tabutmag forum – tabutmag, edebiyat, sinema, tiyatro ve görsel sanatlar alanında ilgililere nitelikli ve özgün içerikler sunar.
gökanlam

rauf mutluay’a

iii

sen buzul mavi, sen kaç yılın aynalı dolapları
kırılan bardakları elbiselerin ve çocukları
lekesiz gözleriyle ne kadar maviyse o kadar hiç konuşmadıkları
sen buzul, sen devamlı, sen..
yaklaş bana, kimse hiçbir yere dokunmasın
bana sessizlik et, düğümle saçlarımı
çözülsün bu kartopları, gece yanan fırınlar, içimin sayıları
akıt kanımı biraz, kimse hiçbir şey söylemesin
kimse artık hiçbir şey söylemesin
bana yalnızlık et, birleştir yalnızları
sen buzul, sen devamlı, sen..
sen kaç yılın aynalı dolapları.

kim bilir neydi biraz bir yüzü dünyadan çıkardıkları
bir şeyi hiç sevmedikleri, sevince tekrarladıkları
yani bir yaşam gibi yaşattıkları ölümü, korunamadıkları
dökül artık, çözül artık ve akıt bütün kanları
büyüt en büyük şeyi
bize yalnızlık et, birleştir yalnızları
yeni bir kan ol, getir en yeni anlamları
bomboşuz, korkuyoruz da.. bunu anlatmak için şehirde bayram vardı
öyküler vardı dergilerde, beyaz fareler, cansıkıntıları
bir gün ki şehir yandı, şimdi hiçbir şey anlatılmasın
artık hiçbir şey anlatılmasın
denilsin, soğumuş ceylanların ateşten dilleri kaldı.

sen kaldın, bir de sen ey buzul mavi
bizi bul, bizi yarat, bize güzellik et şimdi
bomboşuz, korkuyoruz da.. ve kemikleri bunlar gökyüzünün
altında öyle tedirgin ilk çocukları ölümün.

syf. 294-

edip cansever
yerçekimli karanfil (toplu şiirleri -i)

adam yayınları, 1982
demokratik bir toplumda her yurttaşın adalet ilkelerine ilişkin kendi yorumundan ve buna uygun davranıştan sorumlu olduğu kabul edilir. bu ilkelerin, ahlâki olarak daima uymakla yükümlü olduğumuz, yasal ya da toplumsal olarak kabul edilmiş bir yorumu olamaz. böyle bir yorumu anayasa mahkemesi ya da parlamento da yapsa durum değişmez. gerçekte her anayasal kurum -yasama, yürütme ve yargı- anayasa ve onu oluşturan politik ideallerle ilgili kendi yorumlarını yapmaktadır. mahkemeler her özel durumda son sözü söyleme hakkına sahip olsalar da, bunların anayasayı başka şekilde yorumlamaya zorlayacak güçlü politik etkilere karşı bağışıklığa sahip oldukları iddia edilemez. mahkeme mantıklı olarak gerekçelendirilmiş bir yorum sunar, ancak bu yorumun kalıcı olması, yurttaşların çoğunluğundan kabul görmesine bağlıdır. en yüksek başvuru mercii, yasama, yürütme ya da yargı değil kamuoyudur. ve sivil itaatsizlik özellikle bu organa başvurur. yurttaşların adalet tasarımları arasında pratik olarak yeterli bir uyum mevcutsa ve sivil itaatsizliğe başvurma hakkına saygı gösteriliyorsa anarşi tehlikesi yoktur. i̇nsanların bu tür bir anlayış birliğine ulaşabilmeleri ve temel politik özgürlükler var olmaya devam ettiği sürece bunun sınırlarına özen göstermeleri, demokratik devlet anlayışına içkin olan bir varsayımdır. bir konuda bilimsel olarak uzlaşamama tehlikesinin sürekli mevcudiyeti gibi, ayrımın ortaya çıkması tehlikesi de her zaman mevcuttur. ancak, haklı taleplere dayalı sivil itaatsizlik iç barışı tehdit etmeye başlarsa, bunun sorumlusu protestocular değil, iktidarlarını kötüye kullanarak böyle bir direnişin ortaya çıkmasına neden olanlardır. çünkü devletin baskı aygıtının adil olmayan kurumları ayakta tutmak için devreye sokulması bir haksız şiddet biçimidir ve insanların işte o zaman direnme hakları vardır.

