tabutmag forum – tabutmag, edebiyat, sinema, tiyatro ve görsel sanatlar alanında ilgililere nitelikli ve özgün içerikler sunar.
aslında bu geceki konuşmamı yazmıştım. genelde böyle yapmam. belki de bu gerginliğimin sebebi, bu kadar güçlü kadınların önüne çıkıyor olmamdır. gerçek şu ki, erkekler aslında kadınlardan korkar. bunu fark ettiniz mi bilmiyorum ama yaptığımız çoğu şey tamamen korkudan. çocukken kendinizi kötü hissedince konuştuğunuz kişi kimdi? acı olduğunda ve onu paylaşacak kimse olmadığında ve çocuğun bununla başa çıkmak için sınırlı kaynakları olduğunda, çocukların yaptığı şey kendilerinden kopmaktır. kendinizden koptuğunuzda ise, kendiniz olmazsınız. kendinizi kaybedersiniz.

travmadan konuşurken, genelde başına kötü şeyler gelen birinden bahsederiz. ancak travma tam olarak bu değildir. travmanın bir türü de, başınıza gelen kötü bir şey ile ilgili olmayabilir. (14.55 — 15.48)

yani çocuklar incindikleri için travma yaşamazlar. çocuklar, acılarıyla yalnız kaldıkları için travma yaşarlar. (16.15 — 16.22)

travmanın bilgeliği
the wisdom of trauma
gabor maté

→ thewisdomoftrauma.com
eski avluda

bir çiçek açtığında
bir eski avluda
diyor ki;
çalıda sarı bir çiğdemim ben
ve senin çok eski cümlen.

sen otursan, gitmemiş ki! olsan
ben sana bir eski endülüs avlusu
i̇stersen serin bir portofino getirsem
ya da yedigöllerin yedisini birden.

bir çiçek açtığında
bir eski avluda
diyor ki;

her şey çok eksik ve neredeyse yok gibiyken
buldum buluşturdum kendime geldim
tek eksik sensin! i̇ncecik, çilli bir dille
sen de gelsen.

ben sana kırmızı kiremitli bir çatı
begonviller ve bir mavi kapı
ve illa amansız bir avlu getirsem.

dünya soğur, akşam serinlerken,
benim sensiz sevinecek bir şeyim yok.
kılı kırk yardım, altını üstüne getirdim,
ve işte en geniş cümlem:

i̇çimi açtım sana.
i̇çini açmak için.

s.26—27

birhan keskin
soğuk kazı

metis yayınları, 2010
düş görmede yüksek yetenekli bir kedim vardı. oysa, günlük yaşamı diğer kedilerle aynıydı. yedi yaşındaydım ona bu garip, kedi adlarını çağrıştırmayan adı taktığımda. uşu, adıyla başkalaşan bu kedi, soğuk kış gecelerinde ayağımın ucunda yatar ve beni ısıtırdı. ölümüne ağıt yakılan kaçıncı kedidir, bilmem; kedi kitabe, onun şiiridir. (ek: sonra, berna türemen, kedi kitabe'den esinlenerek göğe ağan kedi başı resmini yaptı.)

uşu, yaşamının son yıllarında garip bir numara yapmaya başladı: kahvaltı artığı kara zeytin çekirdeklerini emmek. bu konuda çok kıskançtı. kendisinden gizlenen bir çekirdek, onu çıldırtmaya yetiyordu. bu durumda, bütün hane halkına küsüyor, eski bahçede, kim bilir hangi yıkıntıdan kalmış ahşap kapıların arasına gizleniyor, günlerce görünmüyordu. orada, o kapılar arasında, kalbinin kırılmadığı o eski evlerin girişini arıyordu sanırım.

dünya, kendi düşlerini yoranlardan çok başkalarının düşlerini yoranlarla doludur. uşu'nun düşleri, bence bin bir tür köpekle doluydu. kaçıyor, bir zeytin ağacına tırmanıyor, aşağıda olan biteni dehşet içinde izliyordu.
tehlike ikiye çıkıyordu: köpekler ve ağacın yüksekliği.

bir üçüncü tehlike, tuz biber ekti: uşu, düşlerinde uçan köpekle, bizans köpeğiyle karşılaştı ki, ayrıca anlatılacaktır. ve uşu'nun, yaşlı zeytin ağacından başka korunağı yoktu. zeytin, ağaçların ilkidir. olea prima est. kadıköy çarşısının bir köşesinde kalıvermiş bu gazi zeytin, sonuncusu olmalıydı. uşu, bu bilge kedi, çekirdeği, o karartılmış elipsoidi aslına döndürmek için, o testeremsi, pütür pütür ve pespembe diliyle, saatlerce uğraşırdı. emdiği çekirdeği ara sıra çıkarır bakar, çekirdek henüz aslına, ahşap sarılığına dönmediyse, emmeyi sürdürürdü.

köpekli düşlerle çekirdekli gerçek arasında bir bağ yaratıyordu: karartılmış çekirdeğin dille sınanması. kaçtığı ağaç, çekirdekteydi. hane halkına öfkelenip kaçtığı eski kapılar, mezarı da oldu onun. uşu'yu küçük bir törenle gömdüm... o kapıların durduğu yere. gazi zeytin ağacına gelince: o da sarardı. kesildi. sobada, en eski yağın alev dillerini çıkara çıkara, kül oldu.

