tabutmag forum – tabutmag, edebiyat, sinema, tiyatro ve görsel sanatlar alanında ilgililere nitelikli ve özgün içerikler sunar.
azizlik ve barbarlık birer istisna, hatta sınır durumlar. gerçek yaşamımızın neredeyse tamamı bu ikisi arasında geçer. sevginin yettiği azizlik anında ya da hukuk ve nezaketin artık yetmediği barbarlık anında olmadığımızda, numaralarla (ikiyüzlülük) ya da daha sıklıkla (kimseyi kandırmaya çalışmadığımızda) gerçek gibi olanlarla yaşarız: ahlaklıymışız gibi yaparız, görgü kuralları ve yasallık denen şey budur; seviyor gibi yaparız, ahlak denen şey budur. bu sevgiden daha az mı iyidir? kuşkusuz. ama barbarlıktan çok daha iyidir! tüze ve nezaket asla kimseyi kurtarmamıştır. suçluluk ve kabalık ise hiç kurtarmamıştır.

tüm ahlaki erdemlerin bir bakıma neden sevgiye benzediği anlaşılmaktadır: çünkü yokluğunda onu taklit etmektedirler, çünkü (eğitim yoluyla) ondan gelmektedirler ya da (taklit, sadakat ya da minnet yoluyla) ona yönelmektedirler. "i̇kiyüzlülük, ahlaksızlığın erdeme gösterdiği saygıdır," der la rochefoucauld. ben de, erdemlerimiz, olmadığı yerde sevgiye, tüze ve nezaket ise, yetmediğinde ahlaka gösterdiğimiz saygıdır, diyeceğim. pascal, düşünceler'de bunu güçlü bir şekilde ifade etmiştir: "i̇nsanın büyüklüğü, dünyevi zevklere olan eğiliminden dahi, hayranlık verici bir yasa çıkarabilmiş ve onu bir sevgi tablosu yapabilmiş olmasıdır." bu yalnızca bir aldatmadır kuşkusuz ama yine de çırılçıplak kinden yeğdir. sevgi, tüze ve nezaketten yeğdir. uygarlık, barbarlıktan iyidir.

s.29-30

andré comte-sponville
cinsellik, aşk ve ölüm

türkçesi: canan özatalay
i̇letişim yayınları
son çağ bazan politik ya da sosyal nedenlerle değerlenmiştir. bazı kişiler -sözgelişi eski çin'de, kadınlar- olgunluk çağının sert şartlarına karşı, yaşlılıkta bir sığınak bulmuşlardır. başkaları ise hayati bir karamsarlıkla yaşlılığa sarılmışlardır: yaşamak tutkusu insana bir felâket kaynağı gibi görünürse, buna bir yarı ölümü tercih etmek çok daha mantıklı olur. fakat insanların çok büyük bir çoğunluğu yaşlılığı hüzün ya da isyan içinde karşılarlar. yaşlılık, ölüm kadar tiksinti uyandırır insanoğlunda.

ve gerçekten de, hayatın karşıtı, ölümden çok yaşlılık olmalıdır. yaşlılık, hayatın alaylı bir benzeridir. ölüm, hayatı bir alın yazısı haline dönüştürür; bir bakıma hayata bir boyut kazandırarak, kurtarır onu: «tıpkı kendisi gibi en sonunda ölümsüzlük onu da değiştirir.» zamanı ortadan kaldırır. şu toprakta açılan çukura gömülen adamın son günleri, diğer günleri gibi gerçekten yoksundur; varoluşu, bölümleri de hiçlik tarafından kavranmış gibi hazır olan bir bütün olmuştur. victor hugo hem 30 yaşındadır, hem de asla 80 yaşına varmamıştır. fakat 80 yaşında iken, yaşanmış şimdiki zaman, geçmişi yokediyordu. bu üstünlük, şimdiki zamanın, eski durumunun bozulmuş şekli ya da yalanlaması oluşu halinde -yani hemen hepsi-, pek hüzün vericidir. sönen bir hayat, eski olaylar, edinilen bilgi, yerini korur: bunların hepsi olup bitmiştir. anılar silinince, alaylı bir gecenin karanlığında batıp giderler: hayat çorap söküğü gibi kayar gider, ihtiyarın elinde sadece şekilsiz birtakım yün parçacıkları bırakır. daha da beteri, içini saran kayıtsızlığın tutkularını, inançlarını, faaliyetlerini inkâr etmesidir: sözgelişi bay de charlus'ün varoluşunun nedeni sayılan aristokratlık gururunu bir şapka darbesiyle yıkışı, arina petrovna'nın nefret ettiği oğluyla barışması gibi. rousseau'nun deyimiyle, boşuna çaba harcandığını, elde edilen sonuçlara hiçbir değer verilmediğini gördükten sonra, bu kadar çalışmak niye?