s.75—

john rawls
sivil i̇taatsizliğin tanımı ve haklılığı

hannah arendt
ronald dworkin
jürgen habermas
johan galtung
martin luther king
john rawls
hans saner
henry david thoreau

kamu vicdanına çağrı:
sivil i̇taatsizlik

türkçesi: yakup coşar
ayrıntı yayınları
katherine mansfield, erken yaşta gelen ölümünden kısa süre önce, tüm dinsel refereransların dışında, bir acı anlayışı geliştirir ve bu sayede yaşamına tamamen egemen olmayı başarır. şöyle diyor: "boyun eğmek gerekir. direnme. kabul et! acını hayatının bir parçası yap. yaşamda, gerçekten kabul ettiğimiz her şey dönüşüme uğrar. böylece acı bir sevgi olmalıdır. i̇şin sırrı burada yatar. kişisel aşktan daha büyük bir aşka geçmem gerekir... şimdi yüreği sökülmüş birine benziyorum ama dayan! maddi dünyada da manevi dünyada da acı sonsuza kadar sürmez... acı onarmıyorsa eğer, ben o hale getirmek istiyorum onu."*

k. mansfield, daha bireysel bir tavır içinde, eski bir yahudi-hıristiyan geleneğine dayansa da, acısını, kendisine empoze ettiği anlam aracılığıyla denetleme iradesine sahip olabilmek için büyük çaba harcıyor.

s.61—

david le breton
acının antropolojisi

türkçesi: i̇smail yerguz
sel yayınları

* k. mansfield, le journal, agy. s.316-317
"buraya gelen o herifin konuşması baldan tatlıydı. gitmeniz şart, dedi. benim suçum değil, dedi. ben ona, peki kimin suçu diye sordum. gidip onun canına okuyayım dedim. buranın sahibi shawnee tarım ve et şirketi. ben onlardan emir aldım. kim bu tarım ve et şirketi? kimse değil! bir şirket. deli olur insan. karşısına dikileceğin kimse yok ortada. bura halkının çoğu, kızacak birini aramaktan usandı... ama ben öyle yapmadım. ben hepsine birden kızdım. kalıyorum."

s. 59—

john steinbeck
gazap üzümleri

türkçesi: belkıs dişbudak
sel yayınları, 2015
— bana emir verildi. buradan gitmenizi söylememizi istediler.

— kendi toprağımı terk mi edeceğim yani?

— beni suçlama. bu benim suçum değil.

— kimin suçu?

— toprağın sahibi kim biliyorsun. shawnee tarım ve hayvancılık.

— o da kim?

— kimse. bu bir şirket.

— bir başkanları yok mu? tüfeğin ne işe yaradığını bilen biri yok mu?

— var, ama bu onun da suçu değil. ona da ne yapacağını banka söylüyor.

— peki, banka nerede?

— tulsa’da. bankayı ne yapacaksınız ki? orada da sadece bir müdür var. o da ona verilen emirleri yerine getirmeye çalışmaktan delirmek üzere.

— peki, öyleyse kimi vuracağız biz?

— bilmiyorum kardeş, bilseydim söylerdim. kimi suçlayacağımı bilmiyorum.

— beni iyi dinle bayım. kimse beni toprağımdan atamaz. büyük babam bu toprakları 70 sene önce aldı ve babam burada doğdu. biz burada doğduk ve bazılarımız burada öldüler.

00:13:56 — 00:14:56

gazap üzümleri (1940)
john steinbeck

yönetmen: john ford
00:00:50
i̇nsanlarla olan ilişkilerimizde, temelde onların karakter ve davranışlarını tartışır ve değerlendiririz. i̇şte bu yüzden, bu sözde ilişkilerin tümünden kendimi geri çektim.

bu benim yaşlılık günlerimi daha da yalnız kıldı. hayatım çalışmakla geçti ve buna müteşekkirim.

(hayatım) ekmek ve tereyağ için yorulmadan çalışmakla başladı...

00:01:27
...ve bilim aşkıyla sona erdi.

ingmar bergman
yaban çilekleri (1957)
açık bir kitap, gecedir de.
nedendir bilmem, söylediğim bu söz beni ağlatıyor.

umutsuzluğa karşın yine de yazmak. hayır: umutsuzluk içinde yazmak. hangi umutsuzluk olduğunu bilmiyorum. yazılı olandan önce gelenin yanında yazmak, her zaman o yazılanı bozmaktır. yine de bunu kabullenmek gerekir. başarısızlığı bozmak, bir başka kitaba, aynı kitabın bir başka olası biçimine dönmektir.

evin içinde bu kendimi yitiriş hiç de gönüllü olmadı. "yılın her günü bu evin içinde kapalı kalacağım." demiyordum. o duruma gelmiş değildim, bunu söylemek yanlış olur. alışveriş etmeye, kahvelere gidiyordum. ama aynı zamanda da buradaydım. kasaba ve ev aynı şey. ve masa, göle karşı. ve siyah mürekkep. ve beyaz kağıt da aynı şey. ama kitaplara gelince, hayır, orada birden iş değişiyor, onlar aynı şey değil.