(h. a., "günlük”, 10.12.1987)

s.202—203

jorge luis borges
clxxx

gizli bir peri ayağımı bağlamış; onun bu bağı yüzünden kavga alanına düşmüşüm, savaşıp durmadayım.

kafdağındanım, bu yaylanın garibiyim ben; görünüşte güvercinim amma yaradılış bakımından zümrüdüankayım ben.

güvercinim, ecel doğanına av olup, onun peşine düştükten sonra ben, can zümrüdüankasının kanatlarını açar, o kanatlarla uçarım.

akıl güneşiyle sırtın kızışmıştır amma gölgede oturanlara da tıpkı bir çadır gibi ayağımı diremişim, durup durmadayım.

vakit oğlu olan, babasının eteğine yapışır, bense sûfiye benziyorum; dünün de ötesindeyim, yarının da.

beni şu kapıya perde gibi asakodun; halbuki ben asılmak için gelmedim, asılmıya lâyık değilim ben.

lütfettin de kuzgunluktan kurtardın beni; dudular gibi senin avucundan şekerler yeyip duruyorum.

avucundaki cömertlik tutar da beni denize iletirse, bana, denize yol açarsa nasıl bir inci olduğumu o vakit gösteririm.

anlayışla avlanmam ben, anlayışın ötesindeyim; vehme sığacak bir varlık değilim, pek geniş bir alanım ben.

sözü, nerdeyse orda kes artık da nerdesin? kendine bir bak; ben nerdeysem beni de orda ara, ordayım çünkü ben.

s.260—

mevlânâ celâleddîn
dîvân-ı kebîr iii
Dolaylı Hayvan

herkes aynı yanlışı yapıyor: yaşamayı bekliyorlar, çünkü her anın yürekliliği yok onlarda. neden her an yeterince tutkulu, yeterince ateşli olup anı sonsuzluğa dönüştürmüyor insan? hepimiz yaşamayı —ancak bekleyecek hiçbir şeyimiz kalmadığında öğreniyoruz; beklediğimiz sürece hiçbir şey öğrenemeyiz çünkü somut ve canlı bir şimdide değil, uzak ve donuk bir gelecekte yaşıyoruz. oysa anın bize dolaysız olarak aşıladığı şeyler dışında hiçbir şey beklemememiz gerekiyor, zaman bilinci olmaksızın beklemeliyiz. doğrudanlığın dışında kurtuluş olanaksız. çünkü insan doğrudanlığı yitirmiş bir varlıktır. bu yüzden, dolaylı bir hayvandır.

s.133—

e. m. cioran
umutsuzluğun doruklarında

çeviren: orçun türkay
jaguar kitap
huipil, orta meksika’dan orta amerika’ya kadar yerli kadınların giydiği en yaygın geleneksel giysidir. maya kadınları hakkında internette bir araştırma yaparsanız göreceğiniz ilk şey, rengarenk huipil isimli örtüleridir.
29 ekim

tuhaf şey, o kadar iyi bildiğim, anı'nın özü, zerresi olduğu söylenen sesi, onun sesini ("ses tonundaki o canım dalgalanmayı...") duymaz oldum.

sınırlı bir sağırlık gibi...

s.22—


6 kasım

çok şey anladım (dün): beni huzursuz eden şeyin önemsizliğini (yerleşme, dairenin konforu, gevezelikler, hatta kimi zaman dostlarla gülüşmeler, tasarılar, vb.) anladım.

benim tuttuğum yas, bir yaşam düzeninin değil de sevgi ilişkisinin yası. kafamda beliren sözcükler (sevgi sözcükleri) aracılığıyla bana ulaşıyor...

s.47—


9 kasım

yasta yaşamayı iyi kötü sürdürüyorum.

yakıcı nokta durmadan sabit biçimde geri geliyor: son nefesini verirken bana söylediği, beni boğan acının soyut ve dayanılmaz merkezi olan o sözler ("r'ciğim, r'ciğim" -"buradayım”- "rahat oturmamışsın").

– katışıksız yas, yaşam değişikliğine, yalnızlığa, vb'ne hiçbir şey borçlu olmayan yas. sevgi ilişkisinin upuzunluğu, apaçıklığı.

- giderek daha az yazmak, daha az anlatmak; hiç olmazsa bu var (ama onu da dile getirebileceğim kimse yok).

s.48—


11 kasım

yalnızlık = evinde kendisine "şu saatte dönerim" denebilecek ya da "işte, döndüm" diye telefon edilebilecek (ya da denebilecek) birinin bulunmayışı.

s.52—


19 kasım

bana söylediği o sözleri anımsamanın gün gelip de artık beni ağlatmayacak olabilmesini ürkütücü bir şey diye görüyorum...

s.65—


28 kasım

kime şu soruyu sorabilirim (yanıt almak umuduyla)?

i̇nsanın, artık sevdiği kişi hayatta olmadan yaşayabilmesi onu sanıldığından daha az sevmiş olduğu anlamına mı gelir (...)?

s.76—


7 aralık

şimdi, beklenmedik bir anda, patlayan bir kabarcık gibi içimde bir şey iyice belirginleşiyor: o yok artık, o yok artık, sonsuza dek ve tamamen.

donuk bir şey bu, sıfatı yok – anlamsız olduğu (yorumlama olanağı bulunmadığı) için baş döndürücü.

yeni bir acı.

s.86—


1 nisan 1978

gerçekte, aslında, hep şunu hissediyorum: sanki ölmüş gibiyim.

s.117—


2 nisan 1978

şimdi yaşamımın nedenini -birisi için korkma nedenini- kaybetmişken artık kaybedecek neyim kaldı ki.

s.118—


1 ağustos 1978

yas. sevilen kişi öldüğünde, narsisizmin en şiddetli evresine ulaşılır:

hastalıktan, yükümlülükten kurtuluş yaşanır. sonra yavaş yavaş özgürlük kararmaya başlar, büyük üzüntü yerleşir, narsisizm yerini yürek karartıcı bir bencilliğe, bir gönül yüceliği yokluğuna bırakır.

s.189—


3 ekim 1978

onsuz olunca zaman ne kadar da uzun (geliyor).

s.212—


17 ocak 1979

yavaş yavaş özlemin etkisi belirginleşiyor: yeni hiçbir şey oluşturma isteğim yok (yazı alanı bunun dışında): hiçbir dostluk, hiçbir sevgi, vb.

s.234—


30 ocak 1979

i̇nsan unutmuyor,
ama içinize boş bir şey yerleşiyor.

s.237—

roland barthes
yas günlüğü (26 ekim 1977 - 15 eylül 1979)

çevirenler: mehmet rifat, sema rifat
yky
yaşıyor. ve ölmüş olan herkes, canlı; tekrar doğuyorlar ve sonları yok, bir sonları olmayacak. hiçbirinin, senden başka. çünkü senin ölümün olmayacak. senin! senin ölümsüz nefsinin!

nedir o? kimsin sen?"

