demeter’e mi yönelik: “yeryüzünde bunları görmüş olan canlıya ne mutlu.” görmek, ve bu yeryüzünün üstünde görmek, ders nasıl unutulur? eleusis mysterion’larında, gözleme dalmak yetiyordu.

burada, dünyaya ne kadar yaklaşsam az geleceğini biliyorum. çıplak olmam, sonra da hâlâ toprağın özlerinin güzel kokuları içinde denize dalmak, berikini ötekinde yıkamak, toprakla denizin öylesine uzun zamandır dudak dudağa, özlemle beklediği kucaklayışı derimin üstünde düğümlemem gerek. suya girdiğimde, soğuk ve saydamsız bir macunun sarması ve yükselmesi, sonra burun akıntılı, ağız acı, kulaklar uğultulu dalış –yüzme, sularla parlayan kolların güneşte altın rengine girmek üzere denizden çıkışı ve tüm kasların bükülmesiyle yeniden inişi; bedenimin üstünde suyun koşusu, bacaklarımın suya böyle gümbürtüyle egemen oluşu– ve çevren(*) yokluğu. kıyıda, kumlar üstüne düşüş, et ve kemik ağırlığıma dönmüş, güneşten şaşkın durumda, kendimi dünyaya bırakış, arada bir kollarıma bakış, kuru deri bölümlerinde, suyun kaymasıyla, sarı tüylerin ve tuz tozlarının belirmesi.

mutluluk denilen şeyi burada anlıyorum: ölçüsüzce sevme hakkı. bir tek aşk var bu dünyada. bir kadın bedenine sarılmak, aynı zamanda gökten denize inen şu garip sevinci bağrına basmaktır. az sonra, güzel kokularını bedenime sindirmek için pelinotlarının arasına atıldığım zaman, tüm önyargılara karşın, güneşin gerçeği olan, ileride de ölümümün gerçeği olacak olan bir gerçeği gerçekleştirdiğimin bilincine varacağım. bu anlamda, yaşamımı, denizin ve şimdi şarkıya başlayan ağustosböceklerinin iç çekişleriyle dolu, sıcak taş tadında bir yaşamı oynuyorum burada. esinti serin ve gök mavi. bu yaşamı vazgeçişle seviyor ve ondan özgürce söz etmek istiyorum: bana insan koşulumun gururunu veriyor. oysa, sık sık söylediler bana: bunda gururlanacak bir şey yok. hayır, var: bu güneş, bu deniz, gençliğinden hoplayan yüreğim, tuz tadında bedenim ve sevgiyle mutluluğun sarıyla mavide karşı karşıya geldiği uçsuz bucaksız dekor. gücümü ve kaynaklarımı işte bunu fethetmek için kullanmalıyım. burada her şey el değmemiş durumda bırakıyor beni, kendimden hiçbir şey bırakmıyorum, hiçbir maskeye bürünmüyorum. yaşamanın güç bilimini sabırla öğrenmem yeter, bu bilim onların tüm yaşama sanatlarına değer.
teröre dayalı totaliter tahakkümle, şiddet yoluyla kurulan tiranlık ve diktatörlükler arasındaki en belirleyici fark, totaliter rejimin yalnızca düşmanlarına değil, aynı zamanda dostlarına ve destekçilerine karşı da işleyebilmesindedir. çünkü totaliterizm tüm iktidarlardan, dostlarının iktidarından bile korkar. polis devleti çocuklarını yemeye başladığında, dünün celladı bugün kurban haline geldiğinde, terörizm doruğuna ulaşır. bu, aynı zamanda iktidarın tümüyle ortadan kalktığı andır. bugün rusya'nın stalinizmden arınması hakkında pek çok ikna edici açıklama vardır. bana kalırsa bunların hiçbiri, stalinist bürokratların rejimin devamının tüm ülkenin felce uğramasına (yoksa isyana değil, çünkü terör isyana karşı en iyi güvencedir) yol açacağından korkmaya başlamış olduğu yolundaki açıklama kadar güçlü değildir.