benden önce bu evde hiç kimse yazmamış. belediye başkanına sordum, komşulara, bakkala çakkala sordum. hayır, hiç kimse, hiçbir zaman yazmamış. bu evde daha önce oturanların adları öğrenebilmek için versailles'a sık sık telefon ettim. oturmuş olanların soyadlarını, adlarını ve yaptığı işleri belirten listede hiç yazar yoktu. oysa bu adların hepsi, yazar adı olabilirdi. hepsi. ama değil. buralarda oturanların çiftliklerine verdikleri aile adlarıydı. toprakta bulduklarım da almanların bıraktığı çöplerdi. ev, alman subaylarınca işgal edilmişti. onların çöp sepetleriyse deliklerdi, toprağa açılmış delikler. bir sürü istiridye kabuğu vardı, pahalı yiyeceklerin kutuları, özellikle kaz ciğeri ve havyar kutuları. ve bir sürü kırık tabak çanak. hepsini attırdım. tabak çanakların dışında; kuşkusuz sèvres yapımıydı bunlar, üstlerindeki desenler bozulmamıştı. ve mavileri, çocuklarımızdan bazılarının gözlerinin masum mavisiydi.

bir kitap bittiğinde -yazılan bir kitap, demek istiyorum- ve siz bu bitmiş kitabı okuduğunuzda onun, sizin yazdığınız bir kitap olduğunu da, içinde neler yazılmış olduğunu da söyleyemezsiniz artık; tüm varlığınıza sinen bir bulgunun ya da iflasın neden olduğu hangi umutsuzluk ya da hangi mutluluk için yazıldığını söyleyemezsiniz. çünkü sonunda, kitabın sonunda, böyle bir şey bulamazsınız. yazı, bir bakıma tekdüzedir, uslanmıştır. bitirilmiş, basılıp dağıtılmış bir kitapta artık hiçbir şey olup bitmez. ve bu kitap, dünyaya gelişinin çözülemez masumluğuna erişir.

s. 28-30

marguerite duras
yazmak

türkçesi: aykut derman
can yayınları
gerçek olduğumu hissetmem için birinin bana ulaşmasını bekliyordum.

gerçek olup, bunu tekrarlamak istiyordum.

"gerçek" demekle neyi kastediyorsun?

bir insanın çıkardığı sesi duymak ve bu sesin sahibinin en az o ses kadar güzel olduğunu bilmek.

birinin dudaklarına dokunmak ve saniyenin binde biri kadar sürede dudakların birine ait olduğunu bilmek.

01:41:35

ingmar bergman
yüz yüze (face to face)

1976
1977

yaşamlarımız hep yanlış. bir bireyin topluma ihtiyacı yoktur, bireye ihtiyacı olan toplumdur. toplum bir savunma mekanizması, bir çeşit oto korunmadır. birey, sürüde yaşayan hayvan gibi değil, kendi yalnızlığında, doğaya, hayvanlara ve bitkilere yakın, onlarla ilişki halinde yaşamalı.

s.169—

"kendimizi yaşamımızı bozan ve mahveden o boş merak duygusundan kurtarmalıyız; her şeyden önce içimizdeki, kalplerimizin yeni olan her şeyin peşine takılıp gitmesini, güncelin ardından koşmasını sağlayan ve bunun sonucunda da hep kuşku içinde olup bize yarın ne olacak endişesini veren o inatçı eğilimi söküp atmalıyız.

aksi halde, hiçbir zaman huzura kavuşamaz ya da iyi olamazsınız, elinize kalan sadece hayal kırıklığı ve ani tepkiler olur. tüm bu dünyaya ilişkin zevklerin huzurlu yuvamızın eşiğinde darmadağın olmasım istiyor musunuz? eğer istiyorsanız, o halde atın ruhunuzdan dünyaya ilişkin olayları ve son yenilik kırıntılarından doğan o huzur vermeyen tutkuları. kapatın kapımızı dışarıdaki tüm gürültüye ve olan bitenin yankılarına. eğer buna da tatmin edici bir çözümünüz varsa, hafif edebiyata dayanmak gibi, o da aynı gürültünün yalnızca yazılı biçimidir, başka bir şey değil."

s.179—

andrey tarkovski
zaman zaman i̇çinde
günlükler, 1970—1986

türkçesi: seda kervanoğlu
afa yayınları
terziler geldiler. kırılmış büyük şeylere benzeyen şeylerle
daha çok koyu renklere ve daha çok ilişkilere
bir kenti korkutan ve utandıran şeylerle.
kumaşlar bulundu ve uyuyan kediler okşandı. sonra
sonsuz çalgısı sevinçsizliğin.
çay içmeye gidenler vardı akşamüstü, parklara gidenler de
duruma uymak kısaltıyordu günlerini artamayan eksilmeyen bir hüzünle...

yorgun ve solgundular, kumaşları buldular, kenti doldurdular
o çelenk onbin yıllıktı, taşıyıp getirdiler
ölülerini gömmüşlerdi, kalabalıktılar, tozlarını silkmediler
bütün caddeler boşaldı, herkes yol verdi,

"tanrıtanır kadınlar ve cumhuriyetçiler
piyangocular, çiçek satın alanlar,
balıkçılar ağlarını, paraketelerini, ırıplarını, oltalarını
zokalarını, çevirmelerini ve kepçelerini topladılar.
sigaralarını yere atıp söndürdüler sigara içenler."

bir şey vardı ısınmaz kalın kumaşların altında, kesip biçtiler
patron çıkardılar, karşılaştırdılar,
katlanılmaz bir uykunun sonunu kesip biçtiler
şarkılara başladılar ölmüş bir at için
makaslarını bırakmadılar
bekleniyorlardı.

