xix
ah! sonsuzluk! sonsuzluk, devasa çukur, derin uçurumlardan, bilinmeyenin en yüksek bölgelerine tırmanan sarmal; hepimizin, içinde, baş dönmesine kapılmış halde dönüp durduğumuz eski fikir, herkesin içinde taşıdığı uçurum, uçsuz bucaksız uçurum, dipsiz uçurum! i̇stediğimiz kadar günler boyu, geceler boyu, endişelere gark olmuş vaziyette kendi kendimize soralım: "nedir bu kelimeler: tanrı, ebediyet, sonsuzluk?" bir ölüm rüzgarı tarafından sürüklenerek bunun içinde dönüp duruyoruz, kasırga tarafından yuvarlanan yapraklar gibi. öyle geliyor ki, sonsuzluk bizi kuşkunun bu devasa beşiğinde sallamaktan o zaman zevk alıyor.
mamafih kendimize hâlâ şöyle diyoruz: "aradan yüzyıllar, binlerce yıl geçtikten sonra, her şey eskimiş olacağı zaman, orada bir sınır taşı olması gerekecek." heyhat! ebediyet önümüzde dikiliyor ve biz ondan korkuyoruz, bu kadar uzun sürmesi gerekecek olan şeyden korkuyoruz, biz ki o kadar az sürüyoruz.
bu kadar uzun!
kuşkusuz, dünya artık olmadığı zaman, o zaman yaşamayı ne çok isterdim, doğasız yaşamayı, insansız, o boşluk ne büyüklüktür! kuşkusuz o zaman, karanlıklar olacak, eskiden dünya olmuş olan biraz yanmış kül, ve belki birkaç damla su, deniz. tanrım! hiçbir şey! sadece boşluk... sadece, enginlikte bir kefen gibi uzanan yokluk.
ebediyet! ebediyet! bu her daim sürecek mi? her daim, sonu gelmeksizin?
ama öte taraftan, kalacak olan, dünyanın kalıntılarının en küçük parçası, ölmekte olan bir yaratılışın son nefesi, boşluğun kendisi bile, var olmaktan bıkmış olacak; her şey mutlak bir yıkımı çağıracak. bu sonu olmayan şey fikri betimizi benzimizi attırıyor, heyhat! ve biz o şeyin içinde olacağız, şu an yaşayan bizler - ve bu enginlik hepimizi yuvarlayacak. ne olacağız? bir hiç olacağız, bir nefes bile değil.
uzun süre, tabutlardaki ölüleri düşündüm, bu halde yerin altında, gürültüyle, homurtularla ve çığlıklarla dolu yerin altında geçirdikleri uzun asırları, onlar ki çürümüş tahtalarının içinde öyle sakindirler ve kasvetli sessizliklerini bazen düşen bir saç veya biraz etin üstünde kayan bir solucan bozar. orada nasıl da uyuyorlar, yatmış halde, sessizce, yerin altında, çiçek bezeli çimenin altında!
mamafih kışın üşüyor olmalılar, karın altında.
ah! o zaman uyansalardı, yeniden yaşamaya başlasalar ve ölü çarşaflarını kaplayan bütün kurumuş gözyaşlarını görselerdi, bütün o boğuk hıçkırıkları, yüzlerdeki bütün bitik ifadeleri, terk ederken ağladıkları bu hayat onları dehşete düşürürdü, ve o kadar sakin ve o kadar gerçek hiçliğin içine geri dönerlerdi.
kuşkusuz insan, kendisine bir kez bile hayatın ve ölümün ne olduğunu sormadan yaşayabilir ve hatta ölebilir; ama yaprakların rüzgarın nefesiyle titreyişine, derelerin çayırlardaki yılankavi akışına, hayatın şeylerin içinde akarken bulanıklaşmasına ve girdaplar oluşturmasına, insanların yaşamalarına, iyilik ve kötülük etmelerine, denizin dalgalarını yuvarlamasına ve gökyüzünün ışıklarını yaymasına bakan ve kendisine: "bu yapraklar neden? su neden akıyor? hayatın kendisi neden bu kadar korkunç bir şelale ve gidip ölümün sınırsız okyanusunda kayboluyor? i̇nsanlar neden yürüyorlar, karınca gibi çalışıyorlar? fırtına neden? gökyüzü neden bu kadar temiz ve yeryüzü bu kadar rezil?", diye soran kişi için –bu sorular, içinden çıkılmayan karanlıklara götürür.
ve kuşku sonra gelir; söylenmeyen ama hissedilen bir şeydir bu. i̇nsan o zaman, kumların içinde kaybolan ve her yerde, onu vahaya götürecek yolu arayan, ve çölden başka bir şey görmeyen yolcu gibi olur. kuşku, hayattır. eylem, söz, doğa, ölüm, bunların hepsinde kuşku!
kuşku, ruhlar için ölümdür; eskimiş ırklara bulaşan bir vebadır, bilimden gelen ve deliliğe sürükleyen bir hastalıktır. delilik mantığın kuşkusudur; hatta belki mantığın kendisidir! i̇steyen kanıtlasın.
