günlükler – tabutmag forum
“hastalıklı bir korku: çok fazla isyan ediyor. bu hafta psikiyatra gidiyorum, sırf tanışmak, orada olduğunu bilmek için. ve ironik ama ona ihtiyacım olduğunu hissediyorum. bir babaya ihtiyacım var. bir anneye ihtiyacım var. omzunda ağlayacak benden daha yaşlı, daha bilge birine ihtiyacım var. tanrıyla konuşuyorum ama gökyüzü bomboş, avcı takımyıldızı geçip gidiyor ama tek kelime etmiyor. lazarus gibi hissediyorum: bu hikâyenin müthiş bir büyüsü var. ölmüşken, yeniden ayağa kalkıyorum ve hatta intihara meyilli olduğum, ona çok yaklaştığım, yaralarım ve yanağımda gitgide belirginleşen (yoksa bu yalnızca benim hayal gücümün bir ürünü mü) doğum lekemle mezarımdan çıktığım hissine kapılıyorum. okuduklarımda, yazdıklarımla kendimi çok fazla özdeşleştiriyorum. strange interlude’daki nina’yım; bir koca, sevgili, baba ve oğul, hepsini bir anda istiyorum. ve şiirlerimi, titizlikle ince ince ördüğüm o akıcı şiirlerimi the new yorker’da yayımlatma ihtimaline ümitsizce bel bağladım.”

sylvia plath
günlükler —153-154

çeviren: merve sevtap ılgın
kırmızı kedi yayınları
“Mektubun daha şimdi geldi … Şehirde çıktığın yürüyüşten, savaştan bahsettiğin. Beni nasıl etkilediğini tahmin bile edemezsin. Zaman zaman arka plana itilebilen zihinsel savaşım şahlandı ve beni karın boşluğumdan yakaladı; kahvaltı etmeme bile izin vermeyen somut bir bulantıya dönüştü.

Şunu kabul etmek gerek: Ben korkağım; korkak ve kalpsiz. Şu ilkel hayatta kalma güdüsüyle, galiba en başta kendim için korkuyorum… öyle bir hale geliyor ki her anı korkunç bir yoğunlukta yaşıyorum. Dün gece, arabayla Boston’dan dönerken, koltuğa iyice yaslandım ve bıraktım bütün o renkli ışıklar, radyoda çalan müzik, arabayı kullanan adamın yansıması üstüme üstüme gelsin. Hepsi acının feryat eden azabıyla üstümden akıp gitti… Unutma, unutma, şimdiki zamandasın ve şimdi, şimdi. Bunu yaşa, bunu hisset, buna tutun. Kanıksadığım her şeyin şiddetle farkına varmak istiyorum. Bunun veda olabileceğini, son defa olabileceğini hissedince daha derinden sarsılıyor insan. Bir şeylere sahip olmak zorundayım. Her şeye, bütün bu muazzam gülünç şakaya henüz çok geç olmadan bir son veresim geliyor. Şiirler ve mektuplar yazmanın pek bir yararı olmuyor. Ama büyük adamların hepsi sağır; plastik tabanlı çizmeleriyle caddelerde salınırken ufak tefek tıkırtıları duymak bile istemiyorlar. Ed, sanırım bütün bunlar kulağa biraz çılgınca geliyor. Sanırım ben de öyleyim. Anneni, çocukluğunun güvenlik ve doğruluk simgesini mutfakta bir başına ağlarken yakalayınca; boylu boslu, buğulu gözlü, küçük erkek kardeşine bakıp bilim alanındaki bütün potansiyeline rağmen bir şans bile verilmeden önünün kesileceği aklına gelince… bütün bunlar insanın kanına dokunuyor.”