"ey artık ölmüş olan at! -dediler-
ne güzeldi senin çılgınlığın, ne ulaşılırdı!
sen açardın,
otuzüçbin at türünün tek kaynağıydın sen!

tüylerin karaparlaktı. koşumların,
-kokulu yağlarla ovulup parlatılan-
nasıl yakışırdı sağrılarına ve göke.

göke bir ululuk katardı sonsuz biçimin, at!
toynaklarını liflerle ovardık
senin karaya boyanırdı koşuşun
uyandırırdı bütün karaları ve denizleri.
çılgın kişnemeni duyardık sonsuzun yanıbaşından
ne güzel gözlerin vardı kara at!
binlerce kişi,
-çocuklar, kadınlar, erkekler görkemli yahut
darmadağın giysileriyle herkes
körler ve cüzzamlılar,
bütün kutsal kitaplar kalabalığı,
ermişler, kargışlılar ve günahlılar
gebe kadınlar, vâz edenler
ve dondurmacılar ve at cambazları ve
tecimenler ve kıralcılar ve gemicilerle
tanrıtanımazlar ve tefeciler ve
yalvaçlar...-
ormanlardan ve kıyılardan ve kıraç yerlerden gelmiş
senin mutlu ovanı doldurup
haykırırlardı.
büyük sesler içinde sen, geçerdin..."

terziler geldiler. bu güneşler odaların dışındaydı artık.
herkes titrek ve sabırsız, titrek ve sabırsız evlerinde
gazeteler yazmadı, dükkânlar dönemindeydik
yüzlerce odalarda yüzlerce terziler, pencerelerini kapadılar
parmakları uzun, kurusolgun yüzleri sararmış, eskimiş durmaktan

yitik saat köstekleri, titrek ve sabırsız yorgun bacakları
her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler
beğenip gülümsediler.

"ey artık ölmüş olan at! -dediler-
senin eyerin ne güzeldi.
dişi keçi derisinden, ofir altınıyla süslü
nasıl yaraşırdı belinin soylu çukurluğuna
seninle öteleri ansırdık.
öteler, baklanın ve pancarın duyarlığı
kedinin varlığı erişilmez kişilik
güneşli bir damda
i̇çimizden gemiler kaldırırdın,
suyunu büyük şölenlerle tazelerdik
bayramımızdın. kuburlukların
bütün kişniş ve badem doluydu.
şimdi dar dünya
ölümün büyük hızı kesildi."

terziler geldiler. ateş ve kan getirmediler.
hüzünleri kan ve ateşti ama. uğultulu bir şey
ekspresler garlarda kaldı, ilâçlar çıldırdılar
kenti bir baştan bir başa dolaştım, tıs yok
bütün odalara dağıldılar. sürahiler tozlu, pabuçlar kurumuş
yerlerde kırpıntılar,

"oyulmuş yakalar, kolevlerinden arta kalanlar
vatka pamukları, verevine şeritler, kopçalar,
düğmeler, ilikler
iplik döjküntüleri, kumaş parçaları,
karanlık akşamüstleri ve sabahlar,
dükkân tabelâları, kartvizitler..."

kasıklarına kadar çıkmış, en ufak bir ölüm bile yok.
tarafsız bir aşk çağlıyordu onların solgunluğunda
mutfaklarını kilitlediler, büyük atsı giysiler kestiler,

"ey artık ölmüş olan at! -dediler-
koşuşun büyütürdü dünyayı senin!
sen nasıl da koşardın.
biz güneyde yatardık, sen koşardın
hangi at güzelse ondan da güzeldin
kuyruğun parlak savruluşuyla bölerdi
bir karaya göğü
ve yüceltirdi, ince bezekli kuskununu.
gemin güzel sesler çıkarırdı güzel
ağzında,
herkesi sevinçle haykırtan.
başın yaraşırdı düşüncemize ve
gözlerine saygıyla bakardık..."

terziler geldiler. durgunluktu o dökük saçık giyindikleri
yarım kalmışlardı. tamamlanmadılar. toplu odalarını sevdiler.
ölümü hüzünle geçmişlerdi, ateşe tapardılar.
kent eşiklerindeydi, ağlayışını duydular
kestiler, biçtiler, dikmediler ve gitmediler,
iğnelerine iplik geçirip beklediler;

"ey artık ölmüş olan at! -dediler-
en güzeli oydu işte, yüzünün
savaşla ilişkisi.
boydanboya bir karşıkoyma, denge
ve istekli bir azalma. onu bilirdik.
o ağaç senin kanınla beslenirdi,
hepimizi besleyen.
bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
senin karşında,
alışveriniş, alfabenin, iplik döküntülerinin ve
her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."

s.223-227
terziler geldiler

turgut uyar
büyük saat

yky
kitabın dilimize kazandırılan hâlinden iki örnek sunacağım ve kendi dilinde nerede duruyor onu da ekleyeceğim. (dört kuartet)’de önüme gelen çeviriye ilgi duymazken, başka bir kitabın atıfta bulunmasıyla birlikte dizeler yaşamaya başlıyor.