s.75-77
gustave flaubert
bir delinin anıları
türkçesi: burak zeybek
sel yayınları
ah! sonsuzluk! sonsuzluk, devasa çukur, derin uçurumlardan, bilinmeyenin en yüksek bölgelerine tırmanan sarmal; hepimizin, içinde, baş dönmesine kapılmış halde dönüp durduğumuz eski fikir, herkesin içinde taşıdığı uçurum, uçsuz bucaksız uçurum, dipsiz uçurum! i̇stediğimiz kadar günler boyu, geceler boyu, endişelere gark olmuş vaziyette kendi kendimize soralım: "nedir bu kelimeler: tanrı, ebediyet, sonsuzluk?" bir ölüm rüzgarı tarafından sürüklenerek bunun içinde dönüp duruyoruz, kasırga tarafından yuvarlanan yapraklar gibi. öyle geliyor ki, sonsuzluk bizi kuşkunun bu devasa beşiğinde sallamaktan o zaman zevk alıyor.
mamafih kendimize hâlâ şöyle diyoruz: "aradan yüzyıllar, binlerce yıl geçtikten sonra, her şey eskimiş olacağı zaman, orada bir sınır taşı olması gerekecek." heyhat! ebediyet önümüzde dikiliyor ve biz ondan korkuyoruz, bu kadar uzun sürmesi gerekecek olan şeyden korkuyoruz, biz ki o kadar az sürüyoruz.
bu kadar uzun!
kuşkusuz, dünya artık olmadığı zaman, o zaman yaşamayı ne çok isterdim, doğasız yaşamayı, insansız, o boşluk ne büyüklüktür! kuşkusuz o zaman, karanlıklar olacak, eskiden dünya olmuş olan biraz yanmış kül, ve belki birkaç damla su, deniz. tanrım! hiçbir şey! sadece boşluk... sadece, enginlikte bir kefen gibi uzanan yokluk.
ebediyet! ebediyet! bu her daim sürecek mi? her daim, sonu gelmeksizin?
ama öte taraftan, kalacak olan, dünyanın kalıntılarının en küçük parçası, ölmekte olan bir yaratılışın son nefesi, boşluğun kendisi bile, var olmaktan bıkmış olacak; her şey mutlak bir yıkımı çağıracak. bu sonu olmayan şey fikri betimizi benzimizi attırıyor, heyhat! ve biz o şeyin içinde olacağız, şu an yaşayan bizler - ve bu enginlik hepimizi yuvarlayacak. ne olacağız? bir hiç olacağız, bir nefes bile değil.
uzun süre, tabutlardaki ölüleri düşündüm, bu halde yerin altında, gürültüyle, homurtularla ve çığlıklarla dolu yerin altında geçirdikleri uzun asırları, onlar ki çürümüş tahtalarının içinde öyle sakindirler ve kasvetli sessizliklerini bazen düşen bir saç veya biraz etin üstünde kayan bir solucan bozar. orada nasıl da uyuyorlar, yatmış halde, sessizce, yerin altında, çiçek bezeli çimenin altında!
mamafih kışın üşüyor olmalılar, karın altında.
ah! o zaman uyansalardı, yeniden yaşamaya başlasalar ve ölü çarşaflarını kaplayan bütün kurumuş gözyaşlarını görselerdi, bütün o boğuk hıçkırıkları, yüzlerdeki bütün bitik ifadeleri, terk ederken ağladıkları bu hayat onları dehşete düşürürdü, ve o kadar sakin ve o kadar gerçek hiçliğin içine geri dönerlerdi.
kuşkusuz insan, kendisine bir kez bile hayatın ve ölümün ne olduğunu sormadan yaşayabilir ve hatta ölebilir; ama yaprakların rüzgarın nefesiyle titreyişine, derelerin çayırlardaki yılankavi akışına, hayatın şeylerin içinde akarken bulanıklaşmasına ve girdaplar oluşturmasına, insanların yaşamalarına, iyilik ve kötülük etmelerine, denizin dalgalarını yuvarlamasına ve gökyüzünün ışıklarını yaymasına bakan ve kendisine: "bu yapraklar neden? su neden akıyor? hayatın kendisi neden bu kadar korkunç bir şelale ve gidip ölümün sınırsız okyanusunda kayboluyor? i̇nsanlar neden yürüyorlar, karınca gibi çalışıyorlar? fırtına neden? gökyüzü neden bu kadar temiz ve yeryüzü bu kadar rezil?", diye soran kişi için –bu sorular, içinden çıkılmayan karanlıklara götürür.
ve kuşku sonra gelir; söylenmeyen ama hissedilen bir şeydir bu. i̇nsan o zaman, kumların içinde kaybolan ve her yerde, onu vahaya götürecek yolu arayan, ve çölden başka bir şey görmeyen yolcu gibi olur. kuşku, hayattır. eylem, söz, doğa, ölüm, bunların hepsinde kuşku!
kuşku, ruhlar için ölümdür; eskimiş ırklara bulaşan bir vebadır, bilimden gelen ve deliliğe sürükleyen bir hastalıktır. delilik mantığın kuşkusudur; hatta belki mantığın kendisidir! i̇steyen kanıtlasın.
s.75-77
gustave flaubert
bir delinin anıları
türkçesi: burak zeybek
sel yayınları