Sylvia Plath, Günlükler
Temmuz 1950

çeviren: merve sevtap ılgın
kırmızı kedi yayınları
“Burada, iri yastıklarla donatılmış koltukta oturuyorum; dışarıda cırcır böcekleri gıcırdıyor, vızıldıyor, cıvıldıyor. Kütüphanede, zemini eski kitap ciltlerinin rengindeki düz, kare taşlardan yapılma ortaçağa özgü mozaiklerle kaplı, en sevdiğim odadayım. Pas rengi, bakır, kahvemsi portakal, koyu kahverengi, kestane. Ve bir de derisi soyulup altındaki gülünç pembe, ebruli kumaşı açığa çıkan kestane rengi rahat deri sandalyeler var. Yağmurlu günlerinizi doldurabileceğiniz dost canlısı, kalın ciltleriyle kitaplar raflara dizili. İşte, yüzümde bana özgü olduğunu sandığım bölük pörçük gülümsemeyle burada oturuyorum: "Kadın dediğin bukleli saçlarının bir telinden kırmızı cilalı tırnaklarına kadar bir zevk makinesi, dünyanın bir taklidi değil de nedir." derken aklıma üst katta yatmış uyuyan güzel çocuklu aile geliyor, "Kendini üremenin o zevkli çarklarına, bir erkeğin evin içindeki rahat, teskin edici varlığına teslim etmek, daha iyi değil mi?" Yüzü, rüzgârda savrulup giden küller gibi bembeyaz Liz'i anımsıyorum; kırmızı rujlu dudakları sigarasında iz bırakıyor; dolgun göğüsleri siyah, dar hırkasının altına gizlenmiş. "Ama günün birinde bir adamı ne kadar mutlu edebileceğini bir düşünsene," demişti bana. Evet, düşünüyorum ve bir yere kadar her şey yolunda. Ama sonra her şeyi tepetaklak ediyorum ve aklım zihnimin gerisindeki E.’ye kayıyor, beyzbol maçı izlerken ya da televizyon seyrederken veya yeşil ve altın sarısı pırıltılar saçan bira kutuları ve küllükler yerlerde, erkek arkadaşlarıyla açık saçık bir espriye kahkahalarla gülerken düşünüyorum onu. Dönüp dolaşıp yine kendime varıyorum, burada böyle oturan, yüzen, boğulan, arzudan bezmiş halde. Gelenekleri felaket doğuracak etkiler bırakmaksızın kırmak için fazla vicdanlıyım; yalnızca gıpta ederek sınıra kadar dayanabilir, ben arzudan sırılsıklam ve daima yarıda kalmış halde kendimi randevudan randevuya sürükleyip dururken, hiçbir kuşkuya mahal vermeksizin cinsel açlığını giderebilen erkeklerden nefret, nefret, nefret edebilirim. Bütün bunlar beni hasta ediyor.”

Sylvia Plath
Günlükler (21-22)

(Eddie Cohen'e yazılan mektuptan alıntı)

Kırmızı Kedi Yayınları
Çeviren: Merve Sevtap ılgın
15 Eylül, Pazartesi

Korkun sürerken cesaretinle övün. Eksiksiz ve ezici bir panik: burada bütün günlükler bitiyor — karşı taraftaki tuğla duvarda bir asma dalı bükülmüş yeşil bir yılana benziyor. İsimler, sözcükler güçtür. Korkuyorum. Neden mi? Tam anlamıyla yaşanmamış bir hayattan. Ne önemi var? Rüzgâr bir paravanda uğulduyor. Bu korkuyu, bu dehşeti bir romanda yoğurabilseydim — karnımda bir kurbağa oturuyor. Dur ve neden yıkandığını, neden giyindiğini, çıldırdığını düşün — sanki aşkla, hazla, şansla kuşatılmışım ve körüm. Histerik bir biçimde konuşuyorum — yoksa patlayacakmışım gibi hissediyorum: kapana kısılmış gibiyim: bundan nasıl çıkacağım? Ufak tefek, günlük, yüzeysel bir ritüel — bense fazla içe doğru büyümüşüm — artık Ted'den başka kimseyle nasıl konuşacağımı bilmiyor gibiyim — yüzümü bir duvara, bir aynaya çevirip oturuyor gibiyim. Orada burada yayımlanan acayip yazılarım, yazmanın boş bir hayal olmadığını, aksine benim yeteneği ispat edilebilir biri olduğumu gösteriyor — bir kısırdöngüdeyim: çok yalnızım, öylesine dolaşıp, yürüyüp sırf başkası oldukları için imrenilesi görünen insanlara bakmak dışında dışarıda hiçbir yeni yaşanmışlığım yok — geleceğimin sorumluluğu ağır geliyor, beni korkutuyor. Neden korkutması gerekiyor ki? Ben neden pragmatik, basit olamıyorum?