özetlemek gerekirse: siyasal açıdan iktidar ve şiddetin aynı şey olmadığını söylemek yeterli değildir. i̇ktidar ve şiddet birbirinin karşıtıdır. birinin mutlak hâkimiyetini kurduğu yerde diğeri barınamaz. şiddet, iktidarın tehlikeye girdiği anda ortaya çıkar. ama kendi başına bırakılırsa, iktidarın kayboluşuna yol açar. bunun anlamı şudur: şiddetin karşıtını şiddetsizlik olarak düşünmek yanlıştır. şiddete dayalı olmayan iktidar diye bir şey yoktur gerçekte. şiddet, iktidarı yıkıma uğratabilir. şiddet, iktidar yaratma kabiliyetinden alabildiğine yoksundur. “yadsımanın gücü”: bu sayede karşıtlar birbirini tahrip etmez, ama yavaş yavaş birbirine dönüşür; çünkü çelişkiler gelişimi felce uğratmaz, tam tersine mümkün kılar. hegel ve marx'ın bu kavrama duyduğu güven çok daha eski bir felsefi önyargıya dayalıdır: şer, iyinin menfi bir tarzından başka bir şey değildir, şerden iyi çıkabilir; kısacası şer, kendini hâlâ gizleyen iyinin geçici bir dışavurumundan başka bir şey değildir. çağlar boyunca el üstünde tutulan bu tür görüşler artık tehlikeli bir hale geldi.

bu tür düşünceler, hegel ya da marx'ın adını bile duymamış olan pek çok düşünürce paylaşıldı. her şeyden önce, bu tür düşünceler umut verir ve korkuyu savar — ihaneti, meşru korkuları savmasından kaynaklanan bir umut. bundan kastım şiddeti şerle eşitlemek değil. yalnızca şiddetin karşıtından, yani iktidardan çıkarsanamayacağını ve şiddeti olduğu gibi anlayabilmek için köklerini ve doğasını sorgulamak gerektiğini vurgulamaya çalışıyorum.

s.62—63

hannah arendt
şiddet üzerine

çeviren: bülent peker
i̇letişim yayınları, 1997
la fontaine, ağustos böceği ile karınca’da, kendi zamanının ahlakını yansıtmıştı; evrensel ve kalıcı bir değere sahipmiş gibi gözüken bu ahlak anlayışına göre, titiz, özenli, günlük çalışma kesin bir değerdi ve ağustos böceği “bütün yaz” şarkı söyleyeceğine bu değerden esinlenmeliydi.

masalda güzel rol karıncaya aitti. her mevsimde çalışma azmi sayesinde herkes tarafından onaylanıyor, masalın sonuna gülenleri kendi yanına çekiyordu: “madem bütün yaz şarkı söyledin, şimdi de oyna biraz!" diye karşısındakiyle alay ediyordu. ağustos böceği ise kendini köşeye sıkışmış gibi hissediyordu. günümüzde ise tam tersi oluyor. karıncalarla alay ediliyor, onlar küçük görülüyor. ebeveynlerinin ömürleri boyunca sabahtan akşama didindiklerini, buna rağmen ne maddi rahatlığa erişebildiklerini, ne orta sınıfa dahil olabildiklerini ne de isimsizlikten kurtulabildiklerini görmüş gençler, onlara takdirden çok acıma hissiyle yaklaşıyorlar. o örneği izlemelerini destekleyecek hiçbir şey yok. tam tersine, o örnekten uzak durmaya, isterse iğrenç dolandırıcılıklar ve kaçakçılıklarla olsun, “başarmış olanlara” öykünmeye veya her ne yoldan olursa olsun şöhret cennetinde kendi on beş dakikalarını kazanmaya teşvik ediliyorlar.

rol modellerin altüst olmasının, uzun süre ayıp kabul edilmişe hayranlık duymaya ve uzun süre örnek gösterilmişi aşağılamaya başlamanın bir nüfus bünyesinde nasıl zararlara yol açabileceği üzerinde ne kadar durulsa azdır. uyuşturucu kaçakçılarına öğretmenlerden fazla hayranlık duyulan bir mahallenin toplumsal çürüme odağı haline geldiğini anlamak için uzun ispatlara gerek var mı? bütün bir toplum benzer bir zihniyet içine girdiğinde, parasal açıdan kazançlı işlere toplumsal açıdan yararlı işlerden daha çok değer verildiğinde, bunun yıkıcı sonuçlarını engellemek imkânsızlaşır. yurttaşların tüm davranışları bu durumdan etkilenir...

s.154—155

amin maalouf
uygarlıkların batışı

türkçesi: ali berktay
yky
kendi yaşam değerlendirmenize başlayın

değiştirmek istediğiniz eski benliğin özelliklerini keşfetmek için, bazı "ön lob" soruları sormak gerekir.

yazmak i̇çin fırsat ↓

aşağıdaki ve benzeri soruları kendinize sormak için zaman ayırın ve yanıtları
defterinize yazın:

— nasıl bir insan oldum?

— dünyaya nasıl bir insan yansıtıyorum? (“uçurumumun” bir yüzü nasıl?)

