tabutmag forum – tabutmag, edebiyat, sinema, tiyatro ve görsel sanatlar alanında ilgililere nitelikli ve özgün içerikler sunar.
tiyatro bize bir hakikat öğretebilir, ama bu ancak kendi varlığımızın yanıltıcı doğasının hakikatidir. hayatlarımızın rüyalara ne kadar benzediğini, kısalığını, değişkenliğini, temelsizliğini göstererek bizi uyarabilir ve bu şekilde faniliğimizi hatırlatarak tevazu erdemini aşılayabilir. bu kıymetli bir başarıdır, çünkü ahlâki sıkıntılarımızın çoğu bilinçdışımızdaki sonsuza dek yaşayacağımız varsayımından kaynaklanır. halbuki yaşamlarımız fırtına'nınki kadar kategorik bir son bulacaktır. bununla birlikte, bu durum kulağa geldiği kadar rahatsız edici değildir. eğer varlığımızın prospero'nun ya da miranda'nınki kadar kırılgan ve geçici olduğunu kabul edebilirsek, bundan fayda da sağlayabiliriz. hayata daha endişesiz bir şekilde bağlanabilir, böylece hem hayattan daha çok keyif alabilir hem de başkalarına daha az zarar verebiliriz. belki de prospero'nun, bağlamda biraz tuhaf kaçsa da, keyfimizi bozmamamızı istemesinin sebebi budur. her şeyin geçici olması hepten üzüntü verici bir şey değildir. aşkın da güzel bir şişe şarabın da sonu gelir, ama savaşların ve zalimlerin de öyle.

syf•58—

terry eagleton
edebiyat nasıl okunur

türkçesi: elif ersavcı
iletişim yayınları
…önemli olan bir kaçma imkânı, değişmez ve şaşmaz bir gidişatın dışına atlayış, umudun bütün şanslarını taşıyan delice bir koşuştu. tabii umut, koşup giderken bir sokağın köşesinde, daha kurşun havadayken vurulup ölmekti. fakat iyi düşünülürse, hiçbir şey bana bu kadar talihli olabileceğimi umdurmuyor, aksine her şey bunu engelliyor, mekanizma beni sımsıkı kavrıyordu.

syf•99—

albert camus
yabancı

türkçesi: samih tiryakioğlu
can yayınları
bu gürültü neden
sessizce sevmek ve yaratmak varken

sessizce bilmek ve görmek varken
bu gürültü neden

sessizce üşümek ve olmak varken
ölümle yüz yüze yaşamak varken
bu gürültü neden

syf•269

özdemir asaf
benden sonra mutluluk

yky, 2010
1836

az önce insanların neşesine neşe kattığım bir partiden geldim; dudaklarımdan nükteler döküldü, herkes güldü ve bana hayran kaldı —fakat ben ayrıldım— bu çizgi dünyanın yörüngesi kadar uzun olmalı —————- ——————— ————————-— ——— ————— —————— ——————————————————— ————————— ———————————— ve kendimi vurmak istedim.

syf•30—

søren kierkegaard
kahkaha benden yana

türkçesi: nedim çatlı
ayrıntı yayınları
basit şeylerin arkasına gizleniyorum, beni bulasınız diye;
beni bulamazsanız, nesneleri bulacaksınız,
dokunacaksınız elimin dokunduğu yere,
birleşecek ellerimizin izleri.

yannis ritsos
şiirler

varlık yayınları, i̇stanbul 2005

s•233—

***

yalınlığın anlamı

yalın şeylerin arkasına gizleniyorum beni bulasın diye;
beni bulamazsan, eşyayı bulacaksın,
elimin dokunduğu şeylere dokunacaksın,
parmak izlerimiz karışacak birbirine.

ağustos mehtabı ışıyor mutfakta
kalaylanmış bir tencere gibi (sana bu söylediklerim yüzünden öyle görünüyor),
boş evi ve evin diz çökmüş sessizliğini aydınlatıyor
sessizlik hep öyle diz çökmüş gibi kalıyor

her sözcük bir geçittir
bir buluşmaya, çoğu zaman vazgeçilen,
işte o zaman doğrudur o sözcük: buluşmakta direttiği
zaman.

syf•75—

yannis ritsos
bütün şiirlerinden seçmeler

türkçesi: cevat çapan
kavram yayınları, 1995
hayat aşağı yukarı sıkıntıdan ibarettir. fakat hayatın kıymetini de ancak sıkıntı sırasında ve sıkıntı sayesinde fark ederiz. bir kere sıkıntı içinize sızdı mı ve onun görünmez hegemonyasına kapıldınız mı diğer her şey anlamını yitirir. aynısı acı için de geçerlidir. kuşkusuz. fakat acının yeri bellidir, halbuki sıkıntı yeri belli olmayan, kaynağı belirsiz, sizi kemiren bir ıstıraptır. hiçbir şeyi yoktur. tarif etmesi imkânsız, kayıp giden o hiçbir şey vardır sadece. etkisi bile belli belirsiz hissedilen saf bir aşınma. sizi yavaşça kimselerin farkına varmadığı bir yıkıntıya dönüştürür. neredeyse kendiniz bile farkına varmazsınız.

syf•122—

emil michel cioran
parçalanma

türkçesi: siren idemen
metis yayınları
(…) olumlu duygularımızı besleyerek, uyum sağlayarak, başkalarıyla bağlarımızı güçlendirerek, önümüze çıkan yeni fırsatları yakalamaya çalışarak ve değiştiremeyeceğimiz şeyleri mümkün olduğunca neşeyle kabul ederek bu salgını ve yarattığı sonuçları olabildiğince iyi deneyimlemek de bizim sorumluluğumuz. zorluklarla baş ederken dirençli olabilmek, bizim iyileşme, uyum sağlama, büyüme, hayatı olmasını istediğimiz gibi değil olduğu gibi kabul etme ve sevme irademize ve arzumuza dayanır. sadece bir kişi tarafından dahi koşulsuz olarak sevilirsek zorlukları yenme gücüne sahip olabileceğimizi gördük. gelgelelim içsel iyileşme sürecini tamamlamamız ancak hayatı koşulsuz sevmeyi de öğrenirsek mümkün olacaktır. o zaman mutluluğun ve neşenin dış koşullarda değil, içimizde olduğunu keşfedeceğiz. onun, bizim eyleme ve tepki verme kapasitemizde, kendimize ve dünyaya bakma şeklimizde yattığını anlayacağız. epiktetos'un da enkheiridion'da söylediği gibi: “i̇nsanlara eziyet veren, gerçeklik değil, onun hakkındaki yargılarıdır.”*

