malte laurids brigge’nin notları – tabutmag forum
“eskiden insan biliyordu (ya da belki de seziyordu) ki, meyvenin çekirdeğini taşıması gibi, ölümü kendi içinde taşımaktır.”

***

“dedem ihtiyar mabeyinci bridge’nin, kendi içinde bir ölüm taşıdığı görülüyordu.”

***

“mabeyinci’nin bütün bir yaşamı boyunca kendi içinde taşıdığı ve kendi gövdesiyle beslediği berbat, muazzam bir ölümdü. sakin, rahat günlerinde harcayamadığı gurur, irade ve hükmetme fazlalıklarının hepsi ölümüne geçmişti; ölümü, ulsgaard’a yerleşmiş, bütün bunları delicesine tüketiyordu.

mabeyinci bridge, kendisinden bundan başka bir ölümle ölmesini isteyene kim bilir nasıl bakardı? o, kendi ağır ölümünü öldü.”

***

“çocukluğum için tanrı’ya yakardım, işte geri geldi çocukluğum ve öyle hissediyorum ki, çocukluk, eskiden nasılsa yine öyle ağır ve hiçbir şeye yaramamış yaşlanmak.”

rainer maria rilke
malte laurids brigge’nin notları
çeviri: behçet necatigil
Gürültüler bunlar. Ama burada daha korkunç bir şey var: sessizlik. Büyük yangınlarda bir an gelir ki, gerginlik son noktaya gelmiştir; sular fışkırtılarak boca edilir itfaiye erleri artık tırmanmaz olur, kıpırdamaz kimse. Yukarıda kara bir saçak öne doğru kaykılır, arkasında koskoca bir alev, yüksek bir duvar sessizce eğilir. Durur herkes omuzlar kalkık, yüzler göz kesilmiş, korkunç yıkılışı beklemektedirler. Buradaki sessizlik de böyle.

Görmeyi öğreniyorum. Bilmiyorum neden, her şey içimde daha derinlere işliyor, her zamankinden daha derinlere. Bir içdünyam varmış da bilmezmişim. Her şey şimdi oraya gidiyor. Orada neler olup bittiğini bilmiyorum.

Bugün bir mektup yazdım, yazarken, buraya geleli ancak üç hafta oldu, diye düşündüm. Başka bir yerde, diyelim kırda, köyde üç hafta bir gün gibi geçerdi, oysa yıllardır buradayım sanki. Mektup da yazmayacağım artık. Başkasına değiştiğimi söyleyip de ne olacak ki? Değişiyorsam, eski halimde kalmıyorum demektir; eski ben olmaktan çıkınca da belli ki tanıyanlar kalmamıştır beni. Yabancılara, beni tanımayanlara hiç yazabilir miyim?

Bilmem söyledim mi? Görmeyi öğreniyorum. Evet, başlıyorum. Henüz beceremiyorum. Ama elden geldiğince, zamandan yararlanmak istiyorum.

syf•10—11

Rainer Maria Rilke
Malte Laurids Brigge’nin Notları

Türkçesi: Behçet Necatigil
Can Yayınları
Yalnızlardan söz etmemiz insanlardan fazla anlayış beklemektir. İnsanlar, neden söz ettiğimizi anlarlar sanıyoruz. Hayır, anlamazlar. Bir yalnızı görmemişlerdir asla; ondan, tanımaksızın nefret etmişlerdir yalnızca. İnsanlar, onu tüketen komşular olmuşlardır; bitişik odanın, onu baştan çıkaran sesleri olmuşlardır. İnsanlar, patırtı etsinler, onun sesini boğsunlar diye, eşyaları ona karşı kışkırtmışlardır. Narinliği ve çocuk oluşu yüzünden çocuklar, ona karşı birleşmişler ve o her büyüyüşünde, yetişkinlerin inadına büyümüştür. Bir av hayvanı gibi barınağını sezmişler ve uzun gençliği sürekli bir takip altında geçmiştir. Güçten kesilmeyip de ellerinden kaçtıkça, yaptığı şeylere bağırmışlar, çirkin deyip kötülemişlerdir yaptıklarını. Ve o, bunlara kulak asmadı mı biraz daha ortaya çıkmışlar, yiyeceğini bitirmişler, teneffüs edeceği havayı tüketmişler ve iğrensin diye yoksulluğuna tükürmüşlerdir. Bulaşıcı hastalığı olan biri gibi adını kötüye çıkarmışlar, daha çabuk kaçıp gitsin diye ardından taşlar atmışlardır. Ve yıllanmış içgüdülerinde haklıydılar gerçekten: O, gerçekten düşmanlarıydı çünkü.