— gerçekte içsel olarak nasıl bir insanım? (“uçurumumun” diğer yüzü nasıl?)

— her gün, tekrar tekrar yaşadığım -hatta mücadele ettiğim- bir duygu var mı?

— en yakın arkadaşlarım ve ailem beni nasıl tarif ederdi?

— kendimle ilgili başkalarından saklamak istediğim bir şey var mı?

— kişiliğimin hangi özelliğini geliştirmek için çalışmalıyım?

— kendimle ilgili değiştirmek istediğim tek bir şey nedir?

bellekten silmek i̇çin bir duyguyu değiştirmek

sonra, acı veren duygusal evrelerinizden ve kısıtlı zihin evrelerinizden vazgeçmek istediğiniz kendiniz olma alışkanlıklarından birini seçin. ezberlenmiş duygular bedeni zihin olmaya koşullandırdığından, bu kendi kendini kısıtlayıcı duygular tutumlarınızı yaratan, herkesle ve her şeyle ilgili olarak benlik hakkındaki kısıtlı inançlarınızı etkileyen, kişisel algılarınıza katkı sağlayan otomatik düşünce süreçlerinizden sorumludur. aşağıda listelenen duyguların her biri, egonun kontrolünü güçlendiren hayatta kalma kimyasallarından türer.

yazmak i̇çin fırsat ↓

kimliğinizin büyük bir parçası olan ve bellekten silmek istediğiniz bir duygu seçin (seçtiğiniz duygu aşağıda listelenmemiş olabilir). bu sözcüğün sizin için önemli olduğunu, çünkü bunun aşina olduğunuz bir duygu olduğunu unutmayın. bu, benliğin değiştirmek istediğiniz bir özelliğidir. aklınıza gelen duyguyu yazmanızı öneririm, çünkü bu meditasyon ve sonraki adımlar boyunca bu duyguyla çalışıyor olacaksınız.

hayatta kalma duygularına örnekler:

güvensizlik — utanç — üzüntü — nefret — kaygı — tiksinti — önyargı — pişmanlık — kıskançlık — mağduriyet — keder — öfke — endişe — hüsran — kırgınlık — suçluluk — korku — değersizlik — depresyon — hırs — yoksunluk

çoğu insan bu örnekleri görür ve “birden fazla duygu seçebilir miyim?” diye sorarlar. başlarda bir seferde tek bir duyguyla çalışmak önemlidir. her durumda, hepsi nörolojik ve kimyasal olarak birbirleriyle bağlıdırlar. örneğin, öfkelendiğinizde hayal kırıklığına uğradığınızı; öfkelendiğinizde nefret ettiğinizi; nefret ettiğinizde yargıladığınızı; yargıladığınızda kıskandığınızı; kıskandığınızda güvensiz olduğunuzu; güvensiz olduğunuzda rekabetçi olduğunuzu; rekabetçiyken bencil olduğunuzu fark ettiniz mi? tüm bu duygular aynı bileşik hayatta kalma kimyasallarıyla yönetilirler ve onlar da ilişkili zihin evrelerini yaratırlar.

öte yandan, aynı şey zihin ve duygu evreleri için geçerlidir. neşeli olduğunuzda sever; sevdiğinizde özgür hisseder; özgür hissettiğinizde ilham alır; ilham aldığınızda yaratıcı olur; yaratıcı olduğunuzda maceraperest olursunuz. tüm bu duygular, nasıl düşündüğünüzü ve davrandığınızı etkileyen farklı kimyasallarla yönetilir.

gelin, üzerinde çalışmayı seçeceğiniz tekrarlanan duyguya örnek olarak öfkeyi kullanalım. siz öfkeyi bellekten sildiğinizde, sizi kısıtlayan diğer tüm duygular da içinizde hafifleyecektir. daha az öfkelenirseniz, daha az hayal kırıklığına uğrar, daha az nefret eder, daha az yargılar, daha az kıskanırsınız, vs.

i̇yi haber şu ki bedeni artık bilinçaltında zihin olarak çalışmaması için eğitirsiniz. sonuçta, bu yıkıcı duygusal evrelerden birini değiştirdikçe, beden daha az kontrolden çıkar ve siz diğer pek çok kişilik özelliğini değiştirirsiniz.

s.291—294

dr. joe dispenza
kendiniz olma alışkanlığını kırmak

türkçesi: merve duygun
butik yayıncılık
ot

git, kırda bir ot bul kendince,
başka bir dünyada kökleri,
çiçek verince bakakalmış,
hani dingin vapur dumanını bilirsin,
köşe bucak duran rüzgârı sabahleyin,
gökten inen sessizlik gibi,
kutsa onu, hiçbir şey deme,
i̇nsan öğrenmek için yaşar.

