tabutmag forum – tabutmag, edebiyat, sinema, tiyatro ve görsel sanatlar alanında ilgililere nitelikli ve özgün içerikler sunar.
bizler mahkûmuz ve içimizden bunu bilenler seslerini duyuramıyorlar, duyurabildiklerinde ise suskunluğu korumayı tercih ediyorlar. sağırlara vaaz vermek ve körlerin gözünü açmak neye yarar? onları sürükleyip götüren hareketin içinde sebat göstermelerini engelleyebilir miyiz?

dosdoğru en korkunç geleceğe doğru gidiyoruz, bu gelecek bugünden yarına başlayabilir, daha biz başımıza geleni işitmeden kendimizi oraya gömülmüş bulacağız, içinde yaşanamayan evrende umutsuzca ölmekten başka bir seçenek kalmayacak bize. i̇nsanlar toprağa sahip olmak için savaşıyorlardı, yarın suya sahip olmak için birbirlerini gırtlaklayacaklar, havamız kalmadığında, harabelerin ortasında soluk alabilmek için boğazlayacağız birbirimizi.

bilimden mucizeler gerçekleştirmesini bekliyoruz, yakında ondan imkânsızı isteyeceğiz, ama bilim ihtiyaçlarımızın gerisinde kaldı ve asla ihtiyaçlarımıza yetmeyecek, yeryüzünde cenneti isteyemeyecek kadar çoğuz, milyarlarcayız; bilimimizin yardımıyla, salak çobanlarımızın sultası altında cehennemi kaçınılmaz kılıyoruz. gelecekte, tek uzgörüşlülerin anarşistler ve nihilistler olduğu söylenecektir.

syf.97—

albert caraco
kaos’un kutsal kitabı

türkçesi: ışık ergüden
versus kitap
mutluluk kimi zaman bir kutsamadır — ama çoğu zaman bir fetihtir. günün o büyülü anı, değişmemize yardım ediyor, bizi düşlerimizin peşinde koşmak için yola koyulmaya itiyor. acı çekeceğiz, zor zamanlar yaşayacağız, ne var ki bunlar geçici, iz bırakmayan dönemler olacaktır. ve daha sonra geriye dönüp gururla ve inançla bakacağız.

kendini tehlikeye atmaktan korkan kişiye ne yazık! çünkü o kişi belki de hiç düş kırıklığına uğramayacak ve peşinden koşacak bir düşü olanlar kadar acı çekmeyecek. ama dönüp de arkaya baktığında (çünkü her zaman, sonunda dönüp arkamıza bakarız.), yüreğinden şu sözcüklerin döküldüğünü duyacak: “tanrı'nın, yaşadığın her güne ektiği mucize tohumlarını ne yaptın? tanrı'nın sana bağışladığı yetenekleri ne yaptın? hepsini bir çukura gömdün, çünkü onları yitirmekten korkuyordun. i̇şte, şimdi elinde kalan, yaşamını yitirmiş olmanın kesinliği.”

syf.25—26

paulo coelho
piedra irmağı’nın kıyısında oturdum ağladım

türkçesi: aykut derman
can yayınları
eski alman demokratik cumhuriyeti'nde uydurulmuş bir fıkrada, alman bir işçi sibirya'da bir iş bulur; tüm mektuplarının sansür kurulu tarafından okunacağının farkında olan işçi, arkadaşlarına şöyle der: “bir şifremiz olsun: benden alacağınız bir mektup bildik mavi mürekkeple yazılmışsa, doğrudur; fakat eğer kırmızı mürekkeple yazılmışsa, sahtedir.” bir ay sonra, mavi mürekkeple yazılmış ilk mektup arkadaşlarının eline geçer: “burada her şey güllük gülistanlık: dükkânlar dolu, yemek bol, apartmanlar büyük ve düzgünce ısınıyor, sinema salonları batılı filmler gösteriyor, muhabbet etmeye müsait birçok güzel kız var — olmayan tek şey ise kırmızı mürekkep.”

bizim şu âna kadarki durumumuz da böyle değil mi? i̇stediğimiz tüm özgürlüklerimiz var — olmayan tek şey ise “kırmızı mürekkep”: “özgür hissediyoruz”, çünkü özgürlüksüzlüğümüzü ifade edecek dilin kendisinden yoksunuz. kırmızı mürekkebin olmayışı bugün şu anlama gelmektedir: şimdiki çatışmayı tarif etmek için kullandığımız terimlerin tümü —“teröre karşı savaş”, “demokrasi ve özgürlük”, “insan hakları”, vb.— durumu anlamamızı sağlamak yerine, duruma ilişkin algımızı bulandıran sahte terimlerdir. bugün yapılması gereken iş protestoculara kırmızı mürekkep vermektir.”

syf.92—

slavoj žižek
žižek’ten nükteler

türkçesi: erkal ünal
encore yayınları
ethica okumaları iv
ulus baker

en zor kavram olarak memnuniyet!