* “i̇nsanları rahatsız eden şeyler değil, o şeylerle ilgili fikirleridir.” epiktetos, enkheiridion, age., s. 3.

syf•59—

frédéric lenoir
öngörülemeyen bir dünyada yaşamak

türkçesi: murat erşen
türkiye i̇ş bankası kültür yayınları
her şey tekrardır biraz

öperse sakalımı biralanmış bir berber
aşkımın civcivleri kanatlanmış
merhaba
şiirlere kılıç çeken gökyüzü
yerin bu şiirde de bir çocuk ağlamasıdır
(yerin bu şiirde küçük bir çocuk ağlamasıdır)
yani ki sen

ey

li bir heple başlıyan
hüzünlerin ve yalnızlığın bekçisi
bütün şiirlerin babası
üvey
babam
merhaba
ey
(artık küçül)
-ey-
acıların güç çeşmesi
suyun artık beslemiyor çocukları
ey babam
merhaba
olmasa babamın karısı
büyütün artık beni

(ağlamak acıların yontulmuş biçimidir
hüzünse bir çocuğun gökyüzünü sevmesidir)

yorgunum bir gülü devşirmekten
görseniz / artık
yüzüm
bozulan bir çiçektir
evde kalmış kızların göğsünde sık bulunan
beni solduran akşamüstleridir pencerelerde
çünki hüznü hüzün besler yalnızca
merhaba

diyorum bir acıyı ikiye bölmek
bir elmayı ikiye bölmek kadar güçtür
görseniz / artık
yüzüm
bozulan bir dengedir
bir serçeyi gökyüzünde barındırmaktan kıyan (bence bütün serçeler yaşlandıkça serçedir)

güneş (ki göğün orospusudur)
yatar da çirkinliğin baykuş kuşuyla
unutur bir serçeyi kendisiyle sevişmeyi
şimdi yaşlanan bir gökyüzüdür hayatı
aşkı ve sevişmeyi kendisinde ariyan
merhaba
diye bir ses nerden
gelirse küçük bir çocuğun
(serçeleri çok seven bir çocuğun)
eskiyen yüzüdür güneşe karşı

(babam benim
annemi sana emanet ediyorum)

(dost, nisan 1970)

syf•49—

arkadaş z. özger
sevdadır

mayıs yayınları
“sizi neyin ilgilendirdiğini ve neyin ilgilendirmediğini bilmeniz korkunç derecede büyük önem taşır.”

gertrude stein,
what is english literature

her şey, neyi ilgi çekici bulduğumuza bağlıdır (tabii eğer ilgi çekici bulduğumuz bir şey varsa) —neyi ilgi çekici bulmak üzere eğitildiğimize ve teşvik edildiğimize, ayrıca kendimize rağmen kendimizi neyle ilgilenir halde bulduğumuza bağlıdır— ve bir şeye ilgi duyduğumuzda da dikkat kesiliriz: hatta bazen bedeli ne olursa olsun bir şeye dikkat kesiliriz. resmi merakımız ve gayri resmi merakımız vardır (ve psikanaliz de, bu ikisi arasındaki ilişki hakkında bir hikâyedir). hatta hem kendimizi hem de diğer insanları tanımaya ve karakterize etmeye yönelişimiz de ilgimiz vasıtasıyla olur. eleştirmen aaron schuster, the trouble with pleasure adlı kitabında şöyle yazmıştır: “belli şeylerin, izlenimlerin, modellerin, ritimlerin, dünyamıza çarpık bir tutarlılık veren sözlerin, bize tarzımızı, karakterimizi ve gizli bütünlüğümüzü veren çılgınlık parçalarının çekimine kapılırız ve bu şeyler bizi ister kıyamete sürüklesin ister kurtarıcımız olsun, onların bağımlısı oluruz.”

syf•11—12

adam phillips
i̇lgi arayışı

türkçesi: aydın çavdar
ayrıntı yayınları
grimm'in masallarından birinde, kaygı'nın ne olduğunu öğrenmek için maceraya atılan bir delikanlının öyküsü anlatılır. yolda korkunç şeylerle karşılaşıp karşılaşmadığıyla ilgilenmeden, maceracımızın yoluna devam etmesine izin vereceğiz. bence bu, her insanın katetmesi gereken bir yoldur; ne yitip gitmeyi, ne de kaygı'ya boyun eğmeyi seçmeden kaygılı olmayı öğrenmek. doğru bir biçimde kaygılı olmayı öğrenen kişi, nihai noktayı da öğrenmiş demektir.

syf•155—

søren kierkegaard
kaygı kavramı

türkçesi: türker armaner
türkiye i̇ş bankası kültür yayınları

“bence kaygı, onu tanımamış olduğu için yitip gitmek ya da altında ezilip kalmak istemeyen her insanın katlanıp çıkmak zorunda olduğu bir serüvendir. dolayısıyla, doğru bir şekilde kaygılanmayı öğrenen insan, en önemli şeyi öğrenmiş demektir.”

dolaşıma giren ikinci çevirinin kime ait olduğunu bilmiyorum. yasemin akış’ın “søren kierkegaard'da kaygı kavramı” adlı kitabında geçiyor olabilir. kitap elimde olmadığı için inceleyemedim. fakat edinip bakacağım.

kitabın raflara girmesinden bir yıl önce sunduğu, muğla sıtkı koçman üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü felsefe ana bilim dalı —doktora tezini okudum. 219. sayfada bu konuya kierkegaard üzerinden değiniyor. yine de kitapla karşılaştıracağım.
(…) zamanımızın şiirselliğinin elinde bir bakıma bundan başka bir teselli kalmamış olması, tek tesellinin umutsuzluğa düşmek olması, ne elim değil midir; zira besbelli ki böylesi bir bağı makbul yapan elbette umutsuzluktur. bunun içindir ki ona olgunluk çağına geleli epey zaman olmuş ve ayrıca, gerçek aşkın bir yanılsama, gerçekleşmesinin olsa olsa et pium desiderium* olduğunu öğrenmiş kişiler arasında başvurulur.

dolayısıyla aşkın sıkıcılığıyla, geçim derdiyle, sosyal hayatta saygınlık vs ile ilintilidir. duyumsallığı evlilikte etkisiz kıldığı kadarıyla ahlaki görünür; ancak bu etkisizleştirmenin estetik olmadığı kadar ahlaka aykırı da olup olmadığı sorusu aynen kalır.