melih cevdet anday
ölümsüzlük ardında gılgamış

adam yayınları, 1996
şeytandan bir parça neşe alır ve bununla maceralara atılırsan zevki kabullenirsin. zevkse hemen istediğin her şeyi kendine çeker ve o zaman zevkin seni yağmalıyor mu yoksa yüceltiyor mu, karar vermen gerekir. şeytandan olursan, çokluk peşinde kör istekle bocalarsın ve bu da seni yoldan çıkarır. şeytandan değil, kendi olan biri olarak kendinle kalırsan insanlığını hatırlarsın. kadınlara kendiliğinden erkek gibi değil, bir insan olarak, yani onunla aynı cinsiyetten biri gibi davranırsın. kendi kadınlığını hatırlarsın. o zaman sana erkek değilmişsin, adeta aptalmışsın ve kadınsıymışsın gibi gelebilir. oysa gülünç olanı kabullenmelisin, yoksa üzüntüye kapılırsın ve öyle bir zaman gelecek ki en beklemediğin anda gafil avlanacak ve gülünç olacaksın. çoğu erkek için kadınlığını kabul etmek acı bir tat verir çünkü bu ona gülünçlük, güçsüzlük ve çirkinlik gibi görünür.

evet, sanki bütün erdemini yitirmiş, küçük düşmüşsün gibi. erkekliğini kabul eden kadın için de aynı şey geçerlidir. (1) evet, bu sana kölelik gibi gelir. sen ruhunda gereksinim duyduğun şeyin kölesisin. en erkeksi adam kadınlara gereksinim duyar ve sonuçta onların kölesidir. kendin kadın ol ve kadına köle olmaktan kurtul. (2) bütün erkekliğinle alayı savuşturamadığın sürece merhametsizce kadına terk edilirsin. bir kere de kadın elbiseleri giymek sana iyi gelecek. sana gülecekler ama bir kadın olarak sen kadınlardan ve onların zorbalığından özgürlüğünü kazanacaksın. kadınlığın kabul edilmesi tamamlanmayı getirir. aynı şey erkekliğini kabul eden kadın için de geçerlidir.

erkeklerdeki kadınlık kötülükle bağlıdır. onu şehvet yolunda bulurum. kadındaki erkeklik kötülükle bağlıdır. bu nedenle de insanlar kendi ötekilerini kabullenmekten nefret eder. oysa onu kabul ettiğinde, insanın tamamlanması ile bağlantılı olan gerçekleşir. yani, alay edilen kişi olduğunda ruhun beyaz kuşu uçmaya başlar. uzaklardaydı ama küçük düşmen onu harekete geçirdi. (3) gizem sana yaklaşıyor ve çevrende olup bitenler mucizevi. güneş mezarından yükselince altın bir ışık parıldıyor. bir erkek olarak ruhun yok çünkü ruhun kadında, bir kadın olarak ruhun yok çünkü ruhun erkekte. oysa insan olduğunda ruhun sana gelir.

keyfi ve yapay olarak yaratılmış sınırlar içinde kalmak iki yüksek duvar arasında yürümeye benzer; dünyanın enginliğini göremezsin.

1— jung'a göre erkeklerde anima, kadınlarda animus ile bütünleşme kişiliğin gelişimi için gerekliydi. 1928'de karşı cinsin üyelerinden yansıtmayı çekmeyi ve bunların bilincine varmayı gerektiren bu süreci ben ile bilinçdışı arasındaki i̇lişkiler'de anlatmıştır (kısım 2, bölüm 2, te §296).

2— düzeltilmiş taslak'ta bu ifade yerine: “oysa içindeki kadınsıyı kabul ederse kadınlara köle olmaktan kurtulur" (s. 178).

3— albrecht dietrich: “genel inanış sıklıkla ruhu en baştan kuş olarak görür” (abraxas. studien zur religionsgeschichte des spatern altertums [leipzig, 1891], s. 184).