biraz önce sunduğum spinoza özetindeki son üç bölümü kateden vazgeçilmez bir kavram var: acquiescentia. latince sözlük anlamını "doyum" diye verebilirsiniz, ama bu tür bir tercümeyle hiçbir şey anlamamış olursunuz. "memnuniyet" kelimesi önersek bu kez suratlardaki o aptalca gülücükle bezenmiş genel budalalığı hissetme tehlikesi belirecektir. çünkü öneri spinoza'nın ilk eserlerinden birinde beliriyordu ve kelimenin manasını zorlamak gerektiğini açık ediyordu: "sonuçta gerçekten iyi, insanlara iletilebilir, ve ruhun, geriye kalan her şeye boşvererek sadece onunla etkilenebileceği bir şeyin bulunup bulunmadığını araştırmaya karar verdim; dahası, keşfedilmesi ve edinilmesi bana ebediyete kadar en yüksek ve sürekli bir sevinç verecek bir şeyin olup olmadığını sordum kendime..." (spinoza, kavrama gücünün tamiratı üzerine deneme) ama işte burada "edinilme" diye tercüme etmek zorunda kaldığım sözcük tam da bu "acquiescentia" edinme, doyma, memnuniyet. bu semantik şebekenin tümünü birden devreye sokmazsak spinoza felsefesinden hiçbir şey anlayamayız. spinoza farkındadır ki insanlar da bütün varlıklar gibi varlıklarında direnmeye çabalarlar ellerinden geldiğince ve ilk bakışta "çuvallamaları" mukadder gibidir. ama bilinmesi gerekir ki, bir çaba sarfetmiyor olsaydık "doyamazdık" ve hiçbir şeyi edinemezdik. başka bir deyişle acquiescentia bir çabaya karşılıktır, kendiliğinden gelen bir durum değildir. ama bu aynı zamanda "yatışmadır" da... çünkü her çaba kendi maksimum sürekliliğini garantileyecek bir düzende ve dünyada yaşamayı istemek yönündedir (genellikle böyle olmaz, ama hep bunu isteriz). bu "ruh dinginliği" hali galiba ta baştan beri spinoza'nın hedefidir ve kullandığımız bu kavramın başka bir ifadesidir.

hemen farkedebileceğimiz bir şey, "mutluluk" sorununun basitçe diğer sorunlar arasında bir sorun olmakla kalmadığı, her şeyi bir yana bıraktığımız esas sorun olduğudur. gerçekten de mutluluk yalnızca olağan düşüncenin değil, birçok felsefenin de kabul ettiği gibi çevresinden dolanamayacağınız, ya da dolaşırken "en yüksek mutluluk" (tanrı vesaireyle birlikte) gibi bir terkiple katlanılabilir hale getirmek zorunda olduğunuz bir haldir. bu demektir ki, bir özne veriliyse onun mutluluğunun nihai bir değer olarak kabul edilmesi a priori bir gerçeklik gibidir. o kadar ki mutluluğun zıddı da yok gibidir: birisini mutsuz etmek ancak sizin aynı oranda bu durumdan mutluluk duyabilmeniz sayesinde mümkün hale gelir.

acquiescentia ilk başta mutluluğun sürekliliği gibi düşünülebilir. oysa spinoza çok kolay gösteriyor ki öyle değildir —çok basit bir nedenle: sürebilmesi için önce mutluluğun olması gerekir. o halde spinoza'nın ahlak felsefesi basit ve yalın bir "hazcılık" (hedonizm) olarak düşünülmemeli. başka bir deyişle doyumlarımızın peşinde koşuşturup durdukça, "hayata yapıştıkça" mutlu filan olmuyoruz, olsa olsa mutluluğun yerine koyduğumuz birtakım hazların gergin ve belirsiz dünyasında yaşayıp gidiyoruz. ama spinoza'nın ahlak anlayışı diğer kutupta da değildir —yani tam anlamıyla rasyonel, hazlar ve arzuların doyurulması yönünde mutlak bir iradeye dayanan bir ahlak da sunmaz bize. spinoza tutkular üstünde mutlak bir hakimiyetin (irade diyorlar buna) asla kurulamayacağının iyice farkındaydı. peki o zaman rasyonalizmle tutkular arasında gidip gelen bir belirsizliği mi veri almalıyız? kısmen, çünkü çoğu insanın olağan günlük hayatı bu durumdadır. ama etik açısından tümüyle farklı bir durum söz konusudur: spinoza hiçbir zaman tutkuları reddetmeye kalkışmadı, çünkü böyle bir irade zaten asla mümkün olamazdı. o halde bütün etik sevinç duygularını yaşamaya, kederli duyguları ise azaltmaya yönelik olmalıydı.

acquiescentia: spinoza sevinçli ve neşeli duyguların filozofu olarak bilinir ve bu yüzden de suçlanır... çünkü karşıtları sevinçli duyguların insanları ve oluşturdukları toplumları kuvvetlendirdiğini, onları kolay kolay "yönetilmez" kıldığını da bilirler. şimdilik "memnuniyet" diye —geçici olarak— tercüme etmeyi sürdüreceğim acquiescentia terimi ilk kez descartes tarafından "kendi halinden memnun olmak" anlamında kullanılmıştı.

syf. 83—85

ulus baker
yüzeybilim fragmanlar

i̇letişim yayınları
scolie

her şeyin doğru olarak tanrısal tabiatın zorunluluğundan çıktığını bilen ve tabiatın ezeli kanunları ve kurallarına göre bu sonuca ulaşan kimse, şüphesiz kin, alay etme, ya da küçümsemeyi hak eden hiçbir şey bulmayacak ve hiç kimse için acıma duymayacaktır: fakat insani erdemin elverdiği kadar, denildiği gibi, iyilik yapmaya, sevinç içinde bulunmaya çalışacaktır. buna şu noktayı da katmalı ki, kolayca acıma duygusu duyan ve başkasının gözyaşları ve sefaletinden üzülen kimse, çoğu kere, sonradan pişman olacağı şeyler yapar; bir yandan gerçi kesinlikle iyi olduğunu bilmemiz gereken bir duygulanışla hiçbir şey yapmıyoruz, öte yandan sahte gözyaşlarından kolayca aldanmış bulunuyoruz. ve ben burada açıkça, akıl düsturuna göre yaşayan insandan söz ediyorum. başkalarının yardımına koşmak için ne akılla ne acıma ile hareket etmeyen kimseye*, doğrusu, insanca davranmayan (inhumain) kimse denir, zira o hiç de insana benzer görünmüyor.