Fakat sonra, o başını kaldırıp da bakmayınca akılları başlarına gelmiştir. Bütün yaptıklarının, onun canına minnet olduğunu anlamışlar; yalnızlık kararında onu desteklediklerini ve kendilerinden sonsuza kadar uzaklaşması için ona yardımda bulunduklarını fark etmişlerdir. Ve şimdi birdenbire değişmişlerdir ve sonuncuya, en son çareye, öbür mukavemete, şöhrete başvurmuşlardır. Ve bu gürültü üzerine hemen her yalnız, başını kaldırıp bakmış ve zihni dağılmıştır.

Bu gece yine o ufak, yeşil kitabı hatırladım, çocukken bu kitap benimdi herhalde; bilmem, aslında Mathilde Brahe'nin olduğunu hayal edişimin nedeni ne?

Elime geçtiği zaman beni ilgilendirmemişti, ancak birkaç sene sonra, galiba Ulsgaard'da bir tatil zamanı okudum. Ama benim için önemi ilk andan başlamıştı. Baştan başa anlamlıydı, dıştan bakınca bile. Kabının yeşili bir anlam taşıyor, insan derhal içinin de, açınca göreceği gibi oluşunu doğal buluyordu. Sanki sözleşilmiş gibi, önce o cilalı ve beyaz içinde beyaz filigranlı boş sayfa ile daha sonra, size pek garip görünen baş sayfayla karşılaşıyordunuz. İçinde resimler var, diyesiniz geliyordu, öyle görünüyordu; ama hiç resim yoktu ve adeta istemeyerek bunun da normal bir şey olduğunu kabul etmek zorunda kalıyordunuz. Belli bir yerde, yıpranmış ve bir parça eğri konmuş, hâlâ gülpembe olmanın masum güveniyle sizi duygulandıran, Tanrı bilir ne zamandan beri hep aynı sayfalar arasında, ensiz sayfa şeridini bulmakla biraz ferahlıyordunuz. Şerit belki hiç kullanılmamıştı ve ciltçi, bakıp etmeden, çabuk ve hamarat, kıvırıp onu oraya koyuvermişti.

Ama bu bir rastlantı değildi belki de. Olabilir ki birisi, okumasını orada kesmiş, sonra bir daha hiç okumamıştı; onu meşgul etmek için kader, o anda kapısını çalmış; sonunda ne de olsa hayatın kendisi olmayan bütün kitaplardan uzağa düşmüştü. Kitabın okunmasına devam edilip edilmediği anlaşılmıyordu. Bu sayfa tekrar tekrar açılabilsin diye de konmuş olabilirdi; belki gerçekten de böyle olmuştu, zaman zaman gecenin geç saatlerinde bile olsa. Her neyse, bu iki sayfa karşısında, önünde biri duran bir ayna karşısındaymış gibi ürküyordum. Bu sayfaları okumadım asla. Bütün kitabı okuyup okumadığımı da bilmiyorum zaten. Kalın değildi pek; ama hele ikindiüstleri, içinde bir yığın hikâye olurdu; içinde insan her zaman hiç bilmediği bir hikâye bulurdu.

Yalnızca ikisini hâlâ hatırlarım. Söyleyeyim hangileri:

Grigori Otrepyev'in* ölümü ve Cesur Charles'ın** sonu.

O zamanlar bunun beni etkileyip etkilemediğini Tanrı bilir. Ama şimdi, bunca yıl sonra, sahte Çar'ın cesedinin kalabalığa fırlatılıp atılışı ve paramparça, delik deşik, yüzünde bir maske, üç gün o halde kalışı sahnelerini hatırlıyorum. Ufak kitabın, günün birinde yine elime geçmesi ihtimali yok tabii. Ama oraları ilginç olmalıdır. Çar'ın anne ile karşılaşması sahnesini de yeniden okumak isterdim. Ana Çariçe'yi Moskova'ya getirttiği sırada Çar, kendine pek güveniyordu herhalde; o sırada kendine öyle inanmıştı ki, gerçekten kendi annesini çağırdığını sanıyordu bence. Hem, o yoksul manastırdan kalkıp hızlı hızlı menziller alarak gelen Marya Nagoi de, kabul ettiği takdirde zaten her şeyi kazanacak değil miydi? Ama acaba sahte Çar'ın kararsızlığı, kadının, kendisi için, evet oğlumdur, demesiyle başlamadı mı? Başka bir kişiliğe geçmesindeki kuvvet, kimsenin oğlu olmamaktaydı, görüşünü kabule yatkınım ben.

