3 Ocak 1959, Cumartesi
R. B. ile her zamanki gibi ta derinlere inerek geçirilen bir saatin ardından, kendimi bir Yunan oyunu izliyormuş ya da böyle bir oyunun bir parçasıymış gibi hissetmeye başladım: Arınma ve bitkinlik. Saat ücretini 5 dolar olarak belirleyince rahat bir nefes aldım. Yeterli, benim için makul. Çok cömert de değil gerçi, bir anlamda ceza sayılabilir. Artık beni almayacak ya da beni başkasına yönlendirmeye çalışacak diye en başta biraz paniklemiştim. Hayatım boyunca, en sevdiğim insanlar tarafından duygusal anlamda ‘oyalandım’: Babam öldü, beni terk edip gitti; annemse bir şekilde hiçbir zaman orada değildi. Bu yüzden sevdiğim diğer insanlarla ilgili en önemsiz gecikme durumunu bile, örneğin, duygusal anlamda bir soğukluğa, onlar için önemli olmadığıma bağladım. Bunun farkında olarak, o kişinin geç kalmış olması beni üzmedi ya da öfkelendirmedi. Geçen mayıs ayında, öğretmenliğimin ilk gününde bu gerçekleştiğinde, hele ki o kızla karşı karşıya gelince yaşadığım dehşeti düşünüyorum da. Eğer bu çok daha sık olsaydı, o zaman bunun Ted'in kişiliğindeki bir kusur olduğunu düşünürdüm ama bir kez daha gerçekleşmedi.
Zor bir soru: T.'nin bana olan sevgisini göstermek için hediyeler alıp almaması umrumda değil. Akla ne geliyor? Sarılmak. İçimde günbegün hissettiğim ve gösterdiğim sevgiye katlanabilecek ve benim verdiğim kadarını bana verebilecek kimseyi bulamadım. R. B. iyi bir tespitte bulundu: Yani böylece sevgi dolu kolun havada asılı kalmayacak. İçimdeki bütün sevginin karşılıksız, öylece elimde kalakalmasından korkuyorum. Bu çok utanç verici.
Neden, bu ‘inanılmaz ölçüde’ kısa üç şok tedavisinden sonra her şey iyice tavan yaptı? Neden cezalandırılmam gerekiyormuş, kendimi cezalandırmam gerekiyormuş gibi hissettim?
Neden şimdi kendimi suçlu, mutsuz hissetmem gerekiyormuş gibi hissediyorum: Ve böyle hissetmediğimde de suçlu hissediyorum? Neden R. B. ile konuşur konuşmaz mutlu hissetmeye başlıyorum? En ufacık şeyin bile keyfini sürebiliyorum: Et almak için dışarı çıktım, bu benim için bir zafer ve ne istediysem aldım: Dana eti, tavuk, hamburger köftesi. Kendimi cezalandırma ihtiyacım korkunç bir şekilde bunu kasten, T.'yi öyle ya da böyle yüzüme tükürecek hale getirmeye kadar varabilir. Ki bu olabilecek en kötü ceza olur. Bu ve bir de yazmamak. Bunun farkında olmak, alınacak ilk önlem aslında.
Annemden ne bekliyorum ya da ne istiyorum? Bana sarılmasını mı, beni emzirmesini mi? Ama bu hepimiz için imkânsız bir durum artık. Bunu hâlâ neden istiyor olabilirim ki. Bu istekle nasıl başa çıkabilirim? Bunu nasıl sahip olabileceğim bir şeye dönüştürebilirim?
Günlük işlerin, doğumun, evliliğin, ölümün, ebeveynlerin, okulların, yatakların, yemek dolu masaların o günlük güneşlik ön yüzünün ardında kendini tekrar tekrar sahneleyen müthiş şiddetli, kanlı bir oyun var: Karanlık, zalim, ölüm saçan gölgeler, şeytani hayvanlar, açlar.
Durumlara yaklaşımlar: Bir anne misali, hiç kimsenin T.'nin aleyhine bir şey demesini, onun tembel ya da miskinin teki olduğunu söylemesini istemiyorum: O çalışıyor, hem de çok çalışıyor ama bu, yazma işini evde oturup kahve içmek ve öylesine bir şeylerle oyalanmak olarak gören gözlerin göreceği bir şey değil. Bir oyun.
ANNE SEVGİSİNİ SOR: Neden bu hisler? Bu suçluluk duygusu neden: Sanki yasal olarak bunu yapma hakkına sahip olsan da acı çekerek seksin ‘bedelini ödemek’ zorunda bırakılıyormuşsun gibi. Acıyı muhtemelen bir hüküm olarak yorumlardım: Doğum sancısı, hatta kusurlu bir çocuk. Annemin bir çocuğa, benim çocuğuma dönüşeceği korkusu: İhtiyar, cadaloz bir çocuk.
s.412—413
Sylvia Plath
Günlükler
Çeviren: Merve Sevtap Ilgın
Kırmızı Kedi Yayınları
R. B.: Ruth Beuscher. Sylvia Plath'in yarı otobiyografik romanı "The Bell Jar"da ölümsüzleştirdiği hayatının bir dönemi olan 1953'te McLean'de hastaneye yatışından beri psikiyatristiydi.
