tipasa’da düğün – tabutmag forum
pelinotu çiğnemekle, yıkıntıları okşamakla, solumamı dünyanın gürültülü iç çekişlerine uydurmaya çalışmakla ne çok zaman geçirmişim! yabanıl kokular ve uyuklayan böceklerin ezgileri içine gömülmüş durumda, gözlerimi ve yüreğimi ağzına dek sıcakla dolmuş olan bu göğün dayanılmaz büyüklüğüne açıyorum. olduğumuz şey olmak, kendi derin ölçümüzü bulmak o kadar da kolay değil. ama chenoua’nın sağlam sırtına baktıkça şaşırtıcı bir kesinlik yüreğimi yatıştırıyordu. soluk almayı öğreniyor, bütünleşiyor, gerçekleşiyordum. tepeleri birbiri ardından tırmanıyordum; her biri bir ödül saklıyordu bana; sütunları güneşin dolaşımını ölçen, önünden tüm köy, ak ve pembe duvarları ve yeşil verandaları görünen şu tapınak gibi. bir de doğudaki tepede bulunan şu bazilika gibi: duvarları kalmış ve çevresinde büyük bir bölüm içinde yeni çıkarılmış taş gömütler sıralanmakta; çokları topraktan ancak çıkarılmış, onun birer parçasını oluşturmaktalar daha. bir zamanlar ölüleri saklamışlar içlerinde; şimdi adaçayları ve turpotları boy vermiş. aziz salsa bazilikası hıristiyan; ama bir açıklıktan baktığımız her seferde, bize dek ulaşan dünyanın ezgisi: çam ve servi ağaçları dikili tepecikler ya da yaklaşık yirmi metre ötede ak ak kabaran deniz. aziz salsa’yı taşıyan tepe dorukta düz ve revaklar arasından yel daha geniş esiyor. sabah güneşinin altında, uzamda ağır ağır büyük bir mutluluk salınmakta.

söylenlere gereksinim duyanlar ne zavallı. burada tanrılar, günlerin koşusu içinde yatak ve belirleme noktası işlevi görür. betimler ve şöyle derim: “i̇şte kırmızısı, işte mavisi, işte yeşili. bu deniz, bu dağ, bunlar da çiçek.” burnumun altında sakızağacı toplarını ezmekten hoşlandığımı söylemek için dionysos’tan söz etmeme ne gerek var? daha sonra kendiliğimden düşüneceğim şu eski övgü şiiri demeter’e mi yönelik: “yeryüzünde bunları görmüş olan canlıya ne mutlu.” görmek, ve bu yeryüzünün üstünde görmek, ders nasıl unutulur? eleusis mysterion’larında, gözleme dalmak yetiyordu.

burada, dünyaya ne kadar yaklaşsam az geleceğini biliyorum. çıplak olmam, sonra da hâlâ toprağın özlerinin güzel kokuları içinde denize dalmak, berikini ötekinde yıkamak, toprakla denizin öylesine uzun zamandır dudak dudağa, özlemle beklediği kucaklayışı derimin üstünde düğümlemem gerek. suya girdiğimde, soğuk ve saydamsız bir macunun sarması ve yükselmesi, sonra burun akıntılı, ağız acı, kulaklar uğultulu dalış –yüzme, sularla parlayan kolların güneşte altın rengine girmek üzere denizden çıkışı ve tüm kasların bükülmesiyle yeniden inişi; bedenimin üstünde suyun koşusu, bacaklarımın suya böyle gümbürtüyle egemen oluşu– ve çevren(*) yokluğu. kıyıda, kumlar üstüne düşüş, et ve kemik ağırlığıma dönmüş, güneşten şaşkın durumda, kendimi dünyaya bırakış, arada bir kollarıma bakış, kuru deri bölümlerinde, suyun kaymasıyla, sarı tüylerin ve tuz tozlarının belirmesi.

mutluluk denilen şeyi burada anlıyorum: ölçüsüzce sevme hakkı. bir tek aşk var bu dünyada. bir kadın bedenine sarılmak, aynı zamanda gökten denize inen şu garip sevinci bağrına basmaktır. az sonra, güzel kokularını bedenime sindirmek için pelinotlarının arasına atıldığım zaman, tüm önyargılara karşın, güneşin gerçeği olan, ileride de ölümümün gerçeği olacak olan bir gerçeği gerçekleştirdiğimin bilincine varacağım. bu anlamda, yaşamımı, denizin ve şimdi şarkıya başlayan ağustosböceklerinin iç çekişleriyle dolu, sıcak taş tadında bir yaşamı oynuyorum burada. esinti serin ve gök mavi. bu yaşamı vazgeçişle seviyor ve ondan özgürce söz etmek istiyorum: bana insan koşulumun gururunu veriyor. oysa, sık sık söylediler bana: bunda gururlanacak bir şey yok. hayır, var: bu güneş, bu deniz, gençliğinden hoplayan yüreğim, tuz tadında bedenim ve sevgiyle mutluluğun sarıyla mavide karşı karşıya geldiği uçsuz bucaksız dekor. gücümü ve kaynaklarımı işte bunu fethetmek için kullanmalıyım. burada her şey el değmemiş durumda bırakıyor beni, kendimden hiçbir şey bırakmıyorum, hiçbir maskeye bürünmüyorum. yaşamanın güç bilimini sabırla öğrenmem yeter, bu bilim onların tüm yaşama sanatlarına değer.