s.433-434

simone de beauvoir
yaşlılık (son çağı)

türkçesi: m. ali kayabal

i̇kinci kitap, kasım 1970
milliyet yayınları
moda ve görünüş terimleriyle söylenirse, aranan şey güzellik ya da cazibe değil artık; görüntü.

her kişi kendi görüntüsünü arıyor. kendi varoluşunu ileri sürmek artık olanaklı olmadığından, ne var olmayı ne de bakılıyor olmayı dert etmeksizin boy göstermekten başka yapılacak bir şey kalmıyor geriye. varım, buradayım değil; görülüyorum, bir imajım; bak bana, bak! narsisizm bile değil bu; sığ bir dışadönüklük, herkesin kendi görünüşünün menajeri haline geldiği bir tür reklamcı saflığı.

macluhan'ın deyişiyle, hâlâ bakışı ve hayranlığı üzerine çekebilen modanın tam tersine, “görüntü”, özel anlam taşımayan, ayrıksı bir etki yaratan video görüntüsü gibi, dokunmatik ekran görüntüsü gibi bir tür asgari, en az tanımlı imajdır. görüntü, şimdiden moda olmaktan çıkmış, modayı aşmış bir biçimdir. artık bir fark mantığı bile değildir bu, bir farklılıklar oyunu değildir, farklılığa inanmaksızın farklılık süsü verir.

farksızlıktır bu. kendi olmak, geçici ve yarını olmayan bir başarıdır, yapmacıksız bir dünyada tadı kaçmış bir yapmacıklık haline gelmiştir.

s.27—

jean baudrillard
kötülüğün şeffaflığı
aşırı fenomenler üzerine bir deneme

türkçesi: emel abora, işık ergüden
ayrıntı yayınları
cezaevinde ece ayhan tarafından ilhan berk’e yazılmış iki mektup: (1969)

7 ocak 69*

girer girmez benimsedim. yadırganası ne var? buradaki insan bir şeyler ister. bir; durumun elverirse, şubat ya da martta, bir elde, iki elde, nasıl olursa işte, orta bir para gönderebilir misin? (ayşe deniz, dolaybağı I anadoluhisarı - ist.) iki; adalet bakanlığında tanıdık varsa, şile için dilekçe verdim, oraya göndersinler, "sürgün"e gitmek uzaklık.

bir yıla yargılıyım, âbisi, olursa 8 ay yatacağız topu. yani temmuz ortası dışardayım. korkma özgürlük incinmiyor.

sinema çalışıyorum.

robinson crusoe okudum.

dörtyüz kardeşiz burada. artıyoruz, azalıyoruz. hepsinden sabah selam ilhan.

edibe hanıma selam.

hoş çakal, hoş tilki. arkadaşlıklar.