s.193—194

carl gustav jung
kırmızı kitap

türkçesi: okhan gündüz
kaknüs yayınları
üçüncü adam

bu şiiri yöneltiyorum
(şimdilik bu sözcüğü alalım)
üçüncü adama, önceki akşam benimle karşılaşan,
aristo'dan daha az gizemli olmayan.
cumartesi günü çıktım.
gece insanlarla doluydu;
kuşkusuz bir üçüncü adam vardı,
bir dördüncünün ve bir birincinin olduğu gibi.
birbirimize baktık mı, bilmiyorum;
o, paraguay'a gidiyordu, bense kordoba’ya.
nerdeyse bu sözcükler yarattı onu;
asla bilmeyeceğim adını.
biliyorum bir tadı yeğlediğini.
biliyorum yavaştan aya baktığını.
ölmesi olanaksız değil.
okuyacak şimdi yazdığını ve bilmeyecek
kendisinden söz ettiğimi.
gizemli gelecekte
rakip olabiliriz ve saygı gösterebiliriz birbirimize
ya da dost olur birbirimizi sevebiliriz.
onarılmaz bir şey yaptım,
bir bağ kurdum.
bu günübirlik dünyada,
bu denli benzeyen
binbir gece masalına,
tek bir eylem yoktur tehlikeye koşmayan,
büyünün eylemi olmaktan,
tek bir olay yoktur
sonsuz bir dizinin ilki olmayan.
kendi kendime soruyorum, hangi gölgeler
bu yersiz satırları atmaz acaba…

s.75—76

jorge luis borges
şifre

türkçesi: yıldız ersoy canpolat
i̇letişim yayınları
bir hastalığı sağlam bir fert üzerinde onu oluşturacak sebeplerin uygulanması ile tedavi etme yöntemi.
Modanın “Yapısı”

moda modernlik çerçevesi içinde değerlendirilmelidir. bir başka deyişle moda bir kopuş, gelişme ve yenilik şeması kapsamında ele alınmalıdır. akla gelebilecek herhangi bir kültürel bağlamda "eski" ve "modern" belirgin bir şekilde yer değiştirmektedirler. oysa aydınlanma çağı ve sanayi devriminden bu yana tarihsel ve tartışmalı bir değişim ve bunalım düzeniyle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. görünüşe göre modernlik, teknik gelişme, üretim ve tarihin yol açtığı çizgisel bir zaman anlayışıyla birlikte modaya özgü bir de tekrarlardan oluşan döngüsel zaman anlayışını aynı anda üretmiştir. oysa bu apaçık bir çelişkidir, zira modernlik asla radikal bir kopuş anlamına sahip olmamıştır. zaten geleneksel de eskinin yeni karşısında üstün olduğu anlamına gelmemektedir. çünkü gelenek eski ve yeninin ne olduğundan bihaberdir. eski ve yeniyi üreten şey modernliktir; çünkü böylelikle hem neo hem retro, hem modern hem de çağdışı olabilmektedir. bu kopuş diyalektiği hızla bir alaşım ve yeniden kazanım dinamiğine dönüşmüştür. bu olay temel düzende hiçbir değişikliğe yol açmadan sistemin politika, teknik, sanat ve kültürde tahammül edebileceği değişim oranıyla açıklanmaktadır. moda alanında da keza böyle olmaktadır, üstelik moda çok açık seçik bir şekilde değişim efsanesine sahip çıkmakta, gündelik yaşamın en sıradan görünümleri içinde onu en yüce değer gibi görmektedir. yapısal değişim yasasına gelince, bu yasa modeller ve ayrımlayıcı karşıtlıklar oyunu üzerine oturtulmuş olduğu için bu düzen yerini kesinlikle gelenek koduna bırakmamaktadır. zira modernliğin özünde ikili mantık vardır. sonsuz farklılık ve kopuş “diyalektiğinin" sonuçlarını da bu, yerinde duramayan, kıpır kıpır mantığa borçluyuz. modernlik tüm değerlerin başka bir evrene taşınması değil, bu değerlerin karşılıklı olarak yer değiştirmeleri, oluşturdukları kombinatuvarlar ve belirsizlikler anlamına gelir. modernlik bir kodsa moda da onun amblemidir. yalnızca böyle bir bakış açısından yola çıkarak modanın sınırlarını belirleyebilir, yani aynı anda ortaya çıkmış şu iki önyargıyı aşabilirsiniz:

1. bu önyargılardan birincisi modanın sınırlarını antropolojiye, hatta hayvan davranışlarına kadar götürmektedir.