"ben, kendimim. benim bedenim çürüyüp ölmeyecek"

"yaşayan bir beden acı duyar kuğu; yaşayan bir beden yaşlanır: ölür.

ölüm, yaşamımızın ve tüm yaşamın bedelidir."

"ben bu bedeli ödemiyorum! ben ölüp, o an yeniden yaşayabiliyorum! ben öldürülemem; ben ölümsüzüm. bir tek ben sonsuza kadar kendimim!"

"o halde sen kimsin?" "ölümsüz olan."

"adını söyle," jvral.

"benim adımı söyle. daha bir dakika önce söyledim sana. benim adımı söyle!"

"sen gerçek değilsin! senin adın yok. sadece ben varım."

"sen varsın: adsız, biçimsiz. günün ışığını göremiyorsun; karanlığı göremiyorsun. kendi kişiliğini koruyabilmek için yeşil yeryüzünü, güneşi ve yıldızları sattın. ama senin kişiliğin yok. satmış olduğun her şey, sendin. her şeyi, bir hiç için verdin. ve şimdi de hiçliğini doldurabilmek için kaybetmiş olduğun dünyayı, ışığı ve hayatı kendine çekmeye çalışıyorsun. ama bu doldurulamaz. ne yeryüzündeki tüm şarkılar ne de gökyüzündeki tüm yıldızlar senin boşluğunu doldurabilir."

ged'in sesi, orada, dağların altındaki soğuk vadide demir gibi çınladı ve kör adamı korkuyla sindirdi. yüzünü yukarı doğru kaldırdı; loş yıldız ışıkları adamın üzerine parladı; ağlıyor gibiydi ama gözleri olmadığı için, gözyaşları da yoktu. ağzı açıldı ve kapandı, karanlıkla dolu; fakat dışarı hiçbir sözcük çıkmadı, sadece biraz mırıltı. en sonunda buruşuk dudaklarıyla güçbela şekillendirerek tek bir sözcük söyledi ve bu sözcük, "yaşam" idi. "verebilseydim, sana yaşam verirdim kuğu. ama veremem. sen ölmüştün. sana yalnızca ölüm verebilirim."

s.210-211

ursula k. le guin
en uzak sahil (yerdeniz #3)

metis yayınları
türkçesi: çiğdem erkal i̇pek
yanlış bir sosyal kalıp ilk dört ya da beş yılda oluşur. çoğunlukla sebep, kusurlu organlar veya çocuğun şımartılmasıdır; veyahut yetimlerde, bazen de gayri meşru çocuklarda, çirkin çocuklarda, istenmeyen çocuklarda görülen çocuğun nefret edilmesinde bulguları saptarız. böylece bu kalıp sabitlenir ve yalnızca çocuğu hatalar hakkında ikna edebildiğimizde veya hayatının ileri safhalarında değiştirilebilir. bu sebeple, bu kalıbın oluşumundaki hataları ortadan kaldırmak için aileleri çocuklarını nasıl doğru eğitecekleri hususunda eğitebiliriz ya da okulları çocukluktaki hataları tanımayı ve öğrenciler arasında toplumsal ilgi kurmayı sağlayacak sosyal gelişimin bir aracı haline getirebiliriz. nitekim hayatın ileri safhalarında iş daha da zorlaşır ve kişinin nasıl ikna edileceği ve nasıl değişeceği hususunda bireysel tedavi zorunlu hale gelir. bu açıdan, bireysel psikolojinin en önemli ve faydalı anahtar olduğundan eminiz. öteki metotlara kıyasla çocuklukta yapılan hatanın ne olduğunu ve nasıl düzeltileceğini tahmin etmede daha iyiyiz.

böylece, hanımlar ve beyler, şu sonuca varıyorum: i̇nsan doğasını ve kişilikleri anlamak için çok yararlı bir anahtar olan aşağılık kompleksini 20 yıl önce keşfettim. açıklamış olduğum gibi, bir birey yaşamının başından beri münferittir. yaşam tarzı, köklerinde yapılan hataları anlamadan değiştirilemez ve bu kökler, her bireyin kalıplanıp şekillendiği aile yaşamına uzanır.

hayatın zorluklarını aşmak için verilen bu büyük mücadelenin aslında aşağılık duygusundan kurtulmak için olduğunu gözlemleriz ve üstünlük amacına yönelmek her daim bireysel seviyede belirli bir toplumsal ilgi ile harmanlanır. her bir bireyin her bir hareketinde ve kendini ifade edişinde onun toplumsal ilgi için nasıl
hazırlandığını gözlemleriz. hayatının ileri safhalarında karşılaştığı sorunlar yalnızca başarılı bir toplumsal duygu durumunda çözülürse gerçekten çözülebilir. ancak ondan sonra doğru bir şekilde düzelip düzelmediğine karar verilir. hayattaki başarısızlıkların şunlardan ibaret olduğunu görürüz: sorunlu çocuklarda, nevrotikler ve psikozlu kimselerde, suçlularda, intihar meyillilerinde, ayyaşlarda toplumsal ilgi her zaman eksiktir. üstelik sadece bu ilgi değil, aynı şekilde cesaret, anlayış ve toplumsal sorunların çözümüne karşı doğru bir eğitim eksikliği de söz konusudur.

alfred adler, 1929
(university of south carolina film arşivi)

s.55-56

çeviren: ümid gurbanov
ufak tefek çeviriler
1892
3 ocak

tanrım kendi kendime hep böyle eziyet mi edeceğim ve bundan böyle zihnim hiçbir şüphesizlik ve kesinlik üzerinde dinlenemeyecek mi? uykuya dalabilmek için yatağında sağa sola dönen bir hasta gibi sabahtan akşama kadar, endişe içindeyim ve endişelerim beni geceleyin bile uyandırmaktadır.