*) türkçe'de iki olumsuz yan yana gelince onları ifade eden olumsuz, olumlu şekilde yazılırsa da, yaygın yanlışlığa uyuyoruz.

syf. 236—

benedictus (baruch) spinoza
etika

türkçesi: hilmi ziya ülken
dost kitabevi yayınları
beşinci bölüm

haklı mıdır, haksız mıdır,
bilemem tüm bu kanunlar;
ama zindanda bizler biliriz,
kaya gibidir bu duvarlar;
bir gün burada bir sene kadar uzundur,
öyle bir sene ki, günleri uzadıkça uzar.

i̇lk i̇nsan katlettiği gün kardeşini
keder dolu dünya dönmeye başladı,
ve bilirim ki, o günden beri
i̇nsanın i̇nsana koyduğu tüm kanunlar,
tıpkı bir meşum rüzgâr gibi,
taneyi savurup, samanı tutar.

ve şunu da bilirim,
ve herkes bilsin isterim,
i̇nsan eliyle yapılan her bir hapishane
utanç tuğlalarıyla örülmüştür,
i̇nsanın insana yaptığını i̇sa görmesin diye
demir parmaklıklarla sarılmıştır.

parmaklıklar bulandırır zarif mehtabı
ve karartır bereketli güneşi:
ve nihayet saklar o cehennemi,
çünkü orada yapılanlar şeyleri
görmemeli ne tanrı'nın oğlu,
ne de insanoğlu!

en adi işler de, zehir gibi, zıkkım gibi,
büyür, serpilir bu zindanlarda:
i̇yiliktir i̇nsanın içindeki
sararıp solan tek şey burada:
bir soluk cefa tutar kapıları,
keder olur tek gardiyan.

kimsesiz çocukları bile aç bırakırlar
gece gündüz ağlayana kadar:
zayıfa kamçı, güçlüye kırbaç vururlar,
i̇htiyarları maskara ederler,
kimi delirir, ama herkes geberir,
yine de bir söz söyleyemezler.

yattığımız her bir dar hücre
kara, kaba birer keneftir,
dipdiri ölümün o kokuşmuş nefesi
durmaz, boğar bu kafesten sahneyi,
şehvet'ten başka her şey, en sonunda
toza döner i̇nsanlık'ın çarkında.

i̇çtiğimiz acı sularda
bir kara balçık yüzer,
tozla, toprakla yoğurulur
tartıp da verdikleri acı ekmekler,
uyku ise duramaz, divane gibi gezer
ve geçen zaman'a daima sitem eder.

bir cılız kıtlık, bir ham hararet,
boğuşur iki yılan gibi,
kimse bunu dert etmez gerçi,
çünkü asıl titreten ve öldüren şey
gece vaktinde kalbimizin dönüşmesidir
gündüz vakti taşıdığımız taşlara.

kalbimizde zifiri karanlık,
hücremizde alaca karanlık,
kazma savurduk, kürek salladık,
hepimiz kendi cehennemimizde kaldık,
sessizlik kaçar gider uzaklara,
kalırız küstah çan sesleriyle baş başa.

asla bir insan sesi duyulmaz,
bir güzel söz olsun söylenmez:
kapıdan sürekli bizi izler
gaddar, merhametsiz gözler:
her şeyi unuturuz, çürüdükçe çürürüz,
ruhumuz ayrı, bedenimiz ayrı kokuşur.

paslanır hayat'ın zincirleri sayemizde
biz, alçalmış ve yapayalnız bir halde:
kimi küfürler eder, kimi ağlar sessizce,
hiç sesini çıkarmaz kimileri de:
ama yaradan'ın ebedi kanunları müşfiktir
yumuşatır taş kesilmiş kalbi bile.

zindan hücresinde veya avlusunda,
yumuşayan her insan kalbi,
o kırık sandık gibidir sanki
efendimiz'e veren tüm hazinesini
ve donatan en pahalı kokular ile
pis bir cüzzamlının evini bile.

ah! ne mutlu kalbi yumuşayanlara
ve sonunda bağışlananlara!
i̇nsan başka türlü nasıl yolunu bulabilir
ve ruhunu günah'tan arındırabilir?
efendimiz nasıl girebilir ruha
kırık kalplerin çatlaklarından başka?

o ise şişmiş, morarmış boynuyla
ve keskin bakan, kapkara gözleriyle,
hırsız'ı cennet'e götüren
o mukaddes elleri bekler;
çünkü efendimiz asla hor görmez
kırık, tövbekâr kalpleri.