***

26 ocak 69

merhaba ilhan,

gecikerek yazdım. hâlâ dışardaymışım gibi.

selam, sabahla başlamalı. oluruna bıraktım gitmeyi kalmayı. ama buradayım şimdilik.

her şey gerçekleşir. kitaplıktayım sanki. bir başkası insan kitaplığı diyebilir.

ne yapayım sinema peşimi bırakmıyor.

sonra müebbetlerle, ebediyenlerle aram iyi. i̇stanbul'a inersen bir gün görüşelim.

anneme, olabilirse, 500 t.l., bir elde, iki elde, şubat ya da mart, gönderebilirsen iyidir. adresi yazmıştım ya, bir daha (ayşe deniz, dolaybağı I, anadoluhisarı - ist.).

arada bir iki kitap dergi olursa ilginç.

bir şeyler vardı, eli kulağındaydı, yayınlıyamadan girdik buraya. şimdi başka şeyler var. şiiri şairlere bırakalım.

imgelemim iskenderiye'de, viktorya koleji'nde bir oğlum'da yazsam
inanır mısın?

sana, edibe hanıma, oğluna selam. hoş tilki.

ece ayhan,
hoşça kal – ilhan berk’e mektuplar

s.7-8
yky
"çocuk, çıplak pencereden serin ve siyah tepelerdeki geceye bakıyordu ve gözleri önünde açılan bu görünümü şaşkınlıkla algılıyordu: puslar üzerinde hareketsiz bir berraklık. karanlıkta hışırdayan yapraklar arasında tepeler beliriyordu. günün tüm izleri, yamaçlar, ağaçlar, üzüm bağları, tepeler üzerinde renksiz ve ölüydü ve yaşam yalnız rüzgar, yalnız gökyüzü, yalnız yapraklar ve yalnız hiçti."

tezer özlü
yaşamın ucuna yolculuk

s.36-
yky
xix

ah! sonsuzluk! sonsuzluk, devasa çukur, derin uçurumlardan, bilinmeyenin en yüksek bölgelerine tırmanan sarmal; hepimizin, içinde, baş dönmesine kapılmış halde dönüp durduğumuz eski fikir, herkesin içinde taşıdığı uçurum, uçsuz bucaksız uçurum, dipsiz uçurum! i̇stediğimiz kadar günler boyu, geceler boyu, endişelere gark olmuş vaziyette kendi kendimize soralım: "nedir bu kelimeler: tanrı, ebediyet, sonsuzluk?" bir ölüm rüzgarı tarafından sürüklenerek bunun içinde dönüp duruyoruz, kasırga tarafından yuvarlanan yapraklar gibi. öyle geliyor ki, sonsuzluk bizi kuşkunun bu devasa beşiğinde sallamaktan o zaman zevk alıyor.

mamafih kendimize hâlâ şöyle diyoruz: "aradan yüzyıllar, binlerce yıl geçtikten sonra, her şey eskimiş olacağı zaman, orada bir sınır taşı olması gerekecek." heyhat! ebediyet önümüzde dikiliyor ve biz ondan korkuyoruz, bu kadar uzun sürmesi gerekecek olan şeyden korkuyoruz, biz ki o kadar az sürüyoruz.

bu kadar uzun!

kuşkusuz, dünya artık olmadığı zaman, o zaman yaşamayı ne çok isterdim, doğasız yaşamayı, insansız, o boşluk ne büyüklüktür! kuşkusuz o zaman, karanlıklar olacak, eskiden dünya olmuş olan biraz yanmış kül, ve belki birkaç damla su, deniz. tanrım! hiçbir şey! sadece boşluk... sadece, enginlikte bir kefen gibi uzanan yokluk.

ebediyet! ebediyet! bu her daim sürecek mi? her daim, sonu gelmeksizin?

ama öte taraftan, kalacak olan, dünyanın kalıntılarının en küçük parçası, ölmekte olan bir yaratılışın son nefesi, boşluğun kendisi bile, var olmaktan bıkmış olacak; her şey mutlak bir yıkımı çağıracak. bu sonu olmayan şey fikri betimizi benzimizi attırıyor, heyhat! ve biz o şeyin içinde olacağız, şu an yaşayan bizler - ve bu enginlik hepimizi yuvarlayacak. ne olacağız? bir hiç olacağız, bir nefes bile değil.

uzun süre, tabutlardaki ölüleri düşündüm, bu halde yerin altında, gürültüyle, homurtularla ve çığlıklarla dolu yerin altında geçirdikleri uzun asırları, onlar ki çürümüş tahtalarının içinde öyle sakindirler ve kasvetli sessizliklerini bazen düşen bir saç veya biraz etin üstünde kayan bir solucan bozar. orada nasıl da uyuyorlar, yatmış halde, sessizce, yerin altında, çiçek bezeli çimenin altında!