* (lat.) kutsal kitap'tan bir terim. (gerçekleşmesi olası olmayan gelecek veya geçmiş bir şeye duyulan) derin hasret -çn.

syf•587—

søren kierkegaard
ya / ya da

türkçesi: nur beier
alfa yayınları
geceyarısı, karanlık bir bozkırda
işıklar içinde akan bir tren kadar yalnızım
i̇çinde onca insan, içinde dünya...
soluk soluğa, demirden bir ırmağa mahkûm
ve bilmeyen sonsuzluk nedir,
haklı olan kim bu kargaşada?
ateş ve su, yaşam ve ölüm, irin ve şiir
ucu bucağı olmayan bu çığlığın
ortasında nasıl barışılabilir?
anlamak isterim, hangi yasa
bir beşikle bir darağacını
aynı ağaçtan, ne adına varedebilir?

sorular sormak için geldim şu dünyaya
yaşım acıların yaşıdır
boynumu üzgün bir çiçek gibi kırıp da
yollara düştüğümde, başımda deniz köpüklerinden
ya da sabah yellerinden bir taçla
yürüdüğüme inanırdım — yanılırdım
geceyi günle, acıyı sevinçle kardığım
bu söylencenin bir yerinde durakladım
ve anlatmadım, konuşmadım bir daha.

acını ödünç ver bana, gözyaşlarını
damarında uyuyan sevinci ödünç ver
yitirdim çünkü onları da..
i̇lenmiyorum, el çırpmıyorum artık
ne aklımda yaşadıklarım üstüne düşünceler
ne de geleceğime dair bir tasa.
gelirken çan çalmıyor yalnızlık
bir adam, bir sokak, bir ev
yüzle, gülüşler, susuşlar boyunca

soruların vardı senin, ne çok soruların
gözlerin dünyayı eleyip dururdu boyuna
bir fısıltı gibi başladı sevgim
çığlık oldu, kağıtlarda çiçek açtı sonra
sonrası... mutlu bile olduk bazı
artık sen yadsısan da ne kadar
ya da ben bilmiyorum mutluluk nedir
anlatsın yollar, yollar, yollar...

şimdi gece, soluğumu verdim içime
az önce kâğıtlara gül kuruları serptim
dolaplardan kekik, nane kokuları çıkardım
öylece serptim, seni yazacağım diye
sen ki, deniz görmemiş bir deniz kızısın
aklımın almadığı bir yerde, öylesin
şimdi gece, iki kişilik bu yalnızlık
bize artık yeter de artar bile...

dünyanın ölümünü gördüm, suyun toprağın
en yakın dostlarımın birer birer
vakitsiz açan çiçeklerin, vakitli doğan çocukların
ölümünü gördüm, ama kimse
i̇nandıramaz beni öldüğüne sevgilerin!
yaşam ki bir kum saatidir usulca akan
dolan sevgilerimizdir biz boşaldıkca
yaşımız biraz da sevgilerimizin akranıdır
vereceğimiz tek şey budur dünyaya.

şu dağılgan yüreğimi, şu köpüklere imrenen
yüreğimi bir gün yollara atarsam
bir gün bir nehir yataklarına dolarsam, korkarım
suyumun çoğu senden yana akacak
bütün sözcüklere adını ekleyeceğim
güldeniz, gülekmek, gülyağmur, gülşarap
gülaşk, gülsiir, gülahmet, gülerhan
ey gül, yaşamım, yitip giden düşlerim!

gecelerdi, solgun-sessiz tüterdi yüzün
yatağımda bir kımıltıydın, dilimde türkü
uykusunda konuşurken sesini öptüğüm
varmak için beyninin kıvrak dağ yollarına
kokundu, bedenimi saran o ince buğu
esintisinde usul usul yürüdüğüm
ki değişmem yaseminlerle, portakal ağaçlarıyla..

sanki bir kız hep yürürdü yollarda
evimin sokağına girer, paspasa ayaklarını silerdi
kapımı açardı gümüş bir anahtarla
sanki hep gelirdi, sevişirdik bazı, konuşurduk
tozlu kitapların yığıldığı odalarda
kalırdı duvarlarda gülüşünden bir tını
yatağımda bedeninden bir oyuk.

benimse ellerim titrerdi, alnının aklığından
saçlarına saçlarına doğru titrerdi
şimdi kağıtların üstünde gidip gelen ellerim
titremiyor artık , yolunu biliyor şimdi
geceyarılarını çoktan geçti
bu şiir bitmeyince varolmayacak ellerim
ellerim uykusuz, ellerim geberesiye yalnız
süzülüp alçalıyor karanlığa doğru.

bütün yaşamım seninle geçiyor belleğimden
seninle var ve seninle sürüp gidecek artık
bir akdeniz kentinde limon koklayan
ve hep ufkun ardına bakan çocuk
acıyı buldu sonunda, kanayan bir gülden
çaldı yüzünü bir yaşamlık
geçer şimdi dumanlı bir kentin sokaklarından
şaire çıkar adı — az buçuk kaçık.

yeryüzünden silinmiş ırkların sonuncusuyum ben
oturup da şimdi aşk şiiri yazmam bundan
gülsün köpek sürüsü, lime lime edip
bu dizeleri, satsınlar haraç mezat
doğru, benden sonra da tufan kopmayacak
ama haykıracağım laflarını tuzla kesip
yitip giden bu aşkı, nefesim tükenene dek.

beynime bir sarkaç gibi vuruyor sorular
neresinde yanıldık biz bu yaşamın?
hangi el bozdu büyüyü, hangi yazı
acılara hüküm verdi, soldan sağa taşarak?
kalbimde yıllardır kabuk bağladı yaralar
ödüm kopuyor, bir gün hepsi birden kanamaya başlayacak diye
yenilmeyeceğim, boyun eğmeyeceğim hiçbir şeye
hep direnen bir yanım kalacak
adımın soluk izi, acının seyir defterinde.