kim olacağımı bilmemekten ötürü tasalanıyorum; kim olmak istediğimi de bilmiyorum; ama seçmek gerektiğini pek iyi biliyorum. nereye gitmeğe karar verirsem beni yalnız oraya ulaştıracak olan güvenli yollarda yürümek istiyorum; fakat bilmiyorum, ne istemek gerektiğini bilmiyorum. kendimde binbir mümkünün var olduğunu hissediyorum. fakat bunlardan yalnız bir tanesi olmağa rıza gösteremiyorum. ve her an, her yazdığım sözün, her yaptığım hareketin, çehremin silinemeyecek yeni bir çizgisini meydana getirdiğini düşündükçe ürküyorum. öyle bir çehre ki, bir seçime varamadığından, onu cesaretle sınırlayamadığından kararsız, şahsiyetsiz korkak olarak tesbit edilecek...

tanrım, yalnız tek bir şey istemeği ve durmadan onu istemeği bana ilham et.

i̇nsanın hayatı, insanın hayalidir. ölüm saati gelince, kendimizi, geçmişte aksetmiş göreceğiz ve yaptıklarımızın aynasına eğildiğimiz zaman, ruhlarımız ne olduğumuzu tanıyacaktır. bütün ömrümüz kendi kendimizin silinmez bir portresini çizmekle geçer. i̇şin korkunç tarafı bunu bilmediğimizdir. kendimizi güzelleştirmeği hiç düşünmeyiz. bunu ancak kendimizden bahsederken hatırlarız; kendimizi överiz; fakat o müthiş portremiz sonunda, bizden yana olmayacaktır. hayatımızı anlatırız ve kendimize yalan söyleriz; fakat hayatımız yalan söylemeyecektir; o, tanrı'nın huzuruna her zamanki haliyle çıkacak olan ruhumuzu hikâye edecektir.

şimdi (sanatçının) samimiliği hakkında tersine çevrilmiş olarak şunu söyleyebileceğimizi seziyorum:

sanatçı hayatını yaşadığı gibi anlatmamalı, ama sonraları anlatacağı tarzda yaşamalı. başka bir deyimle: hayatı ne ise portresi de öyle olacağına göre dilediği ideal portreye uymalıdır; kısacası, kendini nasıl görmek istiyorsa öyle olmalıdır.

s.22-23

andré gide
günlük

çeviren: fuat pekin
pathetique

sıcak sıcak sıcak sıcak
oturmuşum otların üzerine
eski bir tiyatronun ortasındayım
saydam bir sarkaç gibi sallanıyorum durduğum yerde
buhardan ve güneş kokularından

uzanıyorum toprağa yüzükoyun
papatyalar sırtlarını dönmüş çançiçeklerine
ne bir kımıltı var, ne bir ses
ne de bir düşünce, bir anımsama işte
diyorum, yaşamıma dadanan bir an bu
sophokles aiskhylos'a dargın belki de.

edip cansever
ada yayınları, 1980
zamanı tüm bedenimle bir başka türlü ölçtüm.

i̇nsanın neler yapabileceğini, hem de her şeyi yapabileceğini keşfettim. kendim de onlara başvurana kadar başkalarında çılgınca bulduğum yüce ya da ölümcül arzular, onursuzluk, inançlar ve davranışlar. farkında olmadan, o beni dünyaya daha çok bağladı.

annie ernaux
yalın tutku

s.51

çeviren: yaşar avunç
can yayınları
"marul!" diye bağırıp onu kucaklamak için koşturdum. vücudu sıcaktı ama o kadar zayıflamıştı ki yok gibiydi. kalan azıcık kuvvetiyle küçük bedeni hafif hafif titriyordu. marul yaşam ile ölüm arasında gidip geliyordu. korktuğu belliydi, başına gelenleri anlayamıyordu.

öldüğünden haberi yoktu. bir süre sonra kolum ağrıyınca marul'u annemin kucağına bıraktım.

rahata erişen marul mırlamaya başladı. elinden geldiği kadarıyla bir miyav diyebildi, sanki yatmak istediği yerin burası olduğunu ilan ediyordu. annem marul'un kucağında yatmasından mutluydu ve kediyi nazikçe okşadı.

bir süre sonra marul gözlerini kapattı ve titreme durdu. bir an canlanmış gibi görünüp kafasını kaldırdı, ikimize kocaman gözlerle baktı. sonunda da derin bir nefes aldı, başını tekrar annemin kucağına koydu ve kaskatı kesildi, bir daha hareket etmedi.

"marul!"

adını bağırdım, kendimi uyuduğuna ikna etmek istiyordum. sanki ismini yeterince kez, doğru vurgu ve ritimle tekrarlarsam onu ölümden uyandırabilirdim.

"sessiz ol" dedi annem. "tek kelime etme. artık acının olmadığı bir yere gitti."

s.142
genki kawamura
bir gün kediler dünyadan yok olsaydı

çeviren: deniz topaktaş
doğan kitap
“sevgi” sözcüğünü hatırlasana. çoğu zaman buralarda dolanırdı. çocukluğum boyunca o burada, köşedeki dükkanda, otobüste, dondurmacıda, başka sözcüklerin başını çeken, rehberlik eden, ileriyi gösteren, harekete, yeni bir başlangıca ve sona işaret eden, daima çevremde dolanan bir sözcüktü. ne zamandır kullanmaktan tedirginlik duyduğumuz bir sözcük oldu; çok sık kullanmanın onu hafife almak demek olduğu geldi kulağımıza. ben öyle hissetmedim hiçbir zaman. ağırlığı olan, güven veren, kesinlik ifade eden bir sözcüktü. güvensizliğin yaygın, toplumsal ıstırapların derin olduğu hayatlara güven veren bir sözcük vardı. evet, luv (sevgi).

s.140
(eve dönüş)

john berger
bir fotoğrafı anlamak

hazırlayan ve sunuş: geoff dyer
çeviren: beril eyüboğlu

metis yayınları
jeanne moreau'dan lucia bosè'ye, bu arada delphine seyrig, bulle ogier, madeleine renaud, dominique sonda, isabelle adjani, catherine sellers gibi kadın oyuncularla ayrıcalıklı ilişkileriniz olduğunu siz de kabul ettiniz. i̇çlerinden pek çoğu sizin dostunuz oldu en azından.