(Bu, başını alıp gitmiş bütün genç adamların kuvvetidir aslında.)***

*— Rus tarihinde Korkunç Ivan lakaplı IV. Ivan'ın (1534-1584) ölümünden sonra karışıklık devri başlar. 1605'te Polonyalılar, IV. Ivan'ın 1591'de esrarengiz biçimde ölen en küçük oğlu Dmitri olduğu iddiasıyla Sandomir Voyvodası Minszek'in kızı Marina ile evli olan Grigori Otrepyev'i Moskova'ya gönderirler. Asıl Dmitri'nin annesi olan Marya Nagoi, uzak bir yerden getirilerek yüzleştirilir ve bu sahte Dmitri'nin kendi oğlu olduğunu ikrar eder. Sahte Dmitri, kısa bir saltanattan sonra, asilzadelerden Vasili Şuyski'nin başkanlığındaki bir isyanda öldürülür. (Ç.N.)

**— Burgonya düküydü (1467-1477), gözü pek yüksekte olduğu için her tarafta kuşku uyandırıyordu. İmparator Maximilian'a, kızı Maria'yı teklif ederek kral unvanını kazanmak istiyordu. 1476'da Fransa Kralı XI. Louis, Avusturyalı Sigismund ve İsviçreliler Charles'a karşı birleştiler. 1477'de Nancy yakınında yapılan muharebede öldü. Hikâyesi 148. sayfada “Şimdi düşünüyorum da,” diye başlayan kısımda anlatılıyor. Portekiz kanı taşıdığından söz edilmesinin nedeni, annesinin Portekizli oluşudur. (Ç.N.)

***— Müsveddede kenara yazılı. (Y.N.)

syf•146—148

Rainer Maria Rilke
Malte Laurids Brigge’nin Notları

Türkçesi: Behçet Necatigil
Can Yayınları


———

İnsan yalnızlıktan söz ettiğinde aslında hep daha fazlasını istemektedir. İnsanların neden bahsettiğimizi anlayacağını sanıyoruz. Oysa anlamazlar. Hiç yalnız birini görmemişlerdir. Sadece onu tanımadan nefret etmişlerdir. İnsanlar, onu yiyip bitiren komşuları olmuşlardır; onu baştan çıkaran yan odadaki seslerdir onlar yalnızca. O sese karşılık gürültü yapmak ve onu boğmak istemişlerdir. Hassas ve çocuk olduğu için çocuklar ona karşı birleşmişlerdir ve büyüdükçe yetişkinlerin inadına büyümüştür. Onu bir av hayvanı gibi saklandığı yere kadar takip etmişler ve bulmuşlardır. Av yasağı olmadığı için de gençliği böyle geçmiştir. Kuvvetini toparlayıp ellerinden kaçtıkça ona bağırmışlar ve bu yaptığının kötü bir şey olduğunu söyleyip onu suçlamışlardır. Ve eğer o bunları dinlemediyse daha açığa çıkmışlar, yiyeceğini yemişler, havasını solumuşlar ve iğrensin diye yoksulluğunun içine tükürmüşlerdir. Sanki bulaşıcı bir hastalığa yakalanmış biri gibi onu itibarsızlaştırmışlar ve daha çabuk uzaklaşsın diye ona taş atmışlardır. Ve bu hiç değişmez içgüdülerinde de haklıydılar: Çünkü o gerçekten düşmanlarıydı.

Ancak sonra, o başını kaldırmayınca akılları başlarına geldi. Tüm bu yapılanlarla onun isteklerini yerine getirdiklerini anlamışlardı. Yalnızlık kararını desteklemişler ve kendilerinden sonsuza dek uzaklaşmasına yardım etmişlerdi. Ve şimdi de dönüş yapıp sonuncuyu, en son çareyi, diğer direnci kullanmışlardı. Yani şöhreti. Bu gürültü karşısında neredeyse herkes başını kaldırıp bakmış ve dikkati dağılmıştı.