şimdi gece, bindokuzyüzseksenikiyle
üçyüzaltmışbeşi çarp — oradayım işte
yorgun değilim, umarsızım yalnızca
geçmişle geleceğin öpüştüğü yerde bir nokta
gibiyim ve çoktan dürüldü defterim
uçurumlar üstünde uçuşur dizelerim
onlara köprü olacak bir beden yoksa da…

bu benim yalnızlığım, dalsızlığım benim
kana kana içtiğim çeşmelerden susayarak ayrılmak
titreyen bir ışık karanlıklarda
onu kim görebilir, kim tanıyabilir?
sonuda hep bir soruyla karşı karşıya kalmak
boynumun borcu bu, ödenmedi yıllardır.

her aşktan böyle bir şiir kaldı bende
yaşamımın bir dilimini özetleyen
unutuşun çiçekleri bunun için hiç açmıyor
donuyor bir gülüş tek bir dizede
yaşanmış yüzlerce anı, buruk bir özlem
çivileniyor beynimin bir yerlerine
geride—hayır—acılar filan da kalmıyor
bir boşluk yalnızca, uçurumlara özenen.

nefret ediyorum ve seviyorum seni
girdiğin bütün kapıları açık bırak
birazdan git diyebilirim çünkü.
çağım yalnız bırakmıyor beni, ellerini
tutuşumda, usulca öpüşümde dudağını
çağım aramızda çekilen kanlı bir bayrak
uzayan, akan bir irin yolu gibi.

sözcükleri güden çobanları var kalbimin
beynimin yaşamı saran kıskaçları
bitsin dediğim yerde bunun için başlıyorum
yitirdiğim her şeye dönüp de bakmam bundan
sensin yalnızlığa uzanan yolların düğüm yeri
ama şu anda içimde öyle çoğulsun ki
böyle irkilmezdim dünyayı kucaklasam.

çapraz yalnızlıklar astım göğsüme
yollarda bir savaşçı gibi yürüdüğüm doğrudur
gözlerle, dillerle kuşatılmış bir ülke
kalbimdir ona tek sınır
susmayı bunun için severim bir çığlık gibi
donup kalır sesim kendi göğünde
onu ne anlayan, ne de duyan bulunur.

yaşamım sonsuz bir hac yolculuğuna dönüşüyor burada
kendi içimde ya da uzak yollarda
bulduğum ve yitirdiğim bütün varlıklar
bir mozayiğe biçim veriyorlar sessizce.
bende dünyanın acısıyla sevinci öpüşüyor
irmakların birleştiği o nokta benim
i̇tilip tekmelendiğim bütün kapılarda
bana atılan her taş şimdi çiçek açıyor.

bir gün anlarsın beni neden suskunum
dünya içimde konuşurken böyle
bedenimi aşıyor yorgunluğum
karşında oturduğum masalardan dökülüp saçılıyor
bu öyle bir çığlık ki, susuşlar kalıyor geride
ondan öte her söz bir saçmalığı büyütüyor.

adını çoktan unuttum, yüzün aklımda
ve bu şiiri neden sana adadığımı bilmiyorum
ama her güzellik nasılsa kendi adını bulur
bunun için ben gül dedim sana..
yine de bir çiçeğe bunca yağmur yağarsa
kökleri toprağı saramaz olur
üstüne titrediğim her şeyi yitirmeyi öğrendim çoktan
söylenecek bir tek sözüm kalmazsa
çizerim yüzünü kuşların kanatlarına
her çırpınışta gökyüzüne dağılır
yüzün, hücrelerine varana dek uçuşur.

kağıtların aklığına aşkın tortusu çöküyor
parklar, sokaklar, söylenmiş ya da söylenmemiş sözler
yazdıkça biraz daha unutuyorum seni
ve her yerde düş tacirleri, şiirseviciler
bir şeyleri yorumlayıp duruyorlar aptalca
büyüteçlerle inceliyorlar şu yitik ömrümüzü
ben aşkın son hasatçısı, son peygamber
gülünç, soyu tükenmiş bir varlığı oynuyorum boyuna.

sana artık bir sığınak olsun bu şiir
noterlere ver onaylasınlar — her hakkı saklıdır
düşün, kalemimi sen tuttun yazarken
yeni okula başlayan bir çocuğa yardım eder gibi
öyle çok acemilikler yaptım ki ben
hiç kalır bu şiir onların yanında ve
nasıl ayaktayım diye şaşıyorum bazen.

görüp göreceği son şey bu şiirdir dünyanın
çığlığımdan arta kalan bunlar olacak
aklımın son kırıntılarını da burada harcıyorum
bundan böyle ibreler hep eskiye vuracak
yakınmıyorum, yerinmiyorum hiçbir şeyle
kalırsa odalarda unutulmuş birkaç şiir
bir yeniyetmenin altını çizeceği dizeler benden
senin adın nasılsa bir gün hepsini tamamlayacak...

syf•219—227

ahmet erhan
burada gömülüdür (1. cilt)

gülşiir, 1982

kırmızı kedi yayınları
343

yanlış anlaşılma riskine rağmen kritik geçişlerinin doğasından bahsetmeden psikolojik evlilik ilişkisi ile başa çıkmak oldukça zordur. i̇yi bilindiği gibi bir kişi kendi deneyimlemediği şeyden psikolojik olarak hiçbir şey anlayamaz. bu, kişinin kendi yargısının tek doğru ve yeterli yargı olduğuna inanmasına engel değildir. bu endişelendirici gerçek, bilincin anlık içeriğinin gerekli olarak aşırı değerlemesinden ileri gelir, çünkü bu dikkat yoğunluğu olmadan kimse bilinçli olamaz. böylece yaşamın her dönemi kendi psikolojik gerçekliğine sahip olur, bunun aynısı psikolojik gelişimin her aşaması için geçerlidir. sadece belirli kişilerin ulaştığı evreler de vardır; bunun sebebi ise ırk, aile, eğitim, yetenek veya tutkudur. doğa aristokrattır. genel geçer kanunlar var olmasına rağmen normal insan bir kurgudur. psişik yaşam en alt aşamalarda kolaylıkla durdurulabilecek bir gelişimdir, öyle bir yaşam ki her insan, sınırlarına erişebildiği seviyeye çıkmasına ya da düşmesine göre sanki belirli bir çekim gücüne sahiptir. kişinin görüşleri ve inançları da buna göre şekillenir. dolayısıyla biyolojik amaç doğrultusunda pek çok evliliğin ruhsal ya da ahlaki sağlığa hasar vermeden daha üstün psikolojik sınırlara ulaşabilmesi şaşırtıcı değildir. görece daha az sayıda insan kendileriyle derin bir uyumsuzluğa düşer. dışardan büyük bir baskının olduğu yerde, çatışma, büsbütün bir enerji eksikliği için daha çarpıcı gerilimler oluşturmada yetersiz kalır. buna rağmen, toplumsal güvenliğe oranla psikolojik güvensizlik artar; bu, başta bilinçdışı olarak, nevrozlara sebep olur, daha sonra bilinç seviyesinde, beraberinde ayrılmalar, anlaşmazlıklar, boşanmalar ve evlilik ile ilgili diğer bozuklukları getirir. daha yüksek aşamalarda, eleştirel muhakemenin durma noktasına geldiği dini alanlara dokunarak psikolojik gelişimin yeni olasılıkları fark edilir.