madeleine renaud her zaman en sevdiğim dostlarımdan biri oldu. i̇şlevsel ve özensiz giyim tarzımızla da benzeriz birbirimize. onunla tiyatrodan konuşmayı, daha çok da onu dinlemeyi severim. sıcaklığını, "naif" masumiyetini severim —beckett(*) bir gün, onun dehasının bu olduğunu söylemişti— bu onu öyle bir hale getiriyor ki, şu anda bile sahneye adım atmak madeleine için dehşet verici bir deneyim.

savannah bay'ı onun için yazmışsınız.

bütün gün ağaçlarda'da, annem rolünü yorumlayışını unutamıyordum. ona annemden söz etmemi istedi. ben de fotoğraflarını gösterdim. sarsıcıydı. madeleine o küçük parisli hanımefendi havasından çıktı ve hindiçin'de yerlilere ders veren bir öğretmene dönüştü.

odéon'un o koca sahnesinde, birdenbire annemi gördüm sanki, solmuş, yaşlanmış.*

yatak odanızda delphine seyrig'in büyük bir fotoğrafı asılı; onu india song'u yorumlaması için tesadüfen seçmiş olamazsınız.

onu keşfeden resnais oldu. geçen yıl marienbad'da için istemişti onu. sene 1961. delphine sekiz yıldan beri tiyatro yapıyordu, yabani, temkinli bir kadındı, röportaj vermezdi, davetlere katılmazdı ama yine de, en büyük fransız kadın oyunculardan biriydi. sanırım daha onu görmeden, telefonda sesinin o olağanüstü iniş çıkışlarını işittiğimde seçmiştim delphine'i.

buna karşılık, nathalie granger'de oyuncular jeanne moreau ve lucia bose oldu. senaryoyu onları düşünerek mi yazdınız?

i̇ki büyük yıldızla çalışma fikrini seviyordum. klişeyi tersine çevirerek, bedenlerini arkadan göstererek ya da bacaklarında, yüzlerinde, göğüslerinde oyalanmadan ellerine odaklanarak.

kadının ritmine saygı gösteren, fena halde beş paralık edilmiş, alışılmış kadınlık hallerine başvurmadan bir film yapmak istiyordum. o iki kadınla aramda oluşan o kadınlar arası anlaşmadan güzel anılarım var.

jeanne'a gelince, daha moderato cantabile döneminde fark ettim onun bakışındaki olağanüstü zekâyı, rollerinin içine nasıl bir ciddiyetle girdiğini. brook'la birlikte film çevirirken, sürekli bana gelip anne desbaresdes'in yaşamı hakkında bir şeyler sorardı ve ben de onu memnun edebilmek için hemen oracıkta bir şeyler uydurmak zorunda kalırdım.

jeanne bana çok benzer: i̇kimiz de, tüm hayatımız boyunca aşkın gücüyle ayakta kalmışız. bunun o sırada var olan bir aşk olması gerekmez, henüz orada olmayan, gelecek ya da bitmiş olan bir aşk da olabilir.

* jean-louis barrault'nun sahneye koyduğu oyun, 1 aralık 1965'te, odéon'da oynandı.

s.101-102

marguerite duras
askıya alınmış tutku

söyleşi:
leopoldina pallotta della torre

çeviren: birsel uzma
can yayınları
"yaşamımın bir niçini var, nasılına da tahammül gösterecek güce sahibim."

- o -

"kutsal olan hakikat değil, kişinin kendi hakikati için çıktığı arayıştır! kendi kendini sorgulamaktan daha kutsal bir şey olabilir mi? kimilerine göre benim felsefi çalışmalarım kaygan bir zemine oturtulmuş: görüşlerimde sürekli kaymalar oluyormuş. ama kaya gibi sağlam bir sözüm var: neysen o ol. hakikat olmadan kişi kim ya da ne olduğunu nasıl keşfedebilir?"

- o -

"ölüm güç bir şeydir. ölümün son iyiliği, bir daha ölümün olmamasıdır."

- o -

"kemikleri, eti, bağırsakları ve kan damarlarını kaplayan deri nasıl insan görünümünü katlanabilir hale getiriyorsa, ruhun çalkantıları ve ihtirası da kibirle kapatılmıştır; o, ruhu kaplayan deridir."

- o -

"hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimizi hiçbir şey engellemiyormuş gibi görünür; bizi ayıran küçücük bir köprü vardır, hepsi o kadar. ama tam sen bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam: bu köprüyü geçip bana gelir misin? işte o anda artık bunu istemeyiverirsin; sorumu tekrarlasam öylece suskun kalırsın. o andan itibaren aramıza dağlar ve azgın nehirler girer; bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar örülüverir önümüzde ve bir araya gelmek istesek de artık yapamayız. ama o küçücük köprüyü düşündüğünde, sözcüklere sığmayacak kadar büyüyüverir gözünde; yutkunur ve şaşakalırsın."

- o -

"çarşamba günü size söylediğim o kaya gibi cümlemi hatırlıyor musunuz: ‘neysen o ol?’ bugün size ikinci kaya gibi cümlemi söyleyeceğim: ‘beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir.’ yine söylüyorum, ‘hastalığım bir nimettir’"

- o -

"(…)

ben size aynı soruyu sorayım profesör nietzsche. siz de yaptığınız çalışmalardan para kazanmadığınızı söylüyorsunuz: o zaman siz neden felsefeyle uğraşıyorsunuz? breuer saldırı taktiğinden ayrılmamaya çalışıyordu, ama zor bir duruma düştüğünü de hissediyordu.

ama ikimizin arasında çok önemli bir fark var. ben felsefeyi sizin için yaptığımı iddia etmiyorum, oysa siz doktor, sizi motive eden şeyin bana hizmet etmek, acımı dindirmek olduğunu söylüyorsunuz. bunların insan motivasyonuyla uzaktan yakından ilgisi yok. bunlar rahiplere özgü propagandalarla kurnazca yönetilen köle zihniyetinin bir parçası. daha derinlere inip motivasyonlarınızın kaynağını bulun! hiç kimsenin bir şeyi sırf başka birisi için yapmadığını göreceksiniz. insanın bütün eylemleri kendisine yöneliktir, bütün hizmetleri kendine hizmettir, bütün sevgisi kendini sevmesindendir.

nietzsche’nin sözleri hızla akıyordu, aynı tempoda konuşmaya devam etti.

bu yorum sizi şaşırttı mı? belki de sevdiğiniz insanları düşünmektesiniz. ama daha derinlere inin, sonunda sevdiğinizin onlar olmadığını göreceksiniz: siz bu sevginin içinizde yarattığı duyguları seviyorsunuz! siz arzuyu seviyorsunuz, arzu edilen şeyi değil."