allar giyen adam hükme vardığında
üç hafta ömür verdi o zavallıya,
sadece üç hafta, arınabilsin diye
ruhundaki bitmeyen kavgadan,
ve bıçağı savuran elleri
temizlensin diye her damla kandan

gözünden yaş yerine akan kanla
temizledi çeliğe sarılmış elini:
çünkü kanı ancak kan temizleyebilir,
yaraları da ancak gözyaşı sarabilirdi:
kabil'den yadigar o kızıl leke ise
dönüşürdü i̇sa'nın kar beyaz mührüne.

syf. 52-60

oscar wilde
reading zindanı baladı

türkçesi: piyale pervez
her şey büyüyüp güçlenecek yine bir gün:
sular dalga dalga hep, karalar düzgün,
ağaçlar kocaman, duvarlar küçücüktür;
vadilerdeyse güçlü, çok yönlü, görürsün
bir çobanlar ve çiftçiler soyu büyür.

yok artık kiliseler, tanrı'yı kuşatan
kaçkın kuşatır gibi, sonra çığlıklar atan
bir tutsak ve yaralı hayvanmış gibi tanrı
artık bütün evler açıktır her gelene
ve her yerde bir özveri geniş alabildiğine
belirler aramızdaki davranışları.

beklemek yok artık, bakıp durmak öteye;
ölümün bile hakkını vermek özlemine
yer var ancak; ve elleri yadırgamasın diye
bizi, bilmeye dünyayı bütün bütüne.

syf. 47—

rainer maria rilke
seçilmiş şiirler & duino ağıtları

türkçesi: a. turan oflazoğlu
i̇z yayınları

her şey büyüyüp:
(saatler kitabı’ndan)
gökanlam

rauf mutluay’a

iii

sen buzul mavi, sen kaç yılın aynalı dolapları
kırılan bardakları elbiselerin ve çocukları
lekesiz gözleriyle ne kadar maviyse o kadar hiç konuşmadıkları
sen buzul, sen devamlı, sen..
yaklaş bana, kimse hiçbir yere dokunmasın
bana sessizlik et, düğümle saçlarımı
çözülsün bu kartopları, gece yanan fırınlar, içimin sayıları
akıt kanımı biraz, kimse hiçbir şey söylemesin
kimse artık hiçbir şey söylemesin
bana yalnızlık et, birleştir yalnızları
sen buzul, sen devamlı, sen..
sen kaç yılın aynalı dolapları.

kim bilir neydi biraz bir yüzü dünyadan çıkardıkları
bir şeyi hiç sevmedikleri, sevince tekrarladıkları
yani bir yaşam gibi yaşattıkları ölümü, korunamadıkları
dökül artık, çözül artık ve akıt bütün kanları
büyüt en büyük şeyi
bize yalnızlık et, birleştir yalnızları
yeni bir kan ol, getir en yeni anlamları
bomboşuz, korkuyoruz da.. bunu anlatmak için şehirde bayram vardı
öyküler vardı dergilerde, beyaz fareler, cansıkıntıları
bir gün ki şehir yandı, şimdi hiçbir şey anlatılmasın
artık hiçbir şey anlatılmasın
denilsin, soğumuş ceylanların ateşten dilleri kaldı.

sen kaldın, bir de sen ey buzul mavi
bizi bul, bizi yarat, bize güzellik et şimdi
bomboşuz, korkuyoruz da.. ve kemikleri bunlar gökyüzünün
altında öyle tedirgin ilk çocukları ölümün.

syf. 294-

edip cansever
yerçekimli karanfil (toplu şiirleri -i)

adam yayınları, 1982
demokratik bir toplumda her yurttaşın adalet ilkelerine ilişkin kendi yorumundan ve buna uygun davranıştan sorumlu olduğu kabul edilir. bu ilkelerin, ahlâki olarak daima uymakla yükümlü olduğumuz, yasal ya da toplumsal olarak kabul edilmiş bir yorumu olamaz. böyle bir yorumu anayasa mahkemesi ya da parlamento da yapsa durum değişmez. gerçekte her anayasal kurum -yasama, yürütme ve yargı- anayasa ve onu oluşturan politik ideallerle ilgili kendi yorumlarını yapmaktadır. mahkemeler her özel durumda son sözü söyleme hakkına sahip olsalar da, bunların anayasayı başka şekilde yorumlamaya zorlayacak güçlü politik etkilere karşı bağışıklığa sahip oldukları iddia edilemez. mahkeme mantıklı olarak gerekçelendirilmiş bir yorum sunar, ancak bu yorumun kalıcı olması, yurttaşların çoğunluğundan kabul görmesine bağlıdır. en yüksek başvuru mercii, yasama, yürütme ya da yargı değil kamuoyudur. ve sivil itaatsizlik özellikle bu organa başvurur. yurttaşların adalet tasarımları arasında pratik olarak yeterli bir uyum mevcutsa ve sivil itaatsizliğe başvurma hakkına saygı gösteriliyorsa anarşi tehlikesi yoktur. i̇nsanların bu tür bir anlayış birliğine ulaşabilmeleri ve temel politik özgürlükler var olmaya devam ettiği sürece bunun sınırlarına özen göstermeleri, demokratik devlet anlayışına içkin olan bir varsayımdır. bir konuda bilimsel olarak uzlaşamama tehlikesinin sürekli mevcudiyeti gibi, ayrımın ortaya çıkması tehlikesi de her zaman mevcuttur. ancak, haklı taleplere dayalı sivil itaatsizlik iç barışı tehdit etmeye başlarsa, bunun sorumlusu protestocular değil, iktidarlarını kötüye kullanarak böyle bir direnişin ortaya çıkmasına neden olanlardır. çünkü devletin baskı aygıtının adil olmayan kurumları ayakta tutmak için devreye sokulması bir haksız şiddet biçimidir ve insanların işte o zaman direnme hakları vardır.