syf•112—113

carl gustav jung
feminen: dişilliğin farklı yüzleri

türkçesi: tuğrul veli soylu
pinhan yayınları, 2015
yılların akışı içinde, unutmak istediğim şeyi bir daha hatırlamamayı öğrendim. i̇nsanların yaşamış olmaya bile değmeyen önemsiz olaylardan oluşan dağları belleklerine neden yığdıklarını ve neden onları yüz defa belki de daha fazla eşeleyip durduklarını ve sanki yaşamaya değmiş bir yaşamın kanıtı olmaya uygunlarmış gibi sunduklarını da anlayamıyorum. benim yaşamımda, unutulmayı hak etmemiş olan çok fazla şey yoktu ve benim için korunmaya değer versiyonuyla, oldukça kısa bir ömür olmuştu. bugün bu konuda nasıl düşünüldüğünü bilmiyorum, ama kırk elli yıl önce, henüz başka insanlarla beraber yaşadığım sıralarda, unutmak günah kabul edilirdi, daha o zamandan benim aklım buna yatmamıştı, bunun yaşam için tehlikeli bir saçmalık olduğunu düşünmüştüm. i̇nsanlara unutmanın yasaklanması gibi, çok büyük bir bedensel acı karşısında bayılmak da yasaklanabilirdi, oysa ölümcül bir şok ya da ömür boyu sürecek bir travma ancak bayılmakla önlenebilir. unutmak ruhun bayılmasıdır. hatırlamanın, unutmamakla hiçbir ilgisi yoktur. tanrı ve dünya brachiosaurus'u unuttu. yüz elli milyon yıl boyunca yeryüzünün, hatta muhtemelen kozmosun belleğinden silindi, ta ki profesör janensch tendaguru'da onun birkaç kemiğini buluncaya dek. bundan sonra onu hatırlamaya başladık, yani onu yeniden icat ettik, küçük beynini, beslenmesini, alışkanlıklarını, onunla aynı çağda yaşayanları, türüne özgü uzun ömrünü ve ölümünü. şimdi o yeniden var ve her çocuk onu tanıyor.

syf•11—12

monika maron
animal triste

türkçesi: mustafa tüzel
alef yayınları
bizler mahkûmuz ve içimizden bunu bilenler seslerini duyuramıyorlar, duyurabildiklerinde ise suskunluğu korumayı tercih ediyorlar. sağırlara vaaz vermek ve körlerin gözünü açmak neye yarar? onları sürükleyip götüren hareketin içinde sebat göstermelerini engelleyebilir miyiz?

dosdoğru en korkunç geleceğe doğru gidiyoruz, bu gelecek bugünden yarına başlayabilir, daha biz başımıza geleni işitmeden kendimizi oraya gömülmüş bulacağız, içinde yaşanamayan evrende umutsuzca ölmekten başka bir seçenek kalmayacak bize. i̇nsanlar toprağa sahip olmak için savaşıyorlardı, yarın suya sahip olmak için birbirlerini gırtlaklayacaklar, havamız kalmadığında, harabelerin ortasında soluk alabilmek için boğazlayacağız birbirimizi.

bilimden mucizeler gerçekleştirmesini bekliyoruz, yakında ondan imkânsızı isteyeceğiz, ama bilim ihtiyaçlarımızın gerisinde kaldı ve asla ihtiyaçlarımıza yetmeyecek, yeryüzünde cenneti isteyemeyecek kadar çoğuz, milyarlarcayız; bilimimizin yardımıyla, salak çobanlarımızın sultası altında cehennemi kaçınılmaz kılıyoruz. gelecekte, tek uzgörüşlülerin anarşistler ve nihilistler olduğu söylenecektir.

syf.97—

albert caraco
kaos’un kutsal kitabı

türkçesi: ışık ergüden
versus kitap
mutluluk kimi zaman bir kutsamadır — ama çoğu zaman bir fetihtir. günün o büyülü anı, değişmemize yardım ediyor, bizi düşlerimizin peşinde koşmak için yola koyulmaya itiyor. acı çekeceğiz, zor zamanlar yaşayacağız, ne var ki bunlar geçici, iz bırakmayan dönemler olacaktır. ve daha sonra geriye dönüp gururla ve inançla bakacağız.

kendini tehlikeye atmaktan korkan kişiye ne yazık! çünkü o kişi belki de hiç düş kırıklığına uğramayacak ve peşinden koşacak bir düşü olanlar kadar acı çekmeyecek. ama dönüp de arkaya baktığında (çünkü her zaman, sonunda dönüp arkamıza bakarız.), yüreğinden şu sözcüklerin döküldüğünü duyacak: “tanrı'nın, yaşadığın her güne ektiği mucize tohumlarını ne yaptın? tanrı'nın sana bağışladığı yetenekleri ne yaptın? hepsini bir çukura gömdün, çünkü onları yitirmekten korkuyordun. i̇şte, şimdi elinde kalan, yaşamını yitirmiş olmanın kesinliği.”