2. diğeriyse tam tersine güncel moda alanını giysi ve dışsal göstergelerle sınırlandırmaktadır.

modanın ritüel düzeniyle (ya da hayvan görünümleriyle mantıksal) bir ilişkisi yoktur. çünkü ritüel düzeni eski ve yeni arasındaki eşdeğerlik/yinelenmeden, ayrılayıcı karşıtlıklar sisteminden, dizisel ve kombinatuvar yayılma modellerinden bihaberdir. buna karşılık moda, bilim ve devrim de dahil olmak üzere modernliğin tam merkezinde yer almaktadır; çünkü cinsellikten iletişim araçlarına, sanattan politikaya, modernlik düzeninin tamamı bu mantığın egemenliği altındadır. ritüele en yakın moda görüntüsü -bir gösteri, bir şölen, bir harcama biçimi olarak moda- bile ritüel ve modernlik arasındaki farkı güçlendirmekten başka bir işe yaramamaktadır. çünkü moda ve törenseli özümsememizi sağlayan şey tam olarak estetik bakış açısıdır (örneğin, kimi güncel süreçlerle şölen kavramı gibi ilkel yapılan özümsememizi sağlayanlar). bu bakış açısının kökeninde modernlik (yararlılık/yararsızlık gibi ayrımlayıcı bir karşıtlık oyunu) vardır. biz de arkaik yapıları bu bakış açısı çerçevesinde değerlendirdiğimizden onları rahatlıkla kendi tümevarımlarımıza katabilmekteyiz. bizim modamız bir gösteriye benzemektedir. bu kendi yansımasına bakarak estetik anlamda, bu yansımadan, zevk alan bir toplumsallık anlayışını da beraberinde getirmektedir, yani modadaki bu değişiklik laf olsun diye yapılan cinstendir. i̇lkel düzendeyse göstergeler "estetik açıdan" asla böyle bir gösteriş düzeyine ulaşamamaktadırlar. yine şölenlerimiz bir yasak çiğneme “estetiği” gibidir. oysa ilkel değiş tokuşta böyle bir şey olmadığı halde, bu düzende, bizim şölenlerimize özgü bir model ya da bir yansıma yakalamak hoşumuza gitmektedir. potlaç "estetiğinin" düzeltilmesi, etnosantrik düzeltme gibi.

ritüel düzen ve modayı birbirinden ayırmak kadar, moda çözümlemesini de, içinde yaşadığımız sistem bağlamında radikalleştirmek gerekmektedir.

modanın olabilecek en kısa ve yüzeysel tanımını yaptığını düşünen (edmond radar: diogène): “dil düzeyinde modaya boyun eğen unsur söylevin anlamı değil öykünmeci dayanağı, yani sözcüklerin seçimi ve sıralanmasındaki ritim, tonlama ve eklemlenme biçimi.... mimiklerdir. bu olay varoluşçuluk ya da yapısalcılık gibi entelektüel modalar için de geçerlidir. bunların ödünç aldıkları şey bir araştırma yöntemi değil bir söz dağarcığıdır..."

böylelikle sanki modaya özgü, aşılıp geçilmesi olanaksız, derin bir yapı korunmuş olunmaktadır. oysa yapılması gereken şey modanın bizzat anlam üretim sürecindeki en “nesnel" yapılar içinde aranmasıdır; çünkü bunların da simülasyon ve kombinatuvar yenilikler oyununa boyun eğdikleri görülmektedir. giysi ve beden konusunda da aynı derinliğe inilmesi gerekmektedir; çünkü bugün bizzat bedenin sahip olduğu kimlik, cinsiyet ya da statü bir moda malzemesine dönüşmüştür. giysi bunların arasında yer alan bir istisnadır. bu böylece sürüp gitmektedir. modanın "etkileri"yle karşılaşılan alanlardan biri de hiç kuşkusuz bilimsel ve kültürel basitleştirmedir. oysa asıl sorgulanması gerekenler, sahip oldukları “özgün" süreçler nedeniyle bizzat bilim ve kültürdür; çünkü böylelikle modaya özgü bir yapıya sahip olup olmadıkları anlaşılabilecektir. eğer bir basitleştirme varsa ki, böyle bir durumla başka hiçbir kültürde (fotokopi, özetlenmiş edebiyat [digest], sahte, simülasyon, basitleştirilmiş biçimlere sahip çoğullaştırılmış yayım olayıyla ritüel söz, metin ya da kutsal jest düzeninde asla) karşılaşılmamaktadır. bu da bize bu alanlardaki yenilik kaynağının analitik modeller, basit unsurlar ve düzenlenmiş karşıtlıklar düzeyinde bir güdümlemeyle karşı karşıya olduğunu ve bunun da temelde "özgün" ve basitleştirilmiş düzeyleri türdeşleştirerek, aralarındaki farklılıkların tamamen taktik ve ahlâksal hale getirilmiş olduğunu göstermektedir. keza radar, söyleve özgü "mimiklerin" ötesine geçildiğinde modanın söylevin anlamına egemen olduğunu ve o andan başlayarak belli bir kültürel alanın tamamen kendi kendine gönderme yaptığını, salt speküler özellikler taşıyan kavramların birbirlerini doğurup, sorgulayıp yanıtladıklarını görememektedir. bilimsel varsayımlar için de benzer bir durumdan söz edilebilir. kuramsal ve klinik düzeydeki psikanalizin bile bu modalaşma yazgısının elinden kaçamadığı görülmektedir. o da kurumsal düzeyde, sahip olduğu temel kavramların yol açtıkları simülasyon modelleri geliştirerek, bir yeniden üretim aşamasına ulaşmıştır. eğer bir zamanlar bilinçaltına özgü bir işleyiş biçimi ve dolayısıyla öznesini belirleyen bir nesneye sahip psikanalizden söz edilebilse bile, günümüzde nesnenin bu belirleyiciliğinin yavaş yavaş ortadan kaybolduğunu ve yerini bilinçaltını belirleyen bir psikanalize bıraktığını söyleyebiliriz. bundan böyle psikanaliz bir yandan bilinçaltını yeniden üretirken bir yandan da kendi kendinin göndereni olmaya çalışacaktır (bir başka deyişle moda gibi kendi kendini ifade edecektir yoksa başka bir şeyi değil). böylelikle bir geleneğe dönüşecek bilinçaltı büyük bir talep alanı haline gelecek ve psikanaliz de kod gibi bir toplumsal güce sahip olabilecektir. bu güce, hepsi bilinçaltı konusunda birbirinin yerini alabilecek ve temelde birbirlerinden farksız, olağanüstü düzeyde karmaşık hale getirilmiş kuramlar eşlik edecektir.