mamafih kışın üşüyor olmalılar, karın altında.

ah! o zaman uyansalardı, yeniden yaşamaya başlasalar ve ölü çarşaflarını kaplayan bütün kurumuş gözyaşlarını görselerdi, bütün o boğuk hıçkırıkları, yüzlerdeki bütün bitik ifadeleri, terk ederken ağladıkları bu hayat onları dehşete düşürürdü, ve o kadar sakin ve o kadar gerçek hiçliğin içine geri dönerlerdi.

kuşkusuz insan, kendisine bir kez bile hayatın ve ölümün ne olduğunu sormadan yaşayabilir ve hatta ölebilir; ama yaprakların rüzgarın nefesiyle titreyişine, derelerin çayırlardaki yılankavi akışına, hayatın şeylerin içinde akarken bulanıklaşmasına ve girdaplar oluşturmasına, insanların yaşamalarına, iyilik ve kötülük etmelerine, denizin dalgalarını yuvarlamasına ve gökyüzünün ışıklarını yaymasına bakan ve kendisine: "bu yapraklar neden? su neden akıyor? hayatın kendisi neden bu kadar korkunç bir şelale ve gidip ölümün sınırsız okyanusunda kayboluyor? i̇nsanlar neden yürüyorlar, karınca gibi çalışıyorlar? fırtına neden? gökyüzü neden bu kadar temiz ve yeryüzü bu kadar rezil?", diye soran kişi için –bu sorular, içinden çıkılmayan karanlıklara götürür.

ve kuşku sonra gelir; söylenmeyen ama hissedilen bir şeydir bu. i̇nsan o zaman, kumların içinde kaybolan ve her yerde, onu vahaya götürecek yolu arayan, ve çölden başka bir şey görmeyen yolcu gibi olur. kuşku, hayattır. eylem, söz, doğa, ölüm, bunların hepsinde kuşku!

kuşku, ruhlar için ölümdür; eskimiş ırklara bulaşan bir vebadır, bilimden gelen ve deliliğe sürükleyen bir hastalıktır. delilik mantığın kuşkusudur; hatta belki mantığın kendisidir! i̇steyen kanıtlasın.

s.75-77

gustave flaubert
bir delinin anıları

türkçesi: burak zeybek
sel yayınları
"hepimiz sınıf ayrımlarına sövüp sayarız, ama çok az insan onları cidden ortadan kaldırmak ister. bu noktada, her devrimci düşüncenin gücünün bir bölümünü, hiçbir şeyin değiştirilemeyeceğine olan gizli inançtan alması olgusuna ulaşıyoruz."*

yani orwell, radikallerin devrimci değişim ihtiyacına, aslında değişimin meydana gelmesini engellemesi gereken, yani tam aksini yapması beklenen bir tür batıl simge gibi başvurduğunu söyler - tıpkı kapitalist kültür emperyalizmini eleştiren fakat kendi sahasının lüzumsuz hâle gelmesinden içten içe ödü kopan günümüzün solcu akademisyeni gibi. bu tutum, sigarayı bırakmayı seçtiği takdirde bırakabileceğine inanan sigara tiryakisininkiyle aynıdır: değişim ihtimaline, eyleme dökülmemesini temin etmek için başvurulur. derken "hızlanmacılığa" (accelerationism) varana dek (kapitalizm kendi aşırı gelişimi yüzünden çökeceği için sonuna dek onunla iştigal edelim...) hepsi aynı kapıya çıkan bir dizi strateji çıkar karşımıza. değişim ancak ve ancak çaresizliğe kapıldığımızda ve artık ne yapacağımızı bilmediğimizde eyleme dökülebilir – umutsuzluğun sıfır noktasından geçmemiz gereklidir. özetle, schubert'in winterreise'ının kapanış şarkısı "der leiermann"dakine benzer bir tersine çevirmeyi siyasette de uygulamamız gerekir. i̇lk bakışta bu şarkı, bütün umudunu, yas tutma ve çaresizliğe kapılma yetisini dahi yitirmiş hâlde sokaktaki laternacıya yakaran terk edilmiş âşığın mutlak kederini anlatır. gelgelelim, pek çok yorumcunun tespit ettiği üzere, bu son şarkı aynı zamanda yaklaşan kurtuluşun alameti olarak da yorumlanabilir. çevrimdeki diğer şarkılar kahramanın içine dönük, düşüncelere dalmış hâlini yansıtırken, bu şarkıda kahraman ilk defa dışa döner ve yas tutma yetisini bile yitirmiş ve sadece mekanik, kör hareketlerde bulunan bir başka ümitsiz zavallıyla olsa dahi, başka bir insanla asgari düzeyde bir temas, empatik bir özdeşleşme kurar. ölümünden iki yıl önce, avrupa'nın tamamında devrim olmayacağı netleştiğinde, lenin sosyalizmi tek ülkede inşa etme fikrinin safsata olduğunu bilerek şu noktaya ulaşmıştı:

"peki ya vaziyetin katıksız umutsuzluğu, işçilerin ve köylülerin çabalarını on kat artırmak suretiyle, bize uygarlığın esas gerekliliklerini batı avrupa ülkelerinin yaptığından daha farklı biçimde yaratma imkânı verdiyse?"*

*_ george orwell, wigan i̇skelesi yolu, çev.: levent konca, can yayınları, s. 164.

*_ v. i. lenin, collected works, cilt 33, moskova: progress publishers, 1966, s. 479.

slavoj žižek
umutsuz olma cesareti

türkçesi: ilgın yıldız
eksik parça yayınları
geri düşme ihtimali her zaman var. yapılan her şeyin şeffaf bir biçimde toplumun tamamına hizmet edecek şekilde planlandığı ve anlamsız işlerin yapılmadığı bir dünyada, seve seve günde iki saat asansör operatörü olarak çalışırdım.

-

eğer dünya kişinin yaptığı her şeyin şeffaf bir şekilde toplumun tümüne hizmet ettiği biçimde planlanmış olsaydı ve anlamsız işlerden vazgeçilseydi, günde iki saatimi asansör görevlisi olarak çalışarak geçirmekten mutlu olurdum.

-

if the world were so planned that everything one does served the whole of society in a transparent manner, and senseless activities were abandoned, i would be happy to spend two hours a day working as a lift attendant.

s.20—

theodor w. adorno
max horkheimer

teori ve pratik üzerine bir tartışma (1956)

türkçesi: orhan kılıç // i̇kinci çeviri: ardor-mohr
metis yayınları
vaka 15:
hafıza parçaları.

"auschwitz'te hayatta kalmayı başarmış bir kişi, oradan batıdaki diğer kampa yaptıkları ölüm yürüyüşünü hatırlayabiliyordu ve anlatabiliyordu. o korkunç gecenin olaylarını, buz gibi soğuğu ve geride kalanları bekleyen kesin ölümü tarif edebiliyordu. bütün hikâyeyi anlatacak fırsatı ya da dinleyicisi olmadığı hâlde her şeyi hatırladığından hiç şüphesi yoktu. kısa süre sonra, -tanıkların deneyimleriyle ilgili bir medya programı'nın bir parçası olarak hatırladıklarını ifade edebildi. bu durum, anılarının yalnızca belirli, birbiriyle ilgisiz bölümler ve kopuk parçalardan ibaret olduğunu gösterdi." (krystal ve farms, 2000)

birisi çocukluğunu yalnızca kısmen hatırlayabiliyor ya da hiç hatırlayamıyorsa bu unutulan bölümde travmatik bir deneyim geçirmiş olma olasılığı oldukça yüksektir. bu hafıza boşlukları travma yaşamış kişilerin mahkemelerde güvenilir şahitler olmalarını aşırı derecede zorlaştırmaktadır.