syf.25—26

paulo coelho
piedra irmağı’nın kıyısında oturdum ağladım

türkçesi: aykut derman
can yayınları
eski alman demokratik cumhuriyeti'nde uydurulmuş bir fıkrada, alman bir işçi sibirya'da bir iş bulur; tüm mektuplarının sansür kurulu tarafından okunacağının farkında olan işçi, arkadaşlarına şöyle der: “bir şifremiz olsun: benden alacağınız bir mektup bildik mavi mürekkeple yazılmışsa, doğrudur; fakat eğer kırmızı mürekkeple yazılmışsa, sahtedir.” bir ay sonra, mavi mürekkeple yazılmış ilk mektup arkadaşlarının eline geçer: “burada her şey güllük gülistanlık: dükkânlar dolu, yemek bol, apartmanlar büyük ve düzgünce ısınıyor, sinema salonları batılı filmler gösteriyor, muhabbet etmeye müsait birçok güzel kız var — olmayan tek şey ise kırmızı mürekkep.”

bizim şu âna kadarki durumumuz da böyle değil mi? i̇stediğimiz tüm özgürlüklerimiz var — olmayan tek şey ise “kırmızı mürekkep”: “özgür hissediyoruz”, çünkü özgürlüksüzlüğümüzü ifade edecek dilin kendisinden yoksunuz. kırmızı mürekkebin olmayışı bugün şu anlama gelmektedir: şimdiki çatışmayı tarif etmek için kullandığımız terimlerin tümü —“teröre karşı savaş”, “demokrasi ve özgürlük”, “insan hakları”, vb.— durumu anlamamızı sağlamak yerine, duruma ilişkin algımızı bulandıran sahte terimlerdir. bugün yapılması gereken iş protestoculara kırmızı mürekkep vermektir.”

syf.92—

slavoj žižek
žižek’ten nükteler

türkçesi: erkal ünal
encore yayınları
ethica okumaları iv
ulus baker

en zor kavram olarak memnuniyet!

biraz önce sunduğum spinoza özetindeki son üç bölümü kateden vazgeçilmez bir kavram var: acquiescentia. latince sözlük anlamını "doyum" diye verebilirsiniz, ama bu tür bir tercümeyle hiçbir şey anlamamış olursunuz. "memnuniyet" kelimesi önersek bu kez suratlardaki o aptalca gülücükle bezenmiş genel budalalığı hissetme tehlikesi belirecektir. çünkü öneri spinoza'nın ilk eserlerinden birinde beliriyordu ve kelimenin manasını zorlamak gerektiğini açık ediyordu: "sonuçta gerçekten iyi, insanlara iletilebilir, ve ruhun, geriye kalan her şeye boşvererek sadece onunla etkilenebileceği bir şeyin bulunup bulunmadığını araştırmaya karar verdim; dahası, keşfedilmesi ve edinilmesi bana ebediyete kadar en yüksek ve sürekli bir sevinç verecek bir şeyin olup olmadığını sordum kendime..." (spinoza, kavrama gücünün tamiratı üzerine deneme) ama işte burada "edinilme" diye tercüme etmek zorunda kaldığım sözcük tam da bu "acquiescentia" edinme, doyma, memnuniyet. bu semantik şebekenin tümünü birden devreye sokmazsak spinoza felsefesinden hiçbir şey anlayamayız. spinoza farkındadır ki insanlar da bütün varlıklar gibi varlıklarında direnmeye çabalarlar ellerinden geldiğince ve ilk bakışta "çuvallamaları" mukadder gibidir. ama bilinmesi gerekir ki, bir çaba sarfetmiyor olsaydık "doyamazdık" ve hiçbir şeyi edinemezdik. başka bir deyişle acquiescentia bir çabaya karşılıktır, kendiliğinden gelen bir durum değildir. ama bu aynı zamanda "yatışmadır" da... çünkü her çaba kendi maksimum sürekliliğini garantileyecek bir düzende ve dünyada yaşamayı istemek yönündedir (genellikle böyle olmaz, ama hep bunu isteriz). bu "ruh dinginliği" hali galiba ta baştan beri spinoza'nın hedefidir ve kullandığımız bu kavramın başka bir ifadesidir.

hemen farkedebileceğimiz bir şey, "mutluluk" sorununun basitçe diğer sorunlar arasında bir sorun olmakla kalmadığı, her şeyi bir yana bıraktığımız esas sorun olduğudur. gerçekten de mutluluk yalnızca olağan düşüncenin değil, birçok felsefenin de kabul ettiği gibi çevresinden dolanamayacağınız, ya da dolaşırken "en yüksek mutluluk" (tanrı vesaireyle birlikte) gibi bir terkiple katlanılabilir hale getirmek zorunda olduğunuz bir haldir. bu demektir ki, bir özne veriliyse onun mutluluğunun nihai bir değer olarak kabul edilmesi a priori bir gerçeklik gibidir. o kadar ki mutluluğun zıddı da yok gibidir: birisini mutsuz etmek ancak sizin aynı oranda bu durumdan mutluluk duyabilmeniz sayesinde mümkün hale gelir.

acquiescentia ilk başta mutluluğun sürekliliği gibi düşünülebilir. oysa spinoza çok kolay gösteriyor ki öyle değildir —çok basit bir nedenle: sürebilmesi için önce mutluluğun olması gerekir. o halde spinoza'nın ahlak felsefesi basit ve yalın bir "hazcılık" (hedonizm) olarak düşünülmemeli. başka bir deyişle doyumlarımızın peşinde koşuşturup durdukça, "hayata yapıştıkça" mutlu filan olmuyoruz, olsa olsa mutluluğun yerine koyduğumuz birtakım hazların gergin ve belirsiz dünyasında yaşayıp gidiyoruz. ama spinoza'nın ahlak anlayışı diğer kutupta da değildir —yani tam anlamıyla rasyonel, hazlar ve arzuların doyurulması yönünde mutlak bir iradeye dayanan bir ahlak da sunmaz bize. spinoza tutkular üstünde mutlak bir hakimiyetin (irade diyorlar buna) asla kurulamayacağının iyice farkındaydı. peki o zaman rasyonalizmle tutkular arasında gidip gelen bir belirsizliği mi veri almalıyız? kısmen, çünkü çoğu insanın olağan günlük hayatı bu durumdadır. ama etik açısından tümüyle farklı bir durum söz konusudur: spinoza hiçbir zaman tutkuları reddetmeye kalkışmadı, çünkü böyle bir irade zaten asla mümkün olamazdı. o halde bütün etik sevinç duygularını yaşamaya, kederli duyguları ise azaltmaya yönelik olmalıydı.