“ve bütün araştırmalarımızın sonu
yola çıktığımız yere varmak
ve orayı ilk kez tanımak olacaktır.”

s.155-
little gidding v

t.s. eliot
çorak ülke, dört kuartet ve başka şiirler

türkçesi: suphi aytimur
adam yayınları, 1990

***

“and the end of all our exploring
will be to arrive where we started
and know the place for the first time.”

s.30-
little gidding
(no.4 of ‘four quartets’)

t.s. eliot

***

“ve tüm keşfin sonu başladığımız yere dönmekle olacak
ve o yeri ilk defa tanımakla”

t. s. eliot,
the four quartets

s.308-

robert levine
zamanın coğrafyası

türkçesi: özgür umut hoşafçı
maya kitap
"veririm ama sadece hak edenlere" dersiniz sık sık. ne meyve bahçenizdeki ağaçlar böyle der ne de çayırlarınızdaki sürüler. onlar yaşayabilmek için verir; çünkü vermekten kaçınmak yok olmaktır.

s.11

***

bir hayvanı öldürdüğünüz zaman gönlünüzde ona deyin ki: "seni öldüren o güç beni de öldürendir ve ben de tükenip gideceğim. çünkü seni benim elime teslim eden yasa, beni de daha güçlü bir ele teslim edecek. senin kanın ve benim kanım cennet ağacını besleyen özsudan başka bir şey değildir."

s.13

***

şarabınızı koyduğunuz şu tas, çömlekçinin fırınında pişirilen tasın ta kendisi değil mi? ruhunuzu yatıştıran şu lavta, bıçaklarla oyulmuş ağacın ta kendisi değil midir?

s.16

***

güzellik var mı, yüreği ağaç ve taştan yaratılmış şeylerden alıp kutsal dağa götüren? söyleyin bana, evlerinizde bunlar var mı?

s.18

***

nasıl tek bir yaprak bile sararmazsa bütün ağacın sessiz bilgisi olmadan, kusur işleyen de hepinizin gizli iradesi dışında kusur işleyemez.

s.22

***

eğer aranızda doğruluk adına cezalandıracak ve kötü ağaca baltayı vuracak olan varsa, köklerine baksın ağacın. gerçekte iyi ile kötünün, meyve veren ile vermeyenin köklerini sarmaş dolaş görecektir toprağın sessiz bağrında.

s.23

halil cibran
ermiş

türkçesi: ayşe berktay
türkiye i̇ş bankası kültür yayınları, 2015
ⓘ kabadayılığın şiiri, bulanık bir ışıkla sarılıdır. süprüntüler, büyük kentin kahramanlarını mı temsil eder? yoksa kahraman, eseri için bu malzemeyi kullanan bir şair midir? modernizmin kuramı, iki olasılığa da yer verir. ancak yaşlanmakta olan baudelaire, “les plaintes d’un icare” adlı, geç dönem ürünü bir şiirinde, artık gençliğinde aralarında kahramanlar aramış olduğu insanlarla aynı duyguları paylaşmadığını sezdirir.

(mutludur fahişelere âşık olan,
doyuma ermiş ve özgürdür;
bana gelince, kırılmış kollarım bütünüyle
yukardan geçen bulutlara sarılmaktan.)

charles baudelaire,
les plaintes d’un icare

walter benjamin,
pasajlar s.174

türkçesi: ahmet cemal
(bkz:yky), 1993
2.

tekrar söylüyorum
öğretmezsen öğrenemem
tekrar söylüyorum bir son var
son defanın bile sonu
yalvarmanın son seferi
sevmenin son seferi
rol yapmayı bilmemeyi bilmenin
söylemenin son seferinin bile bir sonu var
beni sevmezsen sevilemem
seni sevmezsem sevemem

bayat sözlerin yayığı gene kalpte
eski lavabo pompasından aşk aşk aşk diye fışkıran ses
dövüle dövüle kesilmiş sütün suyu
değiştirilmesi imkânsız sözcükler

korkutuyor gene
sevmemek
sevmek ve seni değil
seviliyor olmak ve senin tarafından değil
rol yapmayı
rol yapmayı bilmemeyi bilmek

ben ve seni sevecek olan diğerleri
severlerse seni

s.91-

samuel beckett
yankının kemikleri

türkçesi: suat kemal angı
periferi yayınları
bu ânın öncesinde ve sonrasında relling hep aynı karakter, sahnede müthiş sözler söyleyen adam. hatta relling'in bu repliklerinden bir tanesi norveç edebiyatının en ölümsüz cümlelerinden biri sayılıyor: "bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz."