Öğretmenlik yaparak geçirdiğim bir günün sonunda, bana geri dönüşü ne olursa olsun, on dolar kazanmış oluyordum - birçok kişi için yeterince motive edici. Bir işe ihtiyacım var ve üretken hissetmeye ama kendimi işe yaramaz hissediyorum. Cahil. Ruhumun paramparça, sersem, bayağı olduğunu hissederken yazdıklarımı geliştirmek mi? Ben neden yapabildiklerimin keyfini çıkaracak kadar kibirli olup korkusuz olamıyorum? Lawrence'ta dünya sözcüklerle vücut bulur. Umutlar, uğraşılar yazmak bana çok fazla geliyor: yazdıklarımla mutlu olana kadar bir iş istemiyorum - öte yandan bir işe girmekten başka çarem de yok - kendimi dış gerçeklikle doldurmak için insanların telefon faturalarını, yemek almayı, bebekleri, evliliği evrenin amacı olarak kabul ettikleri yerde görkemli hayalleri olan amaçsız bir kadın. Benim tek isteğim keyif aldığım işi yapmak – anneme açılmaktan sakınmalıyım.

s.375
Sylvia Plath
Günlükler

Türkçesi: Merve Sevtap Ilgın
Kırmızı Kedi Yayınları
3 Ocak 1959, Cumartesi

R. B. ile her zamanki gibi ta derinlere inerek geçirilen bir saatin ardından, kendimi bir Yunan oyunu izliyormuş ya da böyle bir oyunun bir parçasıymış gibi hissetmeye başladım: Arınma ve bitkinlik. Saat ücretini 5 dolar olarak belirleyince rahat bir nefes aldım. Yeterli, benim için makul. Çok cömert de değil gerçi, bir anlamda ceza sayılabilir. Artık beni almayacak ya da beni başkasına yönlendirmeye çalışacak diye en başta biraz paniklemiştim. Hayatım boyunca, en sevdiğim insanlar tarafından duygusal anlamda ‘oyalandım’: Babam öldü, beni terk edip gitti; annemse bir şekilde hiçbir zaman orada değildi. Bu yüzden sevdiğim diğer insanlarla ilgili en önemsiz gecikme durumunu bile, örneğin, duygusal anlamda bir soğukluğa, onlar için önemli olmadığıma bağladım. Bunun farkında olarak, o kişinin geç kalmış olması beni üzmedi ya da öfkelendirmedi. Geçen mayıs ayında, öğretmenliğimin ilk gününde bu gerçekleştiğinde, hele ki o kızla karşı karşıya gelince yaşadığım dehşeti düşünüyorum da. Eğer bu çok daha sık olsaydı, o zaman bunun Ted'in kişiliğindeki bir kusur olduğunu düşünürdüm ama bir kez daha gerçekleşmedi.

Zor bir soru: T.'nin bana olan sevgisini göstermek için hediyeler alıp almaması umrumda değil. Akla ne geliyor? Sarılmak. İçimde günbegün hissettiğim ve gösterdiğim sevgiye katlanabilecek ve benim verdiğim kadarını bana verebilecek kimseyi bulamadım. R. B. iyi bir tespitte bulundu: Yani böylece sevgi dolu kolun havada asılı kalmayacak. İçimdeki bütün sevginin karşılıksız, öylece elimde kalakalmasından korkuyorum. Bu çok utanç verici.

Neden, bu ‘inanılmaz ölçüde’ kısa üç şok tedavisinden sonra her şey iyice tavan yaptı? Neden cezalandırılmam gerekiyormuş, kendimi cezalandırmam gerekiyormuş gibi hissettim?