acquiescentia: spinoza sevinçli ve neşeli duyguların filozofu olarak bilinir ve bu yüzden de suçlanır... çünkü karşıtları sevinçli duyguların insanları ve oluşturdukları toplumları kuvvetlendirdiğini, onları kolay kolay "yönetilmez" kıldığını da bilirler. şimdilik "memnuniyet" diye —geçici olarak— tercüme etmeyi sürdüreceğim acquiescentia terimi ilk kez descartes tarafından "kendi halinden memnun olmak" anlamında kullanılmıştı.

syf. 83—85

ulus baker
yüzeybilim fragmanlar

i̇letişim yayınları
scolie

her şeyin doğru olarak tanrısal tabiatın zorunluluğundan çıktığını bilen ve tabiatın ezeli kanunları ve kurallarına göre bu sonuca ulaşan kimse, şüphesiz kin, alay etme, ya da küçümsemeyi hak eden hiçbir şey bulmayacak ve hiç kimse için acıma duymayacaktır: fakat insani erdemin elverdiği kadar, denildiği gibi, iyilik yapmaya, sevinç içinde bulunmaya çalışacaktır. buna şu noktayı da katmalı ki, kolayca acıma duygusu duyan ve başkasının gözyaşları ve sefaletinden üzülen kimse, çoğu kere, sonradan pişman olacağı şeyler yapar; bir yandan gerçi kesinlikle iyi olduğunu bilmemiz gereken bir duygulanışla hiçbir şey yapmıyoruz, öte yandan sahte gözyaşlarından kolayca aldanmış bulunuyoruz. ve ben burada açıkça, akıl düsturuna göre yaşayan insandan söz ediyorum. başkalarının yardımına koşmak için ne akılla ne acıma ile hareket etmeyen kimseye*, doğrusu, insanca davranmayan (inhumain) kimse denir, zira o hiç de insana benzer görünmüyor.

*) türkçe'de iki olumsuz yan yana gelince onları ifade eden olumsuz, olumlu şekilde yazılırsa da, yaygın yanlışlığa uyuyoruz.

syf. 236—

benedictus (baruch) spinoza
etika

türkçesi: hilmi ziya ülken
dost kitabevi yayınları
beşinci bölüm

haklı mıdır, haksız mıdır,
bilemem tüm bu kanunlar;
ama zindanda bizler biliriz,
kaya gibidir bu duvarlar;
bir gün burada bir sene kadar uzundur,
öyle bir sene ki, günleri uzadıkça uzar.

i̇lk i̇nsan katlettiği gün kardeşini
keder dolu dünya dönmeye başladı,
ve bilirim ki, o günden beri
i̇nsanın i̇nsana koyduğu tüm kanunlar,
tıpkı bir meşum rüzgâr gibi,
taneyi savurup, samanı tutar.

ve şunu da bilirim,
ve herkes bilsin isterim,
i̇nsan eliyle yapılan her bir hapishane
utanç tuğlalarıyla örülmüştür,
i̇nsanın insana yaptığını i̇sa görmesin diye
demir parmaklıklarla sarılmıştır.

parmaklıklar bulandırır zarif mehtabı
ve karartır bereketli güneşi:
ve nihayet saklar o cehennemi,
çünkü orada yapılanlar şeyleri
görmemeli ne tanrı'nın oğlu,
ne de insanoğlu!

en adi işler de, zehir gibi, zıkkım gibi,
büyür, serpilir bu zindanlarda:
i̇yiliktir i̇nsanın içindeki
sararıp solan tek şey burada:
bir soluk cefa tutar kapıları,
keder olur tek gardiyan.

kimsesiz çocukları bile aç bırakırlar
gece gündüz ağlayana kadar:
zayıfa kamçı, güçlüye kırbaç vururlar,
i̇htiyarları maskara ederler,
kimi delirir, ama herkes geberir,
yine de bir söz söyleyemezler.

yattığımız her bir dar hücre
kara, kaba birer keneftir,
dipdiri ölümün o kokuşmuş nefesi
durmaz, boğar bu kafesten sahneyi,
şehvet'ten başka her şey, en sonunda
toza döner i̇nsanlık'ın çarkında.

i̇çtiğimiz acı sularda
bir kara balçık yüzer,
tozla, toprakla yoğurulur
tartıp da verdikleri acı ekmekler,
uyku ise duramaz, divane gibi gezer
ve geçen zaman'a daima sitem eder.

bir cılız kıtlık, bir ham hararet,
boğuşur iki yılan gibi,
kimse bunu dert etmez gerçi,
çünkü asıl titreten ve öldüren şey
gece vaktinde kalbimizin dönüşmesidir
gündüz vakti taşıdığımız taşlara.

kalbimizde zifiri karanlık,
hücremizde alaca karanlık,
kazma savurduk, kürek salladık,
hepimiz kendi cehennemimizde kaldık,
sessizlik kaçar gider uzaklara,
kalırız küstah çan sesleriyle baş başa.

asla bir insan sesi duyulmaz,
bir güzel söz olsun söylenmez:
kapıdan sürekli bizi izler
gaddar, merhametsiz gözler:
her şeyi unuturuz, çürüdükçe çürürüz,
ruhumuz ayrı, bedenimiz ayrı kokuşur.

paslanır hayat'ın zincirleri sayemizde
biz, alçalmış ve yapayalnız bir halde:
kimi küfürler eder, kimi ağlar sessizce,
hiç sesini çıkarmaz kimileri de:
ama yaradan'ın ebedi kanunları müşfiktir
yumuşatır taş kesilmiş kalbi bile.

zindan hücresinde veya avlusunda,
yumuşayan her insan kalbi,
o kırık sandık gibidir sanki
efendimiz'e veren tüm hazinesini
ve donatan en pahalı kokular ile
pis bir cüzzamlının evini bile.

ah! ne mutlu kalbi yumuşayanlara
ve sonunda bağışlananlara!
i̇nsan başka türlü nasıl yolunu bulabilir
ve ruhunu günah'tan arındırabilir?
efendimiz nasıl girebilir ruha
kırık kalplerin çatlaklarından başka?

o ise şişmiş, morarmış boynuyla
ve keskin bakan, kapkara gözleriyle,
hırsız'ı cennet'e götüren
o mukaddes elleri bekler;
çünkü efendimiz asla hor görmez
kırık, tövbekâr kalpleri.