modanın bir dünyevi yanı vardır. moda olan düşler, fantazmlar, psikozlar; moda olan bilimsel kuramlar, dilbilim okulları gibi moda olan sanat ve politika vardır. ancak bütün bunlar önemsiz şeylerdir. moda birer modele dönüşmüş disiplinlerin yakasına, şan ve şöhretlerini artırabilmek için aksiyomlarını özerkleştirmeyi başardıkları ve estetik, hatta oyuncul bir aşamaya geçtikleri ölçüde, çok daha derinlemesine yapışmaktadır. çünkü bu aşamada kimi matematik formüllerdeki gibi geçerli olan tek şey, çözümleme modellerine özgü kusursuz bir kısırdöngüleşmedir.

s.156—160

jean baudrillard
simgesel değiş tokuş ve ölüm

çeviren: oğuz adanır
boğaziçi üniversitesi yayınevi
aslında bu geceki konuşmamı yazmıştım. genelde böyle yapmam. belki de bu gerginliğimin sebebi, bu kadar güçlü kadınların önüne çıkıyor olmamdır. gerçek şu ki, erkekler aslında kadınlardan korkar. bunu fark ettiniz mi bilmiyorum ama yaptığımız çoğu şey tamamen korkudan. çocukken kendinizi kötü hissedince konuştuğunuz kişi kimdi? acı olduğunda ve onu paylaşacak kimse olmadığında ve çocuğun bununla başa çıkmak için sınırlı kaynakları olduğunda, çocukların yaptığı şey kendilerinden kopmaktır. kendinizden koptuğunuzda ise, kendiniz olmazsınız. kendinizi kaybedersiniz.

travmadan konuşurken, genelde başına kötü şeyler gelen birinden bahsederiz. ancak travma tam olarak bu değildir. travmanın bir türü de, başınıza gelen kötü bir şey ile ilgili olmayabilir. (14.55 — 15.48)

yani çocuklar incindikleri için travma yaşamazlar. çocuklar, acılarıyla yalnız kaldıkları için travma yaşarlar. (16.15 — 16.22)

travmanın bilgeliği
the wisdom of trauma
gabor maté

→ thewisdomoftrauma.com
eski avluda

bir çiçek açtığında
bir eski avluda
diyor ki;
çalıda sarı bir çiğdemim ben
ve senin çok eski cümlen.

sen otursan, gitmemiş ki! olsan
ben sana bir eski endülüs avlusu
i̇stersen serin bir portofino getirsem
ya da yedigöllerin yedisini birden.

bir çiçek açtığında
bir eski avluda
diyor ki;

her şey çok eksik ve neredeyse yok gibiyken
buldum buluşturdum kendime geldim
tek eksik sensin! i̇ncecik, çilli bir dille
sen de gelsen.

ben sana kırmızı kiremitli bir çatı
begonviller ve bir mavi kapı
ve illa amansız bir avlu getirsem.

dünya soğur, akşam serinlerken,
benim sensiz sevinecek bir şeyim yok.
kılı kırk yardım, altını üstüne getirdim,
ve işte en geniş cümlem:

i̇çimi açtım sana.
i̇çini açmak için.