Neden şimdi kendimi suçlu, mutsuz hissetmem gerekiyormuş gibi hissediyorum: Ve böyle hissetmediğimde de suçlu hissediyorum? Neden R. B. ile konuşur konuşmaz mutlu hissetmeye başlıyorum? En ufacık şeyin bile keyfini sürebiliyorum: Et almak için dışarı çıktım, bu benim için bir zafer ve ne istediysem aldım: Dana eti, tavuk, hamburger köftesi. Kendimi cezalandırma ihtiyacım korkunç bir şekilde bunu kasten, T.'yi öyle ya da böyle yüzüme tükürecek hale getirmeye kadar varabilir. Ki bu olabilecek en kötü ceza olur. Bu ve bir de yazmamak. Bunun farkında olmak, alınacak ilk önlem aslında.

Annemden ne bekliyorum ya da ne istiyorum? Bana sarılmasını mı, beni emzirmesini mi? Ama bu hepimiz için imkânsız bir durum artık. Bunu hâlâ neden istiyor olabilirim ki. Bu istekle nasıl başa çıkabilirim? Bunu nasıl sahip olabileceğim bir şeye dönüştürebilirim?

Günlük işlerin, doğumun, evliliğin, ölümün, ebeveynlerin, okulların, yatakların, yemek dolu masaların o günlük güneşlik ön yüzünün ardında kendini tekrar tekrar sahneleyen müthiş şiddetli, kanlı bir oyun var: Karanlık, zalim, ölüm saçan gölgeler, şeytani hayvanlar, açlar.

Durumlara yaklaşımlar: Bir anne misali, hiç kimsenin T.'nin aleyhine bir şey demesini, onun tembel ya da miskinin teki olduğunu söylemesini istemiyorum: O çalışıyor, hem de çok çalışıyor ama bu, yazma işini evde oturup kahve içmek ve öylesine bir şeylerle oyalanmak olarak gören gözlerin göreceği bir şey değil. Bir oyun.

ANNE SEVGİSİNİ SOR: Neden bu hisler? Bu suçluluk duygusu neden: Sanki yasal olarak bunu yapma hakkına sahip olsan da acı çekerek seksin ‘bedelini ödemek’ zorunda bırakılıyormuşsun gibi. Acıyı muhtemelen bir hüküm olarak yorumlardım: Doğum sancısı, hatta kusurlu bir çocuk. Annemin bir çocuğa, benim çocuğuma dönüşeceği korkusu: İhtiyar, cadaloz bir çocuk.

s.412—413

Sylvia Plath
Günlükler

Çeviren: Merve Sevtap Ilgın
Kırmızı Kedi Yayınları

R. B.: Ruth Beuscher. Sylvia Plath'in yarı otobiyografik romanı "The Bell Jar"da ölümsüzleştirdiği hayatının bir dönemi olan 1953'te McLean'de hastaneye yatışından beri psikiyatristiydi.
21 Şubat

“Hayattan bir gün — ne gri bir metanet ve kendimi kendimden uzak hissediyorum, ayrılmış, bir gölge ve yine de ne öğrettiğimi ve ne öğreteceğimi düşündüğümde, başlıklar hâlâ o göz alıcı parıltıya ve heyecana sahip; bugünün yıpranmış, ölü isteksizliğine değil. İnsanların delirmeden hayatlarını yaşamalarını sağlayan o hayat—görüşünü, artık bu her neyse, geri kazandım. Mucizevi bir şekilde hayatın ta kendisi kadar çok sevdiğim bir adamla evliyim ve mükemmel bir işim ve mesleğim (bu bir yıldır) var, yani çocukluk ve ergenliğin kozası kırıldı —iki üniversite diplomam var ve artık kendi işime döneceğim ve bir yılımı istikrarlı bir çıraklığa ve bunun sembolik emsaline, çocuklarımıza adayacağım. Bazen doğumun gözlerimin önünde beliriveren acısı ve korkusuyla ürperiyorum ama o zaman da gelecek ve ben bunu da atlatacağım.”