s.9-

dag solstad
mahcubiyet ve haysiyet

türkçesi: banu gürsaler syvertsen
yky
relling - haa, unutmadan şunu da söyleyeyim bay werle, ideal yabancı bir sözcüktür, niçin bu yabancı sözcüğü kullanıyorsunuz hep? ne güzel bir karşılığı var bizim dilimizde: yalan.

gregers - bu iki sözcüğün birbiriyle ilgisi var mı sizce?

relling - hem nasıl! tifüsle humma gibi.

gregers - hjalmar'ı sizin pençenizden kurtarmadıkça rahat edemeyeceğim, doktor relling.

relling - onun için bir yıkım olurdu. sıradan bir insanın kendini inandırdığı yalanı çekip alın elinden, mutluluğunu yok edersiniz.

s.143-

henrik ibsen
yaban ördeği

cumhuriyet dünya klasikleri
türkçesi: faruk ersöz
[ss, hayatı boyunca sözcük listeleri yaptı ve bazen bu listelere birinin adını ya da kısa gözlemlerini de ekledi. bu tarihsiz, ama 1949 sonbaharına ait liste onun bu alışkanlığını ve alışkanlığın nasıl ikinci doğası haline geldiğini gösteriyor.]

efemine
uyurgezerlik
hararetli
detumesans
darmadağınık
çok cerbezeli, çok ussal
donuk
entrikaci
yozlaşmış vakar
uyuntu
ağıtsal
meleager
kullanılabilirlik
leoparımsı
ammeye ait
harriette wilson
garbure çorbası
doygun
sukulent
aldoux huxley'in ehliyetli entelektüel zorbalığı
sarı defter kıymeti
ketum
metanetli
bilgiçlik + çapkınlık
garaz
yontulmamışlık pirnal
klakson

kaya havuzu - cyril connolly, s. 213

"... öyleyse belki hepimiz insanların bizi ilk olarak arzulanır bulduğu zamanki süslerimizi bilinçdışı süreçlerle korumaya çalışıyoruz."

s.52-53

susan sontag
yeniden doğan
günlükler ve defterler, 1947, 1963

türkçesi: begüm kovulmaz
agora kitaplığı
spinoza çok çok basit bir şey söylemek istemektedir: keder insanı zeki kılmaz. kederlenince hapı yutmuşsunuz demektir. i̇şte bu yüzdendir ki iktidarların yönetilenlerin üzüntülerine ihtiyaçları vardır. endişe hiçbir zaman zekânın ya da dolu bir hayatın kültürel oyunu haline gelememiştir. ne zaman ne sürece kederli bir duygunuz varsa, bunun nedeni sizin bedeniniz üzerinde bir bedenin, sizin ruhunuz üstünde bir ruhun, sizinkine uygun olmayan bir ilişkiler ve koşullar çerçevesinde sizi etkilemesidir. o andan itibaren kederde hiçbir şey sizi bir ortak mefhum oluşturmaya götürmeyecektir. yani, iki beden ve iki ruh arasında ortak olan herhangi bir şeyin fikrini oluşturamayacaksınız. spinoza'nın söylemekte olduğu şey bilgelik doludur. i̇şte bu yüzden ölümü düşünmek en berbat şeydir. ölüm üzerine meditasyon olarak işleyen tüm bir felsefi geleneği karşısına almaktadır. formülü felsefenin hayata dair bir meditasyon olduğudur, ölüme dair değil. elbette, çünkü ölüm her zaman kötü bir karşılaşmadır.

s.35-36

gilles deleuze
spinoza üstüne on bir ders

türkçesi: ulus baker
öteki yayınevi
kendini tanımak için (geçmiş toplumları tanıdığımız gibi) gelecekte yer aldığını iddia etseydi, amacına asla ulaşamayacaktı: geleceği tanımamakta ya da kısmen neler olacağını bilse bile, bunu içinde barındırdığı önyargılarla, yani dönüp gelmek istediği çelişkiden yola çıkarak yapmaktadır. egemen sınıfın ideolojisini yargılamak için, ideal olarak, kendini toplum dışında bir yere koymaya çalışsaydı, yaptığı en iyi şey çelişkisini de yanında götürmek olurdu; en kötüsündeyse, orta sınıfların üstünde (ekonomik açıdan) yer alan ve onlara tepeden bakan büyük burjuvaziyle özdeşleşir ve bu arada, hiç sorgulamadan onun ideolojisini kabul ederdi. o halde, içinde yaşadığı toplumu anlayabilmesi için aydının önünde tek bir yol var: o da, toplumu ezilenlerin bakış açısından ele almak.