s.26—27

birhan keskin
soğuk kazı

metis yayınları, 2010
düş görmede yüksek yetenekli bir kedim vardı. oysa, günlük yaşamı diğer kedilerle aynıydı. yedi yaşındaydım ona bu garip, kedi adlarını çağrıştırmayan adı taktığımda. uşu, adıyla başkalaşan bu kedi, soğuk kış gecelerinde ayağımın ucunda yatar ve beni ısıtırdı. ölümüne ağıt yakılan kaçıncı kedidir, bilmem; kedi kitabe, onun şiiridir. (ek: sonra, berna türemen, kedi kitabe'den esinlenerek göğe ağan kedi başı resmini yaptı.)

uşu, yaşamının son yıllarında garip bir numara yapmaya başladı: kahvaltı artığı kara zeytin çekirdeklerini emmek. bu konuda çok kıskançtı. kendisinden gizlenen bir çekirdek, onu çıldırtmaya yetiyordu. bu durumda, bütün hane halkına küsüyor, eski bahçede, kim bilir hangi yıkıntıdan kalmış ahşap kapıların arasına gizleniyor, günlerce görünmüyordu. orada, o kapılar arasında, kalbinin kırılmadığı o eski evlerin girişini arıyordu sanırım.

dünya, kendi düşlerini yoranlardan çok başkalarının düşlerini yoranlarla doludur. uşu'nun düşleri, bence bin bir tür köpekle doluydu. kaçıyor, bir zeytin ağacına tırmanıyor, aşağıda olan biteni dehşet içinde izliyordu.
tehlike ikiye çıkıyordu: köpekler ve ağacın yüksekliği.

bir üçüncü tehlike, tuz biber ekti: uşu, düşlerinde uçan köpekle, bizans köpeğiyle karşılaştı ki, ayrıca anlatılacaktır. ve uşu'nun, yaşlı zeytin ağacından başka korunağı yoktu. zeytin, ağaçların ilkidir. olea prima est. kadıköy çarşısının bir köşesinde kalıvermiş bu gazi zeytin, sonuncusu olmalıydı. uşu, bu bilge kedi, çekirdeği, o karartılmış elipsoidi aslına döndürmek için, o testeremsi, pütür pütür ve pespembe diliyle, saatlerce uğraşırdı. emdiği çekirdeği ara sıra çıkarır bakar, çekirdek henüz aslına, ahşap sarılığına dönmediyse, emmeyi sürdürürdü.

köpekli düşlerle çekirdekli gerçek arasında bir bağ yaratıyordu: karartılmış çekirdeğin dille sınanması. kaçtığı ağaç, çekirdekteydi. hane halkına öfkelenip kaçtığı eski kapılar, mezarı da oldu onun. uşu'yu küçük bir törenle gömdüm... o kapıların durduğu yere. gazi zeytin ağacına gelince: o da sarardı. kesildi. sobada, en eski yağın alev dillerini çıkara çıkara, kül oldu.

(h. a., "günlük”, 10.12.1987)

s.202—203

jorge luis borges
clxxx

gizli bir peri ayağımı bağlamış; onun bu bağı yüzünden kavga alanına düşmüşüm, savaşıp durmadayım.

kafdağındanım, bu yaylanın garibiyim ben; görünüşte güvercinim amma yaradılış bakımından zümrüdüankayım ben.

güvercinim, ecel doğanına av olup, onun peşine düştükten sonra ben, can zümrüdüankasının kanatlarını açar, o kanatlarla uçarım.

akıl güneşiyle sırtın kızışmıştır amma gölgede oturanlara da tıpkı bir çadır gibi ayağımı diremişim, durup durmadayım.

vakit oğlu olan, babasının eteğine yapışır, bense sûfiye benziyorum; dünün de ötesindeyim, yarının da.

beni şu kapıya perde gibi asakodun; halbuki ben asılmak için gelmedim, asılmıya lâyık değilim ben.

lütfettin de kuzgunluktan kurtardın beni; dudular gibi senin avucundan şekerler yeyip duruyorum.

avucundaki cömertlik tutar da beni denize iletirse, bana, denize yol açarsa nasıl bir inci olduğumu o vakit gösteririm.

anlayışla avlanmam ben, anlayışın ötesindeyim; vehme sığacak bir varlık değilim, pek geniş bir alanım ben.

sözü, nerdeyse orda kes artık da nerdesin? kendine bir bak; ben nerdeysem beni de orda ara, ordayım çünkü ben.

s.260—

mevlânâ celâleddîn
dîvân-ı kebîr iii