Bu gece yine çocukken sahip olduğum küçük, yeşil kitabı hatırladım. Peki ya neden onun Mathilde Brahe'den geldiğine dair bir kanı vardı içimde, bilinmez. Elime geçtiğinde nereden geldiğinin benim için bir önemi yoktu. Birkaç yıl sonra, sanırım Ulsgaard'da tatildeyken okudum. Fakat ilk andan itibaren benim için önemliydi. Baştan sona ilgimi çekmişti hatta dıştan baktığımda bile. Kapağının yeşili bir anlam ifade ediyordu, içinin de kapağı gibi anlam yüklü olacağını anlıyordunuz. Sanki bu konuda anlaşılmış gibi önce o pürüzsüz, beyaz üzerine beyaz filigranlı boş sayfa ile ve daha sonra da, size tuhaf görünen başlık sayfasıyla karşılaşıyordunuz. İçinde resimler varmış gibi geliyordu ama yoktu; yalnızca öyle görünüyordu. İstemeyerek de olsa bunun bir sorun olmadığını kabul etmek zorundaydınız.

Belli bir yerde dar bir kitap ayracıyla karşılaşıyorsunuz; yıpranmış, biraz eğrik ama hâlâ pembemsi rengini korumuş olması güven vericiydi; Tanrı bilir ne zamandan beri bu sayfalar arasındaydı. Bu ayraç belki de hiç kullanılmamıştı ve ciltçi onu önemsemeden hızla ve özenle kıvırıp araya sokuşturmuştu.

Ama belki de bu bir tesadüf değildi. Birisi tam orada okumayı bırakmış da olabilirdi. O an onu meşgul etmek için kader kapısını çalmış, onu hayatın kendisi olmayan tüm kitaplardan uzaklaştırmıştı. Kitabın devamının okunup okunmadığını söylemek zordu. Bu sayfa tekrar tekrar açılabilsin diye de bu ayraç konulmuş olabilirdi; bazen gecenin geç saatlerinde de olsa o sayfaya dönmek istenebilirdi. Her hâlükârda önünde birinin durduğu bir ayna gibi bu iki sayfa karşısında olmak beni korkutuyordu. Bu sayfaları hiç okumadım. Kitabın tamamını okuyup okumadığımı da hatırlamıyorum. Pek kalın bir şey değildi ama içinde pek çok hikâye bulunuyordu, özellikle de öğleden sonraları. İnsan içinde hep, hiç bilmediği bir hikâyeyle karşılaşıyordu.

Sadece ikisini hatırlıyorum. Hangileri olduğunu söyleyeyim: Grigori Otrepyev'in* ölümü ve Cesur Charles'in** sonu. O zamanlar beni etkileyip etkilemediğini Tanrı bilir. Ama şimdi, aradan geçen bunca yılın ardından, sahte Çar'ın cesedinin nasıl kalabalığın içine fırlatıldığını ve parçalanmış, delik deşik edilmiş hâlde, yüzünde bir maskeyle üç gün boyunca öyle nasıl durduğunu hatırlıyorum. Elbette o küçük kitabın günün birinde tekrar elime geçme ihtimalini düşünmemiştim. Ama o bölümleri oldukça ilgi çekiciydi. Ayrıca Çar'ın annesiyle karşılaştığı anı da yeniden okumak isterdim. Onu Moskova'ya getirttiği zaman büyük ihtimalle Çar, kendine çok güveniyordu. Hatta o zamanlar kendine o kadar inanmıştı ki gerçekten de annesini çağırdığını düşünüyordu. O fakir manastırdan çıkıp da hızlı bir şekilde yol alan Marya Nagoi de, kabul ederse zaten her şeyi kazanmayacak mıydı? Ama Çar'ın güvensizliği, kadının onun oğlu olduğunu kabul etmesiyle başlamamış mıydı? Onun bu dönüşümündeki güç, kimsenin oğlu olmamasından kaynaklıydı, diye düşünüyorum ben.