- o -

""söylesenize, yayıncımdan sipariş ettiğiniz kitaplar elinize geçti mi?"

"daha geçmedi. neden sordunuz? bugünkü konuşmalarımızla ilgili bölümler mi var?"

"evet, özellikle şen bilim’de. o kitapta cinsel ilişkilerin diğer ilişkilerden hiçbir farkı olmadığını, bu tür ilişkilerin de diğerleri gibi güç mücadelesi olduğunu yazdım. cinsel arzu, aslında, karşıdaki insanın zihni ve bedeni üzerinde mutlak hâkimiyet kurmak için duyulan arzudan ibarettir."

"bu bana doğru gibi gelmedi. benim duyduğum arzu böyle değil!"

"öyle, öyle!" diyen nietzsche ısrarlıydı. "daha derinlere bakarsanız, bu arzunun da tüm diğer insanlardan daha üstün olma arzusu olduğunu görürsünüz. ‘âşık’, ‘seven’ kişi değildir; aslında o, sevdiği kişinin mutlak sahibi olmayı amaçlar. bütün isteği, tüm dünyayı o değerli malından soyutlamaktır. altınları başında nöbet tutan ejderha kadar alçak ruhludur. dünyayı falan sevmez, tersine tüm diğer canlılara karşı bir umursamazlık içindedir. siz de bunu söylemiyor musunuz? sizin… neydi adı… o sakattan hoşlanmanızın sebebi bu değil miydi?"

"bertha, ama o sak…"

"evet, evet, bertha sizin, hayatındaki tek erkek olduğunuzu söylediğinde büyük bir zevk duymuştunuz!"

"ama siz cinselliği başka bir yöne çeviriyorsunuz! ben cinsel dürtülerimi cinsel organlarımda duyuyorum, soyut ve zihinsel bir güç arenasında değil!"

"hayır." dedi, nietzsche, "ben yalnızca gerçek adını koyuyorum! ihtiyacı olduğunda cinselliği yaşayan bir erkeğe diyeceğim yok! ama bunun için yalvaran, bütün gücünü onu idare eden kadına; kendi zayıflığını ve erkeğin gücünü, kendi dişi gücü haline çeviren o hilekâr kadına bırakan erkeklerden nefret ederim."

"ah, gerçek bir erotizmi nasıl inkâr edebilirsiniz? siz, biz insanoğlunu yeniden üremeye götüren doğal dürtüleri, biyolojik özlemleri inkâr ediyorsunuz! şehvet yaşamın ve doğanın bir parçasıdır!"

"parçası, ama yüce bir parçası değil! aslına bakılacak olursa, yüce parçanın ölümcül düşmanıdır. işte, size bu sabah yazdığım bir cümleyi okuyayım."

nietzsche kalın gözlüklerini taktı, masaya uzandı, yıpranmış bir defteri eline alıp okunaksız yazılarla dolu sayfaları çevirmeye başladı. son sayfaya gelince durdu; okurken burnu neredeyse deftere değecekti. "şehvet, topuklarımızı kemiren bir orospudur! ve bu orospudan bir parça et esirgendiğinde bir parça ruh için yalvarmayı çok iyi becerir."

defteri kapadı. "gördüğünüz gibi sorun, cinselliğin olup olmamasında değil, başka bir şeyi, ondan çok daha değerli, sonsuzluk kadar kıymetli bir şeyi yok etmesinde! şehvet, tahrik olma, tensel zevkler; bunların hepsi köle edicidir! yığınlar, şehvet yalağından beslenen domuzlar gibi bir yaşam sürerler."

- o -

"ümitsizlik özfarkındalık uğruna ödenen bedeldir. yaşama derinlere inerek bakacak olursanız, ümitsizliklerle her zaman karşılaşırsınız."

- o -

"aslında kimse kimseye yardım edemez; insan kendine yardım etme gücünü kendi içinde bulmalıdır."

- o -

"tabi acı çekeceksin, görmenin bedelidir bu. tabi için korkuyla dolacak, yaşamak demek tehlike içinde olmak demektir. büyümek zordur!"

- o -

"evrensel bakış her zaman trajedinin etkisini dağıtır. yeterince yükseğe tırmanabilirsek, o trajedinin artık trajik görünmediği bir yüksekliğe erişebiliriz."

- o -

"bilinç, varoluşu kaplayan yarı saydam bir zardan ibarettir: eğitimli bir göz bunun arkasını görebilir; ilkel dürtüleri, içgüdüleri ve güç istemini asıl neyin harekete geçirdiğini bulabilir."

- o -

"yaşarken yaşayın! insan, yaşamını tamamlayıp öldüğü zaman, ölüm taşıdığı dehşeti yitirir! insan doğru zamanda yaşamazsa, asla doğru zamanda ölemez."