s.113—114

prof. dr. franz ruppert
travma, bağlanma ve aile konstelasyonları

türkçesi: fatma zengin
kaknüs yayınları
demokrasi olduğu şey değildir, benzediği şeydir. ambalaj kültürünün göbeğinde yaşıyoruz. evlilik sözleşmesi aşktan daha önemli, cenaze ölümden, elbise bedenden, ayin tanrıdan daha önemli. ambalaj kültürü içerikleri hor görüyor. söylenen önemli, yapılan değil. köleliğin brezilya'da bir yüzyıldan beri olmadığı varsayılıyor ama brezilyalı çalışanların üçte biri günde bir dolardan az kazanıyor ve sosyal piramit yukarıda beyaz, aşağıda siyah: en zenginler en beyazlar, en yoksullar en siyahlar. köleliğin kaldırılmasından dört yıl sonra, 1892'de, brezilya hükümeti kölelikle ilgili bütün belgelerin, kitapların yakılmasını emretti, köle şirketlerinin bilançolarının, makbuzların, şartnamelerin, kararnamelerin ve her şeyin yakılmasını emretti, sanki kölelik hiç olmamış gibi.

bir şeyin olmaması için, olmadığını açıklamak yeter. 14 haziran 1789'da kral xvi. luis günlüğüne "hiç önemli değil" diye yazdı. guatemala diktatörü manuel estrada cabrera 1902'de santa maria volkanı, lavı ve külleriyle çığ halinde püskürürken ve quetzaltenanago çevresinde yüzden fazla köyü yerle bir ederken ülkenin bütün volkanlarının sakin olduğunu açıkladı. kolombiya meclisi 1905'te birdenbire petrol fışkırmaya başlayan san andrés de sotavento ve diğer bölgelerde yerlilerin bulunmadığını kesin karara bağlayan bir yasayı onadı: olan yerliler yasadışıydı, böylelikle petrol şirketleri onları hiçbir cezaya maruz kalmadan öldürebilir ve topraklarıyla baş başa kalabilirlerdi.

s.110—

eduardo galeano
biz hayır diyoruz
(“hiç önemli değil” dedi kral)

türkçesi: bülent kale
metis yayınları
sen benim canım arkadaşım
gece arka üstü uzanıp otlara
yıldızlara baktığım zaman
kolunda karıncalar geziniyor
alnında oluyor
ellerinde gelecek günlerim
gözlerinde arkadaşlığım
i̇smini bağırıyorum dağa
sen i̇stanbul'dasın diye memnun ağaçlar
sen dünyasın diye rüzgâr esiyor
sen varsın diye insanlar iyi
böcekler yeşil yeşil
böcekler kara kara
karıncalar sevimli
çiçekler burcu burcu.
kime söyleyebilirim senden başka
denizin mavisini
dondurmacının kutusunu
çamların sesini
kime açarım senden başka
"gül bahçe"den
kim ağlar kâğıt helvalarının hikâyesinden
kim iki kahveye saadeti kilitlemiştir.
kim sever o minareyi, yüksekkaldırım'ı,
çingeneleri
alnı hülyalım
önümden insanlar geçiyor
tanıyorum hepsini
ama kim bunlar
niçin koşuyorlar şehre
bu yüzlerindeki rahatlık neden?
ben mesutken de rahat değilim.*

("yeditepe", 1 haziran 1964)

*) şiirin altında, müzedeki müsveddeden kopya edildiği yazılıdır.

s.93—95

* * *

sen i̇stanbul'dasın diye memnun ağaçlar
sen varsın diye insanlar iyi
böcekler yeşil yeşil
karıncalar sevimli
çiçekler burcu burcu
kime söyleyebilirim senden başka
denizin mavisini
dondurmacının kutusunu
çamların sesini
kime açarım senden başka
gül bahçeden
kim anlar kâğıt helvalarının hikâyesinden
kim iki kahvede saadeti kilitlemiştir.
kim sever o ince minareyi, yüksekkaldırım'ı,
çingeneleri

alnı hülyalım
önümden insanlar geçiyor
tanıyorum hepsini
ama kim bunlar
niçin koşuyorlar şehre
bu yüzlerindeki rahatlık