*— I. Dmitri İvanoviç; gerçek ismi Grigori Bogdanoviç Otrepyev'dir. Moskova Knezliği tahtında hak iddia etmiş ve ölümüne kadar yaklaşık bir yıl boyunca I. Dmitri olarak hüküm sürmüştür. Sanıldığı gibi Rurik soyundan gelmemektedir. Tarihçiler tarafından Düzmece Dmitri olarak anılır. Düzmece Dmitri, asilzadelerden Vasili Şuyski'nin başkanlığındaki bir isyanda öldürülür. (ç.n.)

**— Burgonya'nın Valois Hanedanı'nın son düküdür. Burgonya'nın Fransa'dan bağımsız bir krallık olmasını istemiş ve askerî mücadele içine girmiştir. Bunun sonucunda İsviçre paralı askerleri tarafından Nancy Savaşı'nda öldürülmüştür. (ç.n.)

[Dipnot] (Bu sonuçta çekip gitmiş tüm genç adamların gücüydü.)

syf•137—140

Rainer Maria Rilke
Malte Laurids Brigge’nin Notları

Türkçesi: Melinda Andonyan
Kapı Yayınları


———


Münzevilerden bahsedildiğinde, beklentiler hep çok yüksek olur. Bu insanların her konuyu bildikleri düşünülür. Hayır, bilmezler. Onlar hayatlarında hiçbir münzevi görmemişlerdir. Onu tanımadan ondan nefret etmişler. Onlar, onu tüketen komşuları ve onu sınayan yan odadaki sesler oldular yalnızca. Gürültü çıkarmaları ve onun sesini aşmaları için etraftaki eşyaları kışkırttılar. Kendisi de narin bir çocuk gibi olduğundan, ona karşı birleştiler ve her büyümesi yetişkinlere karşı oldu. Onun izini, avlanacak bir hayvan gibi sığınağına kadar aradılar. Bitmek bilmeyen gençlik yıllarında korunmasızdı. Ve o tükenmeyip kaçmayı başarınca, ondan kaynaklananları bağırarak onu çirkinlikle suçladılar.

Ve bütün bunları duymazdan geldiğinde, yemeğini yiyerek, nefesini keserek, ondan tiksinene kadar yoksulluğuna tükürerek, daha açık davranmaya başladılar. Ona bulaşıcı hastalığı olduğuna dair iftira attılar ve daha hızlı uzaklaşması için onu taşlayarak kovaladılar. Ve eski içgüdülerinde haklıydılar: Çünkü o gerçekten de onların düşmanıydı.

Ama sonra o onlara aldırmayınca akılları başlarına geldi. Bu şekilde davranarak onun isteklerine cevap verdiklerini, onun yalnızlığını desteklediklerini ve kendilerinden kopması için ona yardım ettiklerini anladılar. Şimdi döndüler ve ellerindeki son koz olan diğer direnişi kullandılar: Şöhreti. Bu gürültüye hemen herkes ilgi gösterdi ve eğlendirildi.

Bu gece, çocukken bir zamanlar sahip olduğumu
düşündüğüm o küçük yeşil kitap aklıma geldi. Ve nedenini bilmesem de onu Mathilde Brahe'den aldığımı düşündüm. Bana verildiğinde bu konuyla ilgilenmedim ve kitabı yıllar sonra, sanıyorum Ulsgaard'daki tatilde okudum. Ama benim için ilk andan itibaren önemliydi. Dıştan bakıldığında da, içerik olarak da referans doluydu.

Cildinin yeşil renginin bir manası vardı ve içinin de olması gerektiği gibi olduğu hemen anlaşılıyordu. Sözlenmiş gibi önce beyaz hareli o düz önsöz sayfası, sonra da esrarengiz gözüken başlık sayfası vardı. İçerisinde resimler varmış gibi gözüküyordu ama yoktu ve insan ister istemez bunu da uygun bulup kabul ediyordu.