- o -

"siz yalnızca benim sözlerime kulak verin! geri kalan her şeye kapatın kendinizi! sonsuzluğu düşünün. arkanıza bakın, geçmişin sonsuzluklarına baktığınızı hayal edin. zaman ezeli; zaman sonsuza dek geriye uzanıyorsa, olabilecek her şey, zaten daha önce olmuş şeyler değil midir? şu anda geçen her şey daha önce de aynı şekilde geçmiş değil midir? burada yürüyen her neyse, bu yoldan daha önce geçmiş olmalı, değil mi? bu zaman sonsuzluğunda her şey önceden geçmiş ise josef, içinde bulunduğumuz şu an bu ağaç dallarının arasında fısıldaşmamıza ne diyeceksiniz? bu da daha önce olmuş bir şey değil midir? sonsuza dek geriye uzanabilen zaman, sonsuza dek ileriye doğru da uzanmaz mı? şu anda, her anda, her şeyi bir daha, bir daha yaşıyor olmuyor muyuz?"

- o -

""önce zorunlu olanı istemek, sonra da istenileni sevmek gerekiyor." (amor fati, ((bkz:yazgını sev)) ümitsizliğinizi yenmeniz için size, ‘böyle oldu’yu ‘böyle istedim’e dönüştürmeyi öğretecektim."

irvin d. yalom
biz niye kendi zamanlarımızı yaşayamıyoruz, niye hep başka zamanlar ve hep başka kendimiz? ne bu ertelenen, bir tansık olma dileğiyle —tansığın olmasını beklemek değil, özün tansığa dönüşmesini ummak— ben'i ve biz'i tansık yapmak arzusu? 'şimdi'nin karanlığı daha ne kadar üretilecek? bu karanlıkta beslenen ruh kurtçukları daha ne kadar maledecek bizleri kendilerine? bu kurtlar içten içe daha ne kadar uluyacaklar? bu görünmez salıncakta daha ne kadar sallanacağız "aya dokunmak istiyorum" tümcesini sessiz bir çığlık olarak yineleyerek. bu huzur için çığlıklar ne köpekler toplumunda, kim duyar? çığlıklar neden bu den sessiz? bu balıkhaneler bu kancalar niye varlar, yüzlerimiz neden yüz bedenlerimiz niçin balık öyle asılı dururken ve dönerken ağır aksak?

s.85
nilgün marmara
kırmızı kahverengi defter

yayına hazırlayan: gülseli inal
telos yayıncılık
“çocuklarımın küçüklüğünde yapmamış olmayı dilediğim şeyler olsa da daha çok yapmadıklarımdan pişmanlık duyuyorum: çocuklarıma dikkatli, güvenli ve güvenilir bir ebeveyn varlığı sunamamak. keşke nasıl rahatlayabileceğimi, beni alıp götüren dürtülerimden kendimi nasıl kurtarabileceğimi bilseydim ve o harika küçük insanların varlığının keyfini sürebilseydim.

yazdıklarıma bakınca konu ailem olduğunda kendimi söz konusu parçanın kötü adamı olarak gördüğüm düşünülebilir. aslında öyle değil. ne kendimi ne de bir başkasını yargılamak gibi bir niyetim var. evvela, benim olaya katkım rae ile birlikte oluşturduğumuz yapının yarısından sorumluydu. i̇lişkilerle ilgili bölümde açıklayacağım gibi, insanlar kendileriyle aynı bilinçdışı kaygılara sahip olan, kendi fonksiyon bozukluklarının aynası olan ve çözülmemiş duygusal sorunlarını onların yerine tetikleyen insanları hatasız bir içgüdüyle partner olarak seçerler. bu durum her ikimiz için de doğruydu. i̇kincisi, yargılama ya da suçlamanın hiçbir faydası yoktur. önemli olan anlamaktır. geriye dönüp bakınca rae de ben de bütün bu yıllar boyunca aramızda uyumlu bir sürecin işlediğini görebiliyoruz. her ne yaşandıysa, bildiklerimize, kim olduğumuza ve bu evliliğe bireysel olarak neler kattığımıza göre yaşanması gerekiyordu. çocuklarımız için elimizden gelenin en iyisini yaptığımız ve bunu yapmaya devam ettiğimiz de bir gerçek.”

gabor maté
dağınık zihinler

s.50
türkçesi: engin süren
hep kitap
606

derin acıya duyulan arzu:

tutku geçtiğinde karanlık bir özlem bırakır ardında ve gözden yiterken baştan çıkarıcı son bir bakış fırlatır. yine de bir tür zevk vermiş olmalıdır onun kırbacını yemek. buna karşılık, daha ölçülü duygular yavan görünür; öyle anlaşılıyor ki daha şiddetli bir acıyı, yavan bir zevkten daha çok ister kişi.

s.314
friedrich nietzsche
insanca, pek insanca

türkçesi: mustafa tüzel
türkiye i̇ş bankası kültür yayınları
“kendimize ait olanı olmayandan ayırt etme yönündeki psikolojik kapasitemiz sakatlandığında, bu sakatlık fizyolojimize de yayılma eğilimi gösterir. bastırılmış öfke, bozuk bağışıklığa yol açar. duyguları etkili bir şekilde işleyip ifade edememek ve başkalarının ihtiyaçlarına hizmet etmeyi kendi ihtiyacını düşünmenin dahi önüne koyma eğilimi, kronik hastalık görülen insanlarda ortak davranış biçimleridir. bu başa çıkma tarzları psikolojik düzeyde sınırlarda bulanıklaşmayı, kendine ait olan ile olmayan arasında bir karmaşayı temsil eder. aynı karmaşa; hücreler, dokular ve vücudun organları seviyesinde de devam edecektir. bu durumda bağışıklık sisteminin kafası kendine ait olanı başkasına ait olandan ayırt edemeyecek kadar karışır veya tehlikeye karşı savunma yapamayacak hale gelir.

normalde, bedenin kendi ürettiği bir şeye karşı harekete geçen bağışıklık hücreleri derhal öldürülür veya etkisiz hale getirilir. kişinin kendine karşı harekete geçen bağışıklık hücreleri imha edilmez veya zararsız hale getirilmezse, savunmaları gereken dokulara saldırırlar. bu durumda alerjik tepkimeler veya otoimmün hastalıklar ortaya çıkabilir. yahut, şayet sağlıklı bağışıklık hücreleri radyasyon, ilaç veya diyelim hiv virüsüyle ortadan kaldırılırsa, vücut enfeksiyonlara veya tümörlerin kontrolsüz büyümesine karşı korumasız kalır. bağışıklık sisteminin kronik duygusal stresle sakatlanması da aynı etkiyi doğurabilir.”