s.279—

Sylvia Plath
Günlükler

Çev. Merve Sevtap Ilgın
Kırmızı Kedi Yayınları
“Tüm çıkış noktalarının, balmumuyla tıkanmış gbi olduğu bir zaman gelir. Odanda oturur, genzini tıkayan, gözlerinin ardındaki gözyaşı torbacıklarında tehlikeli bir biçimde sıkışan iğne iğne batan acıyı hissedersin. Tek bir kelime, tek bir hareket ve içine attığın her şey -iltihaplanmış dargınlıklar, kangren olmuş kıskançlıklar, tatmin edilmemiş arzular- öfkeli, aciz gözyaşlarıyla, bilhassa herhangi birini hedef almayan mahçup hıçkırıklar ve zırıltılarla patlak verir. Hiçbir kucak seni sarıp sarmalamaz, hiçbir ses “Şşt, üzme kendini. Uyu haydi.” demez. Hayır, bu yeni ve korkunç özgürlüğünde az uykudan ve gergin sinirlerden kaynaklanan o tehlikeli uyarıcı sancıyı ve bu sefer çıtanın çok yükseğe konduğu ve yükün gitgide arttığı duygusunu hissediyorsun.

Bir çıkış noktasına ihtiyacın var ve hepsi tıkanmış. gece gündüz, kendi kendine ördüğün o daracık, karanlık hapishanende yaşıyorsun. Ve işte bugün, içinde köpüren ve duvardaki bir sızıntı gibi büyüyen o müthiş yığını serbest bırakamazsan, patlayıp parçalarına ayrılacağını hissediyorsun. Bu yüzden alt kata inip piyanonun başına geçiyorsun. Bütün çocuklar dışarıda; ev sessiz. Bastığın tuşlardaki sert akorların sesleriyle omuzlarındaki büyük ağırlığın bir kısmının gittiği rahatlığına kapılıyorsun.

Bodrum katın merdivenlerinden yukarıya çıkan birkaç adım sesi. Tırabzanların arasında keskin, ince, kızgın bir surat. “Sylvia, öğlen, çalışma saatlerinde piyanoyu çalmasan olur mu, lütfen? Bütün ses güm güm aşağıya geliyor.”

Duyduğum sesin soğukluğuyla felç geçirmiş gibi bir anda donakalınca, "Kusura bakmayın. Sesin size kadar geleceğini düşünemedim," diye bir yalan kıvırıyorsun.

Böylece bu da gidiyor elinden. Ürkek alınganlığın yüzünden kendini hor görerek ve insanoğlunun bireyselliğinin makinemsi bir diktatörlük -bu sanayi de olabilir, devlet de, kurumlar da- altında acımasızca ezilmesine nasıl katlanabildiklerini merak ederek dişlerini gıcırdatıyorsun.”

s.59-

Sylvia Plath
Günlükler

Türkçesi: Merve Sevtap Ilgın
Kırmızı Kedi Yayınları
22 Ağustos, Cuma

Ne olacaksa o olacak. Gece yarısına doğru eve geldim, esen rüzgâra, pasparlak yıldızlı aydınlık geceye — ve o güzel, insanın tenini okşayan sıcaklığa bakınca tahmin etmek pek mümkün olmasa da aslında gözyaşlarına boğulmak üzereydim çünkü ona ideal olanı sunmuştum, her zaman yanında bulundurabileceği ideal kız fikrini. Aslında yoktu böyle biri; onun güzel, naif, sevgi dolu, zeki ve mükemmel gördüğü bu kız yoktu. Belki de farkında olmayarak benim aklına soktuğum bir hayal ürünüydü, ama "İyi ya da kötü diye bir şey yoktur, öyle kılan düşünmektir." Onun için, mükemmellik Sylvia adıyla var oluyordu. Ve Sylvia öyleydi.

Ona çok şey borçlu olduğumu hissettiğimi nasıl anlatayım. Çok zarif, azimli ve genç — benimkilerin üzerinde gezinen dudakları öyle kendinden emin ve nazik ki; arkasına yaslanıp gözlerinde şefkatle bakıyor, uzun uzun konuşuyor: Keşke bütün bunları birlikte öğrensek, bunlara birlikte çalışsak, doğruyu, değişmeyenini bulsak. Tanrım, keşke senin için bir şey yapabilsem, herhangi bir yerde, herhangi bir zaman; bana ulaş. Hamile de olsan, iki bacağın kesilmiş de olsa, umurumda bile değil. Sana yardım etmeyi çok istiyorum.