allar giyen adam hükme vardığında
üç hafta ömür verdi o zavallıya,
sadece üç hafta, arınabilsin diye
ruhundaki bitmeyen kavgadan,
ve bıçağı savuran elleri
temizlensin diye her damla kandan

gözünden yaş yerine akan kanla
temizledi çeliğe sarılmış elini:
çünkü kanı ancak kan temizleyebilir,
yaraları da ancak gözyaşı sarabilirdi:
kabil'den yadigar o kızıl leke ise
dönüşürdü i̇sa'nın kar beyaz mührüne.

syf. 52-60

oscar wilde
reading zindanı baladı

türkçesi: piyale pervez
her şey büyüyüp güçlenecek yine bir gün:
sular dalga dalga hep, karalar düzgün,
ağaçlar kocaman, duvarlar küçücüktür;
vadilerdeyse güçlü, çok yönlü, görürsün
bir çobanlar ve çiftçiler soyu büyür.

yok artık kiliseler, tanrı'yı kuşatan
kaçkın kuşatır gibi, sonra çığlıklar atan
bir tutsak ve yaralı hayvanmış gibi tanrı
artık bütün evler açıktır her gelene
ve her yerde bir özveri geniş alabildiğine
belirler aramızdaki davranışları.

beklemek yok artık, bakıp durmak öteye;
ölümün bile hakkını vermek özlemine
yer var ancak; ve elleri yadırgamasın diye
bizi, bilmeye dünyayı bütün bütüne.

syf. 47—

rainer maria rilke
seçilmiş şiirler & duino ağıtları

türkçesi: a. turan oflazoğlu
i̇z yayınları

her şey büyüyüp:
(saatler kitabı’ndan)
gökanlam

rauf mutluay’a

iii

sen buzul mavi, sen kaç yılın aynalı dolapları
kırılan bardakları elbiselerin ve çocukları
lekesiz gözleriyle ne kadar maviyse o kadar hiç konuşmadıkları
sen buzul, sen devamlı, sen..
yaklaş bana, kimse hiçbir yere dokunmasın
bana sessizlik et, düğümle saçlarımı
çözülsün bu kartopları, gece yanan fırınlar, içimin sayıları
akıt kanımı biraz, kimse hiçbir şey söylemesin
kimse artık hiçbir şey söylemesin
bana yalnızlık et, birleştir yalnızları
sen buzul, sen devamlı, sen..
sen kaç yılın aynalı dolapları.

kim bilir neydi biraz bir yüzü dünyadan çıkardıkları
bir şeyi hiç sevmedikleri, sevince tekrarladıkları
yani bir yaşam gibi yaşattıkları ölümü, korunamadıkları
dökül artık, çözül artık ve akıt bütün kanları
büyüt en büyük şeyi
bize yalnızlık et, birleştir yalnızları
yeni bir kan ol, getir en yeni anlamları
bomboşuz, korkuyoruz da.. bunu anlatmak için şehirde bayram vardı
öyküler vardı dergilerde, beyaz fareler, cansıkıntıları
bir gün ki şehir yandı, şimdi hiçbir şey anlatılmasın
artık hiçbir şey anlatılmasın
denilsin, soğumuş ceylanların ateşten dilleri kaldı.

sen kaldın, bir de sen ey buzul mavi
bizi bul, bizi yarat, bize güzellik et şimdi
bomboşuz, korkuyoruz da.. ve kemikleri bunlar gökyüzünün
altında öyle tedirgin ilk çocukları ölümün.

syf. 294-

edip cansever
yerçekimli karanfil (toplu şiirleri -i)

adam yayınları, 1982
demokratik bir toplumda her yurttaşın adalet ilkelerine ilişkin kendi yorumundan ve buna uygun davranıştan sorumlu olduğu kabul edilir. bu ilkelerin, ahlâki olarak daima uymakla yükümlü olduğumuz, yasal ya da toplumsal olarak kabul edilmiş bir yorumu olamaz. böyle bir yorumu anayasa mahkemesi ya da parlamento da yapsa durum değişmez. gerçekte her anayasal kurum -yasama, yürütme ve yargı- anayasa ve onu oluşturan politik ideallerle ilgili kendi yorumlarını yapmaktadır. mahkemeler her özel durumda son sözü söyleme hakkına sahip olsalar da, bunların anayasayı başka şekilde yorumlamaya zorlayacak güçlü politik etkilere karşı bağışıklığa sahip oldukları iddia edilemez. mahkeme mantıklı olarak gerekçelendirilmiş bir yorum sunar, ancak bu yorumun kalıcı olması, yurttaşların çoğunluğundan kabul görmesine bağlıdır. en yüksek başvuru mercii, yasama, yürütme ya da yargı değil kamuoyudur. ve sivil itaatsizlik özellikle bu organa başvurur. yurttaşların adalet tasarımları arasında pratik olarak yeterli bir uyum mevcutsa ve sivil itaatsizliğe başvurma hakkına saygı gösteriliyorsa anarşi tehlikesi yoktur. i̇nsanların bu tür bir anlayış birliğine ulaşabilmeleri ve temel politik özgürlükler var olmaya devam ettiği sürece bunun sınırlarına özen göstermeleri, demokratik devlet anlayışına içkin olan bir varsayımdır. bir konuda bilimsel olarak uzlaşamama tehlikesinin sürekli mevcudiyeti gibi, ayrımın ortaya çıkması tehlikesi de her zaman mevcuttur. ancak, haklı taleplere dayalı sivil itaatsizlik iç barışı tehdit etmeye başlarsa, bunun sorumlusu protestocular değil, iktidarlarını kötüye kullanarak böyle bir direnişin ortaya çıkmasına neden olanlardır. çünkü devletin baskı aygıtının adil olmayan kurumları ayakta tutmak için devreye sokulması bir haksız şiddet biçimidir ve insanların işte o zaman direnme hakları vardır.

s.75—

john rawls
sivil i̇taatsizliğin tanımı ve haklılığı

hannah arendt
ronald dworkin
jürgen habermas
johan galtung
martin luther king
john rawls
hans saner
henry david thoreau

kamu vicdanına çağrı:
sivil i̇taatsizlik

türkçesi: yakup coşar
ayrıntı yayınları