Tanrı bilir ne zamandan beri, aynı sayfaların arasında bir yerlerde duran, şeklini biraz kaybetmiş, eskimiş ama hâlâ pembeliğini koruma özgüveniyle duygulandıran o ayraç ipini bulmak, her şeyi az da olsa telafi ediyordu. Belki de hiç kullanılmamıştı ve ciltçi onu, çok dikkat etmeden, aceleyle ve gayretli bir şekilde içine öylece kıvırmıştı. Ama belki de bu bir tesadüf değildi. Birisinin okumayı sonsuza dek orada bırakmış olma ihtimali vardı. Kaderin o anda onun kapısını çalıp, sonuçta hayatın vazgeçilmezi olmayan bütün kitaplardan çok uzaklara gidecek kadar onu meşgul etmiş olma ihtimali. Kitabın geri kalanının okunup okunmadığı da anlaşılmıyordu. Belki de önemli olan bu sayfanın tekrar tekrar açılmasıydı ve gecenin geç saatlerinde de olsa bunun gerçekleşmiş olması da düşünülmeliydi. Ne olursa olsun ben o iki sayfadan, önünde birisi duran bir aynadan çekindiğim gibi çekiniyordum. Onları asla okumadım. Kitabın tamamını okuyup okumadığımı bile bilmiyorum. Çok ağır değildi ama özellikle öğleden sonraları içinde bir dolu hikâye vardı: o zamanlarda hep bilinmeyen bir hikâyesi oluyordu.

Ben sadece iki tanesini hatırlıyorum. Hangileri olduğunu söyleyeyim: Grişa Otrepyov'un Sonu ve Cesur Karl'ın Düşüşü.

O zamanlar beni etkileyip etkilemediğini Tanrı bilir. Ama şimdi, bu kadar yıl sonra, sahte çarın parçalanmış ve delik deşik cesedinin yüzünde bir maskeyle kalabalığın arasına atılıp, üç gün orada bırakılmasıyla ilgili tasviri hatırlıyorum. Bu küçük kitabın bir daha elime geçme ihtimali yok tabii. Ama o yer ilginç olmalı. Anneyle buluşmasının nasıl geçtiğini tekrar okumak isterdim. Onu yanına Moskova'ya çağırdığına göre çar kendini gayet güvende hissetmiş olmalıydı. Hatta eminim, annesini araması gerektiğine inanacak kadar kendisine inanıyordu. Hızlı günübirlik seyahatleriyle yoksul manastırından gelen Marie Nagoi, onayladığında hep kazanıyordu. Ama acaba çarın güvensizliği, tam da Marie Nagoi'un onu tanımasıyla mı başlamıştı? Çarın değişimindeki gücün, kimsenin oğlu olmamasına dayandığını düşünmekten kendimi alıkoyamıyorum.

(Sonuçta, evden giden tüm gençler gücünü buradan alırlar.)*

*— El yazmasında kenara not olarak yazılmıştır. (y.h.n.)

syf•158—161

Rainer Maria Rilke
Malte Laurids Brigge’nin Notları

Türkçesi: Figen Sile Kösebay
Ayrıntı Yayınları


———


WHEN We speak of hermits, we take too much for granted. We imagine that people know something about them. No, they do not. They have never seen a solitary; they have simply hated him without knowing him. They have been his neighbours who made use of him; they have been the voices in an adjoining room that tempted him. They have incited things against him, that they made a great noise and drowned his voice. Children have been in league against him because he was tender and a child, and as he grew, the stronger grew his opposition to grown people. They tracked him to his hiding place, like a hunted beast, and his long youth had no closed season. And when he did not sink exhausted, but escaped, they decried what had come forth from him, and called it ugly and cast suspicion upon it. And, when he paid no heed, they came out into the open and ate away his food, breathed his air and spat upon his poverty so that it became repugnant to him. They denounced him, as one stricken with contagious disease, and cast stones at him to make him depart more quickly. And they were right in their ancient instinct: for he was in truth their foe.

But, then, when he never raised his eyes, they began to reflect. They suspected that with all this they had simply done what he desired, that they had been fortifying him in his solitude and helping him to cut himself off from them for ever. And now they changed their tactics, and used against him the final weapon, the deadliest of all, the opposite mode of attack fame. And at this noise he has almost every time looked up and been distraught.