s.75—

john rawls
sivil i̇taatsizliğin tanımı ve haklılığı

hannah arendt
ronald dworkin
jürgen habermas
johan galtung
martin luther king
john rawls
hans saner
henry david thoreau

kamu vicdanına çağrı:
sivil i̇taatsizlik

türkçesi: yakup coşar
ayrıntı yayınları
katherine mansfield, erken yaşta gelen ölümünden kısa süre önce, tüm dinsel refereransların dışında, bir acı anlayışı geliştirir ve bu sayede yaşamına tamamen egemen olmayı başarır. şöyle diyor: "boyun eğmek gerekir. direnme. kabul et! acını hayatının bir parçası yap. yaşamda, gerçekten kabul ettiğimiz her şey dönüşüme uğrar. böylece acı bir sevgi olmalıdır. i̇şin sırrı burada yatar. kişisel aşktan daha büyük bir aşka geçmem gerekir... şimdi yüreği sökülmüş birine benziyorum ama dayan! maddi dünyada da manevi dünyada da acı sonsuza kadar sürmez... acı onarmıyorsa eğer, ben o hale getirmek istiyorum onu."*

k. mansfield, daha bireysel bir tavır içinde, eski bir yahudi-hıristiyan geleneğine dayansa da, acısını, kendisine empoze ettiği anlam aracılığıyla denetleme iradesine sahip olabilmek için büyük çaba harcıyor.

s.61—

david le breton
acının antropolojisi

türkçesi: i̇smail yerguz
sel yayınları

* k. mansfield, le journal, agy. s.316-317
"buraya gelen o herifin konuşması baldan tatlıydı. gitmeniz şart, dedi. benim suçum değil, dedi. ben ona, peki kimin suçu diye sordum. gidip onun canına okuyayım dedim. buranın sahibi shawnee tarım ve et şirketi. ben onlardan emir aldım. kim bu tarım ve et şirketi? kimse değil! bir şirket. deli olur insan. karşısına dikileceğin kimse yok ortada. bura halkının çoğu, kızacak birini aramaktan usandı... ama ben öyle yapmadım. ben hepsine birden kızdım. kalıyorum."

s. 59—

john steinbeck
gazap üzümleri

türkçesi: belkıs dişbudak
sel yayınları, 2015
— bana emir verildi. buradan gitmenizi söylememizi istediler.

— kendi toprağımı terk mi edeceğim yani?

— beni suçlama. bu benim suçum değil.

— kimin suçu?

— toprağın sahibi kim biliyorsun. shawnee tarım ve hayvancılık.

— o da kim?

— kimse. bu bir şirket.

— bir başkanları yok mu? tüfeğin ne işe yaradığını bilen biri yok mu?

— var, ama bu onun da suçu değil. ona da ne yapacağını banka söylüyor.

— peki, banka nerede?

— tulsa’da. bankayı ne yapacaksınız ki? orada da sadece bir müdür var. o da ona verilen emirleri yerine getirmeye çalışmaktan delirmek üzere.

— peki, öyleyse kimi vuracağız biz?

— bilmiyorum kardeş, bilseydim söylerdim. kimi suçlayacağımı bilmiyorum.

— beni iyi dinle bayım. kimse beni toprağımdan atamaz. büyük babam bu toprakları 70 sene önce aldı ve babam burada doğdu. biz burada doğduk ve bazılarımız burada öldüler.

00:13:56 — 00:14:56

gazap üzümleri (1940)
john steinbeck

yönetmen: john ford
00:00:50
i̇nsanlarla olan ilişkilerimizde, temelde onların karakter ve davranışlarını tartışır ve değerlendiririz. i̇şte bu yüzden, bu sözde ilişkilerin tümünden kendimi geri çektim.

bu benim yaşlılık günlerimi daha da yalnız kıldı. hayatım çalışmakla geçti ve buna müteşekkirim.

(hayatım) ekmek ve tereyağ için yorulmadan çalışmakla başladı...

00:01:27
...ve bilim aşkıyla sona erdi.

ingmar bergman
yaban çilekleri (1957)
açık bir kitap, gecedir de.
nedendir bilmem, söylediğim bu söz beni ağlatıyor.

umutsuzluğa karşın yine de yazmak. hayır: umutsuzluk içinde yazmak. hangi umutsuzluk olduğunu bilmiyorum. yazılı olandan önce gelenin yanında yazmak, her zaman o yazılanı bozmaktır. yine de bunu kabullenmek gerekir. başarısızlığı bozmak, bir başka kitaba, aynı kitabın bir başka olası biçimine dönmektir.

evin içinde bu kendimi yitiriş hiç de gönüllü olmadı. "yılın her günü bu evin içinde kapalı kalacağım." demiyordum. o duruma gelmiş değildim, bunu söylemek yanlış olur. alışveriş etmeye, kahvelere gidiyordum. ama aynı zamanda da buradaydım. kasaba ve ev aynı şey. ve masa, göle karşı. ve siyah mürekkep. ve beyaz kağıt da aynı şey. ama kitaplara gelince, hayır, orada birden iş değişiyor, onlar aynı şey değil.