R. B. ile her zamanki gibi ta derinlere inerek geçirilen bir saatin ardından, kendimi bir Yunan oyunu izliyormuş ya da böyle bir oyunun bir parçasıymış gibi hissetmeye başladım: Arınma ve bitkinlik. Saat ücretini 5 dolar olarak belirleyince rahat bir nefes aldım. Yeterli, benim için makul. Çok cömert de değil gerçi, bir anlamda ceza sayılabilir. Artık beni almayacak ya da beni başkasına yönlendirmeye çalışacak diye en başta biraz paniklemiştim. Hayatım boyunca, en sevdiğim insanlar tarafından duygusal anlamda ‘oyalandım’: Babam öldü, beni terk edip gitti; annemse bir şekilde hiçbir zaman orada değildi. Bu yüzden sevdiğim diğer insanlarla ilgili en önemsiz gecikme durumunu bile, örneğin, duygusal anlamda bir soğukluğa, onlar için önemli olmadığıma bağladım. Bunun farkında olarak, o kişinin geç kalmış olması beni üzmedi ya da öfkelendirmedi. Geçen mayıs ayında, öğretmenliğimin ilk gününde bu gerçekleştiğinde, hele ki o kızla karşı karşıya gelince yaşadığım dehşeti düşünüyorum da. Eğer bu çok daha sık olsaydı, o zaman bunun Ted'in kişiliğindeki bir kusur olduğunu düşünürdüm ama bir kez daha gerçekleşmedi.
Zor bir soru: T.'nin bana olan sevgisini göstermek için hediyeler alıp almaması umrumda değil. Akla ne geliyor? Sarılmak. İçimde günbegün hissettiğim ve gösterdiğim sevgiye katlanabilecek ve benim verdiğim kadarını bana verebilecek kimseyi bulamadım. R. B. iyi bir tespitte bulundu: Yani böylece sevgi dolu kolun havada asılı kalmayacak. İçimdeki bütün sevginin karşılıksız, öylece elimde kalakalmasından korkuyorum. Bu çok utanç verici.
Neden, bu ‘inanılmaz ölçüde’ kısa üç şok tedavisinden sonra her şey iyice tavan yaptı? Neden cezalandırılmam gerekiyormuş, kendimi cezalandırmam gerekiyormuş gibi hissettim?
Neden şimdi kendimi suçlu, mutsuz hissetmem gerekiyormuş gibi hissediyorum: Ve böyle hissetmediğimde de suçlu hissediyorum? Neden R. B. ile konuşur konuşmaz mutlu hissetmeye başlıyorum? En ufacık şeyin bile keyfini sürebiliyorum: Et almak için dışarı çıktım, bu benim için bir zafer ve ne istediysem aldım: Dana eti, tavuk, hamburger köftesi. Kendimi cezalandırma ihtiyacım korkunç bir şekilde bunu kasten, T.'yi öyle ya da böyle yüzüme tükürecek hale getirmeye kadar varabilir. Ki bu olabilecek en kötü ceza olur. Bu ve bir de yazmamak. Bunun farkında olmak, alınacak ilk önlem aslında.
Annemden ne bekliyorum ya da ne istiyorum? Bana sarılmasını mı, beni emzirmesini mi? Ama bu hepimiz için imkânsız bir durum artık. Bunu hâlâ neden istiyor olabilirim ki. Bu istekle nasıl başa çıkabilirim? Bunu nasıl sahip olabileceğim bir şeye dönüştürebilirim?
Günlük işlerin, doğumun, evliliğin, ölümün, ebeveynlerin, okulların, yatakların, yemek dolu masaların o günlük güneşlik ön yüzünün ardında kendini tekrar tekrar sahneleyen müthiş şiddetli, kanlı bir oyun var: Karanlık, zalim, ölüm saçan gölgeler, şeytani hayvanlar, açlar.
Durumlara yaklaşımlar: Bir anne misali, hiç kimsenin T.'nin aleyhine bir şey demesini, onun tembel ya da miskinin teki olduğunu söylemesini istemiyorum: O çalışıyor, hem de çok çalışıyor ama bu, yazma işini evde oturup kahve içmek ve öylesine bir şeylerle oyalanmak olarak gören gözlerin göreceği bir şey değil. Bir oyun.
ANNE SEVGİSİNİ SOR: Neden bu hisler? Bu suçluluk duygusu neden: Sanki yasal olarak bunu yapma hakkına sahip olsan da acı çekerek seksin ‘bedelini ödemek’ zorunda bırakılıyormuşsun gibi. Acıyı muhtemelen bir hüküm olarak yorumlardım: Doğum sancısı, hatta kusurlu bir çocuk. Annemin bir çocuğa, benim çocuğuma dönüşeceği korkusu: İhtiyar, cadaloz bir çocuk.
s.412—413
Sylvia Plath
Günlükler
Çeviren: Merve Sevtap Ilgın
Kırmızı Kedi Yayınları
R. B.: Ruth Beuscher. Sylvia Plath'in yarı otobiyografik romanı "The Bell Jar"da ölümsüzleştirdiği hayatının bir dönemi olan 1953'te McLean'de hastaneye yatışından beri psikiyatristiydi.