s.48-

jean-paul sartre
aydınlar üzerine

türkçesi: aysel bora
can yayınları
pinkie dünyadan ruhsal bir aristokrat tarzında nefret etmektedir. bir tür nihilisttir kendisi ve nihilist en yüce sanatçıdır. nihilist bir sanatçıdır çünkü kendisini büyüyle hiçliğe dönüştürür; bu öylesine saf bir hiçliktir ki bütün diğer yaratılanları fiziksel zafiyetleri ve kusurlarıyla olumsuzlamaktadır. günah işlemek, sıradan bir tatlı su iffetlisi olmanın ötesine geçmenin muhteşem bir yoludur. greene gibi sapkın ve heterodoks katolikler günahkârlardır belki ama en azından ruhsal yönden sıkıcı terbiyelilerden daha çekicidirler. seçkin bir kulüpten atılmak, o kulübe hiç davet edilmemekten daha fiyakalıdır. kötü, ona sırtını dönebilmek için aşkınlığı bilmek zorundadır; oysa erdemliler, kucaklarına düşse bile aşkınlığı tanıyamazlar.

pinkie ve rose, yani ağırbaşlı zanlı ve safdil bakire arasında bir başka uzlaşma daha var. rose tamamen iyi olduğu için pinkie'nin katil olduğunu bilmesine rağmen onu affeder. i̇yiler sevgi ve bağışlayıcılıklarını esirgemeyerek kötüleri kabul ederler. ama kötülere sırtlarını dönmeyerek, karşı konamaz bir şekilde kötülüğün yörüngesine girerler. trajik günah keçisi kavramında yaşanan işte böyle bir şeydir. i̇sa, örneğin, günahsız olabilir ama aziz paul insanlığı kurtarmak için onun günaha "dönüştürüldüğünü" söyler. bir kurtarıcı, insanları neden kurtardığını avucunun içi gibi bilmelidir, günahtan bağnazca kaçmamalıdır. aksi takdirde kurtuluş içerden değil de dışarıdan gelmiş olur ki bu da kurtuluşun ruhuna aykırıdır.

s.52-

terry eagleton
kötülük üzerine bir deneme

türkçesi: şenol bezci
iletişim yayınları
soyutlama bizi düşmanımıza egemen olmaya ya da ondan kaçınmaya yarayacak genel yasalar bulmaya zorlarken, tehlikenin ortadan kalkması zihinsel uyuşukluğa yol açar.

ayrıca mizahın da durumları bambaşka bir şeye dönüştürme gücü vardır, ağır bir trajediyi hafif bir coşkunluğa çevirebilir: "mizahın kıyılarında ben ölümün, yalanın, aşağılanmanın, yalnızlığın, gergin ve katlanılmaz bir hassasiyetin, görünüşlerin reddedilmesinin, saklanan bir sırrın, sonsuz bir mesafenin, haksızlığa karşı bir çığlığın olduğunu hissettim." françois billetdoux, mizah adına katlanılmaz bir hassasiyet ve ölümcül bir sırdan söz eden bu satırları yazarken, roberto benigni'nin hayat güzeldir (1998) filmini tanımladığını bilemezdi. filmde yapılan, auschwitz'in alaya alınması değil, tam tersine mizahın koruyucu işlevinin hangi bedele mal olduğuyla birlikte ortaya konmasıdır: birinci perdede, saldırganın farkında olmaksızın komik duruma düştüğü bir şenlik havası içinde mizah ve neşe henüz iç içedir. i̇kinci perdede, kurbanlar mizah duyguları sayesinde katlanılmaz olana katlanabilme gücü bulur. üçüncü perdedeyse, hayatta kalabilenler oyunu kazanır. "gülmekten öldürür bu." filmin bu son cümlesi bize savunma mekanizmalarının ikircikliğini gösterir: bizi korur ama bedelini de öderiz.

s.5-

boris cyrulnik
şahane bir mutsuzluk

türkçesi: hasan can utku
monografi yayınları
azizlik ve barbarlık birer istisna, hatta sınır durumlar. gerçek yaşamımızın neredeyse tamamı bu ikisi arasında geçer. sevginin yettiği azizlik anında ya da hukuk ve nezaketin artık yetmediği barbarlık anında olmadığımızda, numaralarla (ikiyüzlülük) ya da daha sıklıkla (kimseyi kandırmaya çalışmadığımızda) gerçek gibi olanlarla yaşarız: ahlaklıymışız gibi yaparız, görgü kuralları ve yasallık denen şey budur; seviyor gibi yaparız, ahlak denen şey budur. bu sevgiden daha az mı iyidir? kuşkusuz. ama barbarlıktan çok daha iyidir! tüze ve nezaket asla kimseyi kurtarmamıştır. suçluluk ve kabalık ise hiç kurtarmamıştır.

tüm ahlaki erdemlerin bir bakıma neden sevgiye benzediği anlaşılmaktadır: çünkü yokluğunda onu taklit etmektedirler, çünkü (eğitim yoluyla) ondan gelmektedirler ya da (taklit, sadakat ya da minnet yoluyla) ona yönelmektedirler. "i̇kiyüzlülük, ahlaksızlığın erdeme gösterdiği saygıdır," der la rochefoucauld. ben de, erdemlerimiz, olmadığı yerde sevgiye, tüze ve nezaket ise, yetmediğinde ahlaka gösterdiğimiz saygıdır, diyeceğim. pascal, düşünceler'de bunu güçlü bir şekilde ifade etmiştir: "i̇nsanın büyüklüğü, dünyevi zevklere olan eğiliminden dahi, hayranlık verici bir yasa çıkarabilmiş ve onu bir sevgi tablosu yapabilmiş olmasıdır." bu yalnızca bir aldatmadır kuşkusuz ama yine de çırılçıplak kinden yeğdir. sevgi, tüze ve nezaketten yeğdir. uygarlık, barbarlıktan iyidir.