benden önce bu evde hiç kimse yazmamış. belediye başkanına sordum, komşulara, bakkala çakkala sordum. hayır, hiç kimse, hiçbir zaman yazmamış. bu evde daha önce oturanların adları öğrenebilmek için versailles'a sık sık telefon ettim. oturmuş olanların soyadlarını, adlarını ve yaptığı işleri belirten listede hiç yazar yoktu. oysa bu adların hepsi, yazar adı olabilirdi. hepsi. ama değil. buralarda oturanların çiftliklerine verdikleri aile adlarıydı. toprakta bulduklarım da almanların bıraktığı çöplerdi. ev, alman subaylarınca işgal edilmişti. onların çöp sepetleriyse deliklerdi, toprağa açılmış delikler. bir sürü istiridye kabuğu vardı, pahalı yiyeceklerin kutuları, özellikle kaz ciğeri ve havyar kutuları. ve bir sürü kırık tabak çanak. hepsini attırdım. tabak çanakların dışında; kuşkusuz sèvres yapımıydı bunlar, üstlerindeki desenler bozulmamıştı. ve mavileri, çocuklarımızdan bazılarının gözlerinin masum mavisiydi.

bir kitap bittiğinde -yazılan bir kitap, demek istiyorum- ve siz bu bitmiş kitabı okuduğunuzda onun, sizin yazdığınız bir kitap olduğunu da, içinde neler yazılmış olduğunu da söyleyemezsiniz artık; tüm varlığınıza sinen bir bulgunun ya da iflasın neden olduğu hangi umutsuzluk ya da hangi mutluluk için yazıldığını söyleyemezsiniz. çünkü sonunda, kitabın sonunda, böyle bir şey bulamazsınız. yazı, bir bakıma tekdüzedir, uslanmıştır. bitirilmiş, basılıp dağıtılmış bir kitapta artık hiçbir şey olup bitmez. ve bu kitap, dünyaya gelişinin çözülemez masumluğuna erişir.

s. 28-30

marguerite duras
yazmak

türkçesi: aykut derman
can yayınları
gerçek olduğumu hissetmem için birinin bana ulaşmasını bekliyordum.

gerçek olup, bunu tekrarlamak istiyordum.

"gerçek" demekle neyi kastediyorsun?

bir insanın çıkardığı sesi duymak ve bu sesin sahibinin en az o ses kadar güzel olduğunu bilmek.

birinin dudaklarına dokunmak ve saniyenin binde biri kadar sürede dudakların birine ait olduğunu bilmek.

01:41:35

ingmar bergman
yüz yüze (face to face)

1976
1977

yaşamlarımız hep yanlış. bir bireyin topluma ihtiyacı yoktur, bireye ihtiyacı olan toplumdur. toplum bir savunma mekanizması, bir çeşit oto korunmadır. birey, sürüde yaşayan hayvan gibi değil, kendi yalnızlığında, doğaya, hayvanlara ve bitkilere yakın, onlarla ilişki halinde yaşamalı.

s.169—

"kendimizi yaşamımızı bozan ve mahveden o boş merak duygusundan kurtarmalıyız; her şeyden önce içimizdeki, kalplerimizin yeni olan her şeyin peşine takılıp gitmesini, güncelin ardından koşmasını sağlayan ve bunun sonucunda da hep kuşku içinde olup bize yarın ne olacak endişesini veren o inatçı eğilimi söküp atmalıyız.

aksi halde, hiçbir zaman huzura kavuşamaz ya da iyi olamazsınız, elinize kalan sadece hayal kırıklığı ve ani tepkiler olur. tüm bu dünyaya ilişkin zevklerin huzurlu yuvamızın eşiğinde darmadağın olmasım istiyor musunuz? eğer istiyorsanız, o halde atın ruhunuzdan dünyaya ilişkin olayları ve son yenilik kırıntılarından doğan o huzur vermeyen tutkuları. kapatın kapımızı dışarıdaki tüm gürültüye ve olan bitenin yankılarına. eğer buna da tatmin edici bir çözümünüz varsa, hafif edebiyata dayanmak gibi, o da aynı gürültünün yalnızca yazılı biçimidir, başka bir şey değil."

s.179—

andrey tarkovski
zaman zaman i̇çinde
günlükler, 1970—1986

türkçesi: seda kervanoğlu
afa yayınları
terziler geldiler. kırılmış büyük şeylere benzeyen şeylerle
daha çok koyu renklere ve daha çok ilişkilere
bir kenti korkutan ve utandıran şeylerle.
kumaşlar bulundu ve uyuyan kediler okşandı. sonra
sonsuz çalgısı sevinçsizliğin.
çay içmeye gidenler vardı akşamüstü, parklara gidenler de
duruma uymak kısaltıyordu günlerini artamayan eksilmeyen bir hüzünle...

yorgun ve solgundular, kumaşları buldular, kenti doldurdular
o çelenk onbin yıllıktı, taşıyıp getirdiler
ölülerini gömmüşlerdi, kalabalıktılar, tozlarını silkmediler
bütün caddeler boşaldı, herkes yol verdi,

"tanrıtanır kadınlar ve cumhuriyetçiler
piyangocular, çiçek satın alanlar,
balıkçılar ağlarını, paraketelerini, ırıplarını, oltalarını
zokalarını, çevirmelerini ve kepçelerini topladılar.
sigaralarını yere atıp söndürdüler sigara içenler."

bir şey vardı ısınmaz kalın kumaşların altında, kesip biçtiler
patron çıkardılar, karşılaştırdılar,
katlanılmaz bir uykunun sonunu kesip biçtiler
şarkılara başladılar ölmüş bir at için
makaslarını bırakmadılar
bekleniyorlardı.