Ve ben, düştüğüm dehşetten ve boğulduğum şefkatten boğazım düğümlenmiş halde, onun genç, biricik, pürüzsüz, idealist inancına bayılıyorum: Onun dünyadaki durmadan tekrarlayan anlamsız çürümeden kendini kurtarışını görüyorum bunda — şöyle diyorum: Ama sen zaten benim için bir sürü şey yaptın, Bobby. Seninle şu kadarcık zaman geçirmek, seninle birlikte öğrenmek. Bir dolu, sayısız potansiyele sahipsin, bunu görebiliyorum. Sen öyle çok bilmişin, ukalanın teki değilsin; çok daha fazlasısın — iyi ve güçlüsün. O kızın, birlikte yaşayıp öğrenerek hayatını sürdüreceğin kızın adı her ne olursa olsun — sen aşkın nasıl olabileceğini biliyorsun. (Ve kendi sesimin konuşmaya devam ettiğini işitiyorum — nasıl böyle laflar edebildiğimi merak ediyorum: Onun o korkunç tehlikeli, riskli, seçkin mükemmellik, gerçeklik hayalini bir arada tutacak her şeyi. Bu dünyada hepimiz dinginliğe ulaşmak için bir şeylere tutunma ihtiyacı duyarız. Ben, sana göre, tenin göz kamaştırıcı günahlarında kaybolmuşum — sen, bana göre, o manevi tekçiliğinle, benim gerçek olarak gördüğüm evrenin aykırı ikiciliğini körü körüne reddediyorsun. Ama ikimizin de hayalleri var. Ve mühim olan burada nasıl yaşadığımız — tamamıyla değişkenlik gösteren itici güç değil.)

Bob, bir daha asla karşılaşmayabiliriz diyoruz — sıradanlık yok burada, duygusallık yok. Güçlüyüz ikimiz de, genciz, zekiyiz — besbelli ki yollarımız güzel hayatlara doğru ayrılıyor, içimizdeki doğuştan gelen güçle aşıyoruz engelleri, güzel, dostane, sıcak çevrelere giriyoruz. Ayrı olmamız iyi — sonsuza dek sürecek bu tuhaf ve paradoksal ayrılık. Çünkü biz yan yana geliyor, sesli sesli okuyor, tatlı tatlı öpüşüyoruz, dudaklarımız öylesine uygun, öylesine harika ki, seni kendime âşık ettiğimi düşünüp düşünüp ağlayabilirim. Ah, inancımdan asla caymayacak olsam da, senin bu inancında sana güç veren bir şeyler var ya, işte bu yüzden ben de bu inancı canlandıracağım. Görüyorum ki, sana bütün bunların doğruluğunu aşılayabilirsem, büyük sınava çok daha güçlü bir şekilde inanabilirsin.

Ve ben, deniz fenerinden ışıl ışıl, döne döne, keskin bir parlaklık yakalayarak gelen ve zayıf yanağınla ince çenenin korkunç güzelliğini gölgeleyen, seni, sırf tekrar yakalayabilsin diye, karanlığın kollarına bırakan ölçülü ışıkla karanlığın içindeki yüzünü hatırlıyorum — annelere özgü şefkatli, korumacı bir sevgiyle doluyor içim, sıcak ve derin; nasıl da derin ve zengin. Yana yatmış, omzumun sıcak boşluğuna sokulmuş başın ve ben, kaskatı kesilmiş parmaklarımı genç boynunun güçlü hatlarında gezdiriyorum. Şöyle diyorsun: "Tanrım, benim için ne anlam ifade ettiğini sana anlatabilsem keşke. Kızlarla gezip dolaşıp, orada burada takılıp, güzel ve bencilce vakit geçirirdim ben. Ama seninle her şey çok farklı. Sen çok tatlı ve naziksin, tıpkı tahmin ettiğim gibi. Seni seviyorum. Çok güzelsin ve içimdeki güzellikleri ortaya çıkarıyorsun. Kendimi kral gibi hissetmemi sağlıyorsun."