s.238
gabor maté
vücudunuz hayır diyorsa: duygusal stresin bedelleri

türkçesi: defne orhun
i̇letişim yayınları
kimi zaman insanlar kendilerini ifade edemiyormuş gibi davranılır. ama gerçekte, kendilerini ifade etmeyi sürdürürler. lanetli çiftler, erkek "neyin var? kendini ifade etsene..." demeden kadının dalgın ya da yorgun olamayacağı çiftlerdir, ve kadın ... demeden erkeğin vs. radyo, televizyon çifti taşırdı, onu her yere yaydı ve gereksiz sözler, çılgın miktarlarda söz ve imge içimize işledi. saçmalık asla dilsiz ya da kör değildir. öyle ki, problem artık insanların kendilerini ifade etmesini sağlamak değil, onlara, sonrasında nihayet söyleyecek bir şeylerinin olacağı yalnızlık ve sessizlik boşlukları sağlamaktır. baskı kuvvetleri insanların kendilerini ifade etmelerine engel olmuyor, tersine, kendilerini ifade etmeye zorluyor. söyleyecek bir şeyi olmamanın hoşluğu, hiçbir şey söylememe hakkı, çünkü söylenmiş olmayı biraz hak edecek seyrek ya da seyrekleşmiş bir şeyin oluşma koşulu budur. bugün bizi öldüren şey parazit değil, hiçbir önemi olmayan önermelerdir. oysa bir önermenin anlamı, teşkil ettiği önemdir. anlamın başka tanımı yoktur ve bir önermenin yeniliğiyle aynı şeydir. i̇nsanları saatler boyu dinleyebilirsiniz: hiçbir önemi yoktur... bu yüzden tartışmak bu kadar güçtür, bu yüzden tartışmaya gerek yoktur, hiçbir zaman. birine şöyle demezsiniz: “söylediklerinin hiçbir önemi yok!" ona şöyle denebilir: "yanlış." ama birinin söylediği şey asla yanlış değildir, saçmadır ya da hiçbir önemi yoktur. daha önce bin kere söylenmiştir. önem, gereklilik, önemlilik mefhumları doğruluk mefhumundan bin kat daha belirleyicidir. onun yerini aldıkları için değil, söylediğimin doğruluğunu ölçtükleri için. matematikte bile: poincaré, birçok matematik kuramının hiçbir önemi olmadığını söylüyordu. yanlış olduklarını söylemiyordu, bu daha da beter.

s.140
gilles deleuze
müzakereler

çeviren: inci uysal
redaksiyon: ulus baker
norgunk yayınları
stepan

korkunçtur, bana kalırsa adımıza
hazırlanmış bir oyun var bizim
hepimizi yalnız bıraktıkları bir oyun
ve bilirler, insanlar yalnız kaldıkça
konuştukları dil de değişir
sonunda hiç anlaşamazlar. öyle ki
bir zaman parçası içinde, bir durumun
değişmez akışında, tekdüze

kalırlar bir sıkıntı avcısı gibi
ve bir gün anlarlar ki, bir güç değildir artık yalnızlık
ve bunu anlayınca, işte o zaman lusin
aşıvermek isterler bu zamanla durumu
koşarlar, koşarlar, tam sınıra gelince
sanki o tel örgülere yapışmış gibi
bir duman oluverirler ya da kaskatı
bir kömür parçası, bir ceset...

nedir bu durumda insanın anlamı?

lusi̇n
aşmalı bu durumu stepan.

edip cansever
sonrası kalır -1

tragedyalar v
s. 337

yky
görsel


tutumuyla en sabırlı olanı bile / ağlayarak diyordu ki sanki: “dayanamıyorum artık”.

dante, purgatorio (araf) x. kanto, 138-39. dizeler. arafın kibirlilerin cezalandırıldığı bu kısmında dante ile vergilius, ağır kayalar altında iki büklüm olmuş kibirlileri görürler. bu zorlu cezanın altında en sabırlıları bile dayanamıyorlardır. (ç.n.)

dante (purgatorio (araf) x. kanto, 138-39.)

samuel beckett, proust
“bir görüntü, onun kullanılış biçimine, nerede ve ne sıklıkta gösterildiğine bağlı olarak gücünü kaybeder. televizyonda gösterilen görüntüler, tanımı gereği, er ya da geç bakmaktan bıkılan görüntülerdir. duyarsızlık veya kayıtsızlık gibi görünen şeyin kökeninde, televizyonun yoğun görüntü bombardımanıyla uyandırmaya ve doyurmaya çalıştığı dikkatimizde oluşan dengesizlikler yatmaktadır.

görüntü-oburluğu yüzünden dikkatimizi sürekli olarak bir şeye odaklayamayız, ilgimiz durmadan dağılır ve içeriğe karşı da bayağı kayıtsız hale geliriz. sürekli görüntü-akışı ise herhangi bir görüntünün ayrıcalıklı bir yere oturup, özel bir anlam kazanmasını imkânsızlaştırır.

televizyonun bütün esprisi, kanaldan kanala atlanabilmesi ve bunun, yani huzursuzlanma ve sıkılmanın normal sayılmasıdır. tüketiciler çabuk sıkılır. dolayısıyla, onları sıkılır sıkılmaz yeniden ve tekrar tekrar uyarılmaları gerekir. i̇çerik, artık bu uyarıcıların herhangi bir tanesi olmaktan başka anlam taşımaz. i̇çerikle daha düşünceye temellenen bir bağ kurmak, belli bir farkındalık yoğunluğu' gerektirir (bu da, medyanın parçalayıp bir araya getirdiği görüntülerle zayıflatılmış olan, içeriği boşaltılmış, dolayısıyla duyguların da ölümüne katkıda bulunan bir 'farkındalık'tır).”

s.106
susan sontag
başkalarının acısına bakmak

türkçesi: osman akınhay
agora kitaplığı