"ey artık ölmüş olan at! -dediler-
ne güzeldi senin çılgınlığın, ne ulaşılırdı!
sen açardın,
otuzüçbin at türünün tek kaynağıydın sen!

tüylerin karaparlaktı. koşumların,
-kokulu yağlarla ovulup parlatılan-
nasıl yakışırdı sağrılarına ve göke.

göke bir ululuk katardı sonsuz biçimin, at!
toynaklarını liflerle ovardık
senin karaya boyanırdı koşuşun
uyandırırdı bütün karaları ve denizleri.
çılgın kişnemeni duyardık sonsuzun yanıbaşından
ne güzel gözlerin vardı kara at!
binlerce kişi,
-çocuklar, kadınlar, erkekler görkemli yahut
darmadağın giysileriyle herkes
körler ve cüzzamlılar,
bütün kutsal kitaplar kalabalığı,
ermişler, kargışlılar ve günahlılar
gebe kadınlar, vâz edenler
ve dondurmacılar ve at cambazları ve
tecimenler ve kıralcılar ve gemicilerle
tanrıtanımazlar ve tefeciler ve
yalvaçlar...-
ormanlardan ve kıyılardan ve kıraç yerlerden gelmiş
senin mutlu ovanı doldurup
haykırırlardı.
büyük sesler içinde sen, geçerdin..."

terziler geldiler. bu güneşler odaların dışındaydı artık.
herkes titrek ve sabırsız, titrek ve sabırsız evlerinde
gazeteler yazmadı, dükkânlar dönemindeydik
yüzlerce odalarda yüzlerce terziler, pencerelerini kapadılar
parmakları uzun, kurusolgun yüzleri sararmış, eskimiş durmaktan

yitik saat köstekleri, titrek ve sabırsız yorgun bacakları
her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler
beğenip gülümsediler.

"ey artık ölmüş olan at! -dediler-
senin eyerin ne güzeldi.
dişi keçi derisinden, ofir altınıyla süslü
nasıl yaraşırdı belinin soylu çukurluğuna
seninle öteleri ansırdık.
öteler, baklanın ve pancarın duyarlığı
kedinin varlığı erişilmez kişilik
güneşli bir damda
i̇çimizden gemiler kaldırırdın,
suyunu büyük şölenlerle tazelerdik
bayramımızdın. kuburlukların
bütün kişniş ve badem doluydu.
şimdi dar dünya
ölümün büyük hızı kesildi."

terziler geldiler. ateş ve kan getirmediler.
hüzünleri kan ve ateşti ama. uğultulu bir şey
ekspresler garlarda kaldı, ilâçlar çıldırdılar
kenti bir baştan bir başa dolaştım, tıs yok
bütün odalara dağıldılar. sürahiler tozlu, pabuçlar kurumuş
yerlerde kırpıntılar,

"oyulmuş yakalar, kolevlerinden arta kalanlar
vatka pamukları, verevine şeritler, kopçalar,
düğmeler, ilikler
iplik döjküntüleri, kumaş parçaları,
karanlık akşamüstleri ve sabahlar,
dükkân tabelâları, kartvizitler..."

kasıklarına kadar çıkmış, en ufak bir ölüm bile yok.
tarafsız bir aşk çağlıyordu onların solgunluğunda
mutfaklarını kilitlediler, büyük atsı giysiler kestiler,

"ey artık ölmüş olan at! -dediler-
koşuşun büyütürdü dünyayı senin!
sen nasıl da koşardın.
biz güneyde yatardık, sen koşardın
hangi at güzelse ondan da güzeldin
kuyruğun parlak savruluşuyla bölerdi
bir karaya göğü
ve yüceltirdi, ince bezekli kuskununu.
gemin güzel sesler çıkarırdı güzel
ağzında,
herkesi sevinçle haykırtan.
başın yaraşırdı düşüncemize ve
gözlerine saygıyla bakardık..."

terziler geldiler. durgunluktu o dökük saçık giyindikleri
yarım kalmışlardı. tamamlanmadılar. toplu odalarını sevdiler.
ölümü hüzünle geçmişlerdi, ateşe tapardılar.
kent eşiklerindeydi, ağlayışını duydular
kestiler, biçtiler, dikmediler ve gitmediler,
iğnelerine iplik geçirip beklediler;

"ey artık ölmüş olan at! -dediler-
en güzeli oydu işte, yüzünün
savaşla ilişkisi.
boydanboya bir karşıkoyma, denge
ve istekli bir azalma. onu bilirdik.
o ağaç senin kanınla beslenirdi,
hepimizi besleyen.
bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız
senin karşında,
alışveriniş, alfabenin, iplik döküntülerinin ve
her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği..."

s.223-227
terziler geldiler

turgut uyar
büyük saat

yky
kitabın dilimize kazandırılan hâlinden iki örnek sunacağım ve kendi dilinde nerede duruyor onu da ekleyeceğim. (dört kuartet)’de önüme gelen çeviriye ilgi duymazken, başka bir kitabın atıfta bulunmasıyla birlikte dizeler yaşamaya başlıyor.