TONIGHT there has come to my mind once more the little green book which I must have once possessed when I was a child, and I do not know why I imagine it came from Mathilde Brahe. It did not interest me when I got it, and it was not until several years later, I believe, during my holidays at Ulsgaard, that I read it. But important it was to me from the very first moment. It was charged with meaning through and through, even externally considered. The green of its binding meant something, and one saw at once that its contents would be what they were. As if by pre-arrangement, there came first that smooth fly-leaf, watered-white on white, and then the title-page which had an air of mystery. It looked as if there miglit well have been illustrations in it; but there were none, and one had to admit, almost reluctantly, that this, too, was just as it ought to be. There was some little compensation for this disappointment in finding, at a particular passage, a narrow book-mark, which, friable and a little awry, pathetic in its confidence that it was still rose-coloured, had lain since Heaven knows when between the same two pages. Perhaps it had never been used, and the book-binder had carefully and busily bound it in without looking at it closely. But possibly its position was not accidental. It may be that someone ceased reading at that point, who never read again; that fate at that moment knocked at his door so to engage him that he came far from all books, which after all are not life. It was impossible to tell whether the book had been read further. But it might also have been simply that the book had been opened and read again and again at this passage, and that this reading had taken place often, even if sometimes not until late at night. In any case I felt a certain shyness before those two pages, such as one feels before a mirror in front of which someone is standing. I never read them. I do not even know whether I read the whole book through. It was not very large, but there were a great number of stories in it; especially of an afternoon, when there was always one you had not yet read.

I remember only two of them. I will tell which they were: The End of Grishka Otrepioff, and The Downfall of Charles the Bold.

God knows whether it impressed me at the time; but now, after so many years, I recall the description of how the corpse of the false czar had been thrown among the crowd and lay there three days, stabbed and mangled, with a mask on its face. There is, of course, not the least prospect that the little book will ever come into my hands again. But this passage must have been remarkable. I should also like to read over again how the encounter with his mother took place.

He must have felt very sure of himself, since he commanded her to come to Moscow. I am even convinced that his belief in himself was so strong at that period, that he really thought he was summoning his mother. And this Maria Nagoi, who arrived from her mean convent by rapid day journeys, had, after all, everything to gain by assenting. But did not his uncertainty begin when she acknowledged him? I am not disinclined to believe that the strength of his transformation consisted in his no longer being the son of anyone in particular.

(This, in the end, is the strength of all young people who have gone away.)

pg•175—178

Rainer Maria Rilke
The Notebook of Malte Laurids Brigge

Translated by: John Linton
The Hogarth Press Ltd.,
London, 1959
Bu vaat hâlâ gerçekleşiyor; günün birinde aynı kitap, kitaplarım arasına, yanımdan hiç ayırmadığım birkaç kitabım arasına karıştı. Bana da her zaman, nereyi istersem oradan açılmakta şimdi; buraları okudukça Bettina’yı mı, yoksa Abelone’yi mi düşünüyorum, belli değil. Hayır, Bettina benim içimde daha gerçek oldu; tanıdığım Abelone, Bettina’ya bir hazırlık gibiydi, ve şimdi benim için Abelone, kendi asıl ve tabii kişiliğimmiş gibi Bettina’da kayboldu. Çünkü bu garip Bettina, bütün o mektuplarıyla genişlikler yarattı, en geniş kişilik oldu. Başlangıçtan beri, sanki ölümünden sonraymış gibi yayılmıştı. Oluşun içine adamakıllı yerleşti; onun bir parçası halinde ve başından geçen şeyler sonsuza kadar vardılar doğada; orada kendini gördü ve adeta acıyla, kendini oradan söküp ayırdı; söylentilerden çıkarır gibi kendini güçlükle yeniden buldu, bir ruhu çağırır gibi kendini çağırdı ve kendine katlandı.

Daha demin vardın, Bettina, seni görüyorum. Toprak hâlâ senden dolayı sıcak değil mi ve kuşlar, senin sesine hâlâ bir yer ayırmıyorlar mı? Şebnem başkalaştı, ama yıldızlar, yine senin gecelerinin yıldızları. Zaten dünya senden gelmiyor mu? Çünkü kaç kez sen bu dünyayı aşkınla tutuşturdun ve onun yanıp tutuştuğunu gördün ve herkes uyurken bu dünyanın yerine gizlice bir başka dünya koydun. Tanrı’nın yarattığı dünyaların hepsine sıra gelsin diye her sabah Tanrı’dan yeni bir dünya dilerken kendini Tanrı’yla bağdaşmış hissediyordun. Bu, dünyayı korumak ve düzeltmek sana zavallıca görünüyordu; onu eskiti­yor ve ellerini hep başka dünya için uzatıyordun. Çünkü senin aşkın her şeye yetişiyordu.

Nasıl olur da herkes, hâlâ senin aşkından söz etmez?

s.160—161

Rainer Maria Rilke
Malte Laurids Brigge’nin Notları

Türkçesi: Behçet Necatigil
Can Yayınları