Derken öpüyorum onu, sarı yıldızlar demetinin, soğuk ve parlak ışık parçası sürüsünün üzerinde, fevkalade karanlık bir deniz var ve müthiş bir rüzgâr, iri ve nazikçe ağaçların yapraklarına vuran serin bir havayı sürüklüyor, ortalık sessizliğe bürünüyor, mucizeler gerçekleşiyor ve ben, yeni bir hayretle bir acayip ve sevinçli, aniden içime dolan güçle çocuksu hissediyor, aşkla ve coşkuyla büyümüş gözlerle benimkine çok yakın duran bu azimli, sevimli ve öylesine gerçek yüze bakıyorum.

Senden ayrılmaya katlanamam, çünkü unutacaksın, unutacağım, belki bir—iki defa bir sözcük, bir gülüş, gerçeğe dair bir düşünceyle keskin bir acı duyacağız, şu andan sonra yaşanacak her şeyi bıçak gibi kesecek, bu birkaç saatin, birkaç gün ve gecenin hatırasını berrak ve hasret çeken zihinlerimize bırakacak — ve biz öyle genciz ki, senden daha büyük ve senden uzakta olsam da, bana âşık olduğunu sanmanı sağlayarak sende kendi inancına ve gücüne dair tohumlar ekebildiğimi görüyorum. (Seni fiziken beğeniyorum, değerli adam, tatlı insan, bedenini ve o keskin zekânı — ve zihnen de, ve Tanrı bilir kim bilir daha nelerini beğeniyorum. Fakat yaşça büyük erkeklerden yeteri kadar şey öğrendikten sonra yaşça küçüklere dönüldüğüne dair söylenenler doğruymuş — ve sen, Bob, aşkım, aşk sanatında senin kadar usta olmasa ya da yaşına bakılırsa senden çok büyük sayılmasa da gittiğinde senin yerini Phil alacak.)

Ama yaşadıklarının izini geriye doğru roket hızıyla sürer ve geçmişteki bilinçaltının karanlıklarına geri çekilirken, bütün o gecelerin arasında, kararmış otları süpüren vahşi rüzgârda karanlığın içinden kapıda uzun uzun sevgiyle sana nasıl baktığını ve yüzündeki, seni mucizevi biçimde hayalindeki kız ya da kadın, kız kardeş ve sevgili, anne ve ruhani metresi yapan aşk ifadesini hatırla. Dudağında bir gülümseme, gözlerinde yaşlar, karmakarışık hisler ve boğazında bir düğümle içeri girdin. Ah seni tuhaf kız, bu kadar farklı insan için nasıl bu kadar farklı kadınlar olabiliyorsun?

Gençliğin bütün bu büyüme, deneme, sütten ağzı yanıp yoğurdu üfleyerek yeme ve ne yapacağını ya da nerede, ne zaman, nasıl yapacağını bilememe halleri. Ve sonra bu, bu ani içgüdüsel alev, ansızın bir rüyayı dillendirmek, öyle konuşmak, öyle sevmek için doğru zamanın ne olduğunu bilebilmek isteği. İçinde aniden olgunlaşır ve geriye bilgeliğin yaşını doldurmuş, yumuşak aromalı tadı kalır. Sarhoş olmuş ve olgunlaşmamış elmaların taze, kararlı ve mayhoş yeşiliyle neşelenmiş ve başka bir şey istememişsindir. Ama ilk olgunlaşan elma, meyvesinin tadını damağında bırakır ve meyvenin tatlı, iştah açıcı suyu acıkmış ağzını doldurur, dilinin üzerinde bir şiir gibi akar.

Ah nadir otların ve tuhaf vahşi bitkilerin bahçesinden toplanmış eski bal ve tatlı yaz havasına bilgeliğin kokusunu bırakarak ağaçta altın gibi pırıl pırıl büyürsün. (Azgın bir kaynaktan bir yudum içmişsin... "ve vadideki hiçbir kuyu / temiz ve pak görünmeyecek asla / dağ suyundan içtiğin için / yılın tüylü yeşilinde." Öyle değil, öyle değil, vadinin ibret alınası bütün kuyuları kendi olgunluklarında tatlılar çünkü ve ben bir daha sonsuza dek hiç alamayacağım, gencecik hoyratça fışkıran kaynaklara bir daha asla.)

s.93—97

Sylvia Plath
Günlükler

Türkçesi: Merve Sevtap Ilgın
Kırmızı Kedi Yayınları