“ve bütün araştırmalarımızın sonu
yola çıktığımız yere varmak
ve orayı ilk kez tanımak olacaktır.”

s.155-
little gidding v

t.s. eliot
çorak ülke, dört kuartet ve başka şiirler

türkçesi: suphi aytimur
adam yayınları, 1990

***

“and the end of all our exploring
will be to arrive where we started
and know the place for the first time.”

s.30-
little gidding
(no.4 of ‘four quartets’)

t.s. eliot

***

“ve tüm keşfin sonu başladığımız yere dönmekle olacak
ve o yeri ilk defa tanımakla”

t. s. eliot,
the four quartets

s.308-

robert levine
zamanın coğrafyası

türkçesi: özgür umut hoşafçı
maya kitap
"veririm ama sadece hak edenlere" dersiniz sık sık. ne meyve bahçenizdeki ağaçlar böyle der ne de çayırlarınızdaki sürüler. onlar yaşayabilmek için verir; çünkü vermekten kaçınmak yok olmaktır.

s.11

***

bir hayvanı öldürdüğünüz zaman gönlünüzde ona deyin ki: "seni öldüren o güç beni de öldürendir ve ben de tükenip gideceğim. çünkü seni benim elime teslim eden yasa, beni de daha güçlü bir ele teslim edecek. senin kanın ve benim kanım cennet ağacını besleyen özsudan başka bir şey değildir."

s.13

***

şarabınızı koyduğunuz şu tas, çömlekçinin fırınında pişirilen tasın ta kendisi değil mi? ruhunuzu yatıştıran şu lavta, bıçaklarla oyulmuş ağacın ta kendisi değil midir?

s.16

***

güzellik var mı, yüreği ağaç ve taştan yaratılmış şeylerden alıp kutsal dağa götüren? söyleyin bana, evlerinizde bunlar var mı?

s.18

***

nasıl tek bir yaprak bile sararmazsa bütün ağacın sessiz bilgisi olmadan, kusur işleyen de hepinizin gizli iradesi dışında kusur işleyemez.

s.22

***

eğer aranızda doğruluk adına cezalandıracak ve kötü ağaca baltayı vuracak olan varsa, köklerine baksın ağacın. gerçekte iyi ile kötünün, meyve veren ile vermeyenin köklerini sarmaş dolaş görecektir toprağın sessiz bağrında.

s.23

halil cibran
ermiş

türkçesi: ayşe berktay
türkiye i̇ş bankası kültür yayınları, 2015
ⓘ kabadayılığın şiiri, bulanık bir ışıkla sarılıdır. süprüntüler, büyük kentin kahramanlarını mı temsil eder? yoksa kahraman, eseri için bu malzemeyi kullanan bir şair midir? modernizmin kuramı, iki olasılığa da yer verir. ancak yaşlanmakta olan baudelaire, “les plaintes d’un icare” adlı, geç dönem ürünü bir şiirinde, artık gençliğinde aralarında kahramanlar aramış olduğu insanlarla aynı duyguları paylaşmadığını sezdirir.

(mutludur fahişelere âşık olan,
doyuma ermiş ve özgürdür;
bana gelince, kırılmış kollarım bütünüyle
yukardan geçen bulutlara sarılmaktan.)

charles baudelaire,
les plaintes d’un icare

walter benjamin,
pasajlar s.174

türkçesi: ahmet cemal
(bkz:yky), 1993
2.

tekrar söylüyorum
öğretmezsen öğrenemem
tekrar söylüyorum bir son var
son defanın bile sonu
yalvarmanın son seferi
sevmenin son seferi
rol yapmayı bilmemeyi bilmenin
söylemenin son seferinin bile bir sonu var
beni sevmezsen sevilemem
seni sevmezsem sevemem

bayat sözlerin yayığı gene kalpte
eski lavabo pompasından aşk aşk aşk diye fışkıran ses
dövüle dövüle kesilmiş sütün suyu
değiştirilmesi imkânsız sözcükler

korkutuyor gene
sevmemek
sevmek ve seni değil
seviliyor olmak ve senin tarafından değil
rol yapmayı
rol yapmayı bilmemeyi bilmek

ben ve seni sevecek olan diğerleri
severlerse seni

s.91-

samuel beckett
yankının kemikleri

türkçesi: suat kemal angı
periferi yayınları
bu ânın öncesinde ve sonrasında relling hep aynı karakter, sahnede müthiş sözler söyleyen adam. hatta relling'in bu repliklerinden bir tanesi norveç edebiyatının en ölümsüz cümlelerinden biri sayılıyor: "bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz."

s.9-

dag solstad
mahcubiyet ve haysiyet

türkçesi: banu gürsaler syvertsen
yky
relling - haa, unutmadan şunu da söyleyeyim bay werle, ideal yabancı bir sözcüktür, niçin bu yabancı sözcüğü kullanıyorsunuz hep? ne güzel bir karşılığı var bizim dilimizde: yalan.

gregers - bu iki sözcüğün birbiriyle ilgisi var mı sizce?

relling - hem nasıl! tifüsle humma gibi.

gregers - hjalmar'ı sizin pençenizden kurtarmadıkça rahat edemeyeceğim, doktor relling.

relling - onun için bir yıkım olurdu. sıradan bir insanın kendini inandırdığı yalanı çekip alın elinden, mutluluğunu yok edersiniz.

s.143-

henrik ibsen
yaban ördeği

cumhuriyet dünya klasikleri
türkçesi: faruk ersöz