s.29-30

andré comte-sponville
cinsellik, aşk ve ölüm

türkçesi: canan özatalay
i̇letişim yayınları
son çağ bazan politik ya da sosyal nedenlerle değerlenmiştir. bazı kişiler -sözgelişi eski çin'de, kadınlar- olgunluk çağının sert şartlarına karşı, yaşlılıkta bir sığınak bulmuşlardır. başkaları ise hayati bir karamsarlıkla yaşlılığa sarılmışlardır: yaşamak tutkusu insana bir felâket kaynağı gibi görünürse, buna bir yarı ölümü tercih etmek çok daha mantıklı olur. fakat insanların çok büyük bir çoğunluğu yaşlılığı hüzün ya da isyan içinde karşılarlar. yaşlılık, ölüm kadar tiksinti uyandırır insanoğlunda.

ve gerçekten de, hayatın karşıtı, ölümden çok yaşlılık olmalıdır. yaşlılık, hayatın alaylı bir benzeridir. ölüm, hayatı bir alın yazısı haline dönüştürür; bir bakıma hayata bir boyut kazandırarak, kurtarır onu: «tıpkı kendisi gibi en sonunda ölümsüzlük onu da değiştirir.» zamanı ortadan kaldırır. şu toprakta açılan çukura gömülen adamın son günleri, diğer günleri gibi gerçekten yoksundur; varoluşu, bölümleri de hiçlik tarafından kavranmış gibi hazır olan bir bütün olmuştur. victor hugo hem 30 yaşındadır, hem de asla 80 yaşına varmamıştır. fakat 80 yaşında iken, yaşanmış şimdiki zaman, geçmişi yokediyordu. bu üstünlük, şimdiki zamanın, eski durumunun bozulmuş şekli ya da yalanlaması oluşu halinde -yani hemen hepsi-, pek hüzün vericidir. sönen bir hayat, eski olaylar, edinilen bilgi, yerini korur: bunların hepsi olup bitmiştir. anılar silinince, alaylı bir gecenin karanlığında batıp giderler: hayat çorap söküğü gibi kayar gider, ihtiyarın elinde sadece şekilsiz birtakım yün parçacıkları bırakır. daha da beteri, içini saran kayıtsızlığın tutkularını, inançlarını, faaliyetlerini inkâr etmesidir: sözgelişi bay de charlus'ün varoluşunun nedeni sayılan aristokratlık gururunu bir şapka darbesiyle yıkışı, arina petrovna'nın nefret ettiği oğluyla barışması gibi. rousseau'nun deyimiyle, boşuna çaba harcandığını, elde edilen sonuçlara hiçbir değer verilmediğini gördükten sonra, bu kadar çalışmak niye?

s.433-434

simone de beauvoir
yaşlılık (son çağı)

türkçesi: m. ali kayabal

i̇kinci kitap, kasım 1970
milliyet yayınları
moda ve görünüş terimleriyle söylenirse, aranan şey güzellik ya da cazibe değil artık; görüntü.

her kişi kendi görüntüsünü arıyor. kendi varoluşunu ileri sürmek artık olanaklı olmadığından, ne var olmayı ne de bakılıyor olmayı dert etmeksizin boy göstermekten başka yapılacak bir şey kalmıyor geriye. varım, buradayım değil; görülüyorum, bir imajım; bak bana, bak! narsisizm bile değil bu; sığ bir dışadönüklük, herkesin kendi görünüşünün menajeri haline geldiği bir tür reklamcı saflığı.

macluhan'ın deyişiyle, hâlâ bakışı ve hayranlığı üzerine çekebilen modanın tam tersine, “görüntü”, özel anlam taşımayan, ayrıksı bir etki yaratan video görüntüsü gibi, dokunmatik ekran görüntüsü gibi bir tür asgari, en az tanımlı imajdır. görüntü, şimdiden moda olmaktan çıkmış, modayı aşmış bir biçimdir. artık bir fark mantığı bile değildir bu, bir farklılıklar oyunu değildir, farklılığa inanmaksızın farklılık süsü verir.

farksızlıktır bu. kendi olmak, geçici ve yarını olmayan bir başarıdır, yapmacıksız bir dünyada tadı kaçmış bir yapmacıklık haline gelmiştir.

s.27—

jean baudrillard
kötülüğün şeffaflığı
aşırı fenomenler üzerine bir deneme

türkçesi: emel abora, işık ergüden
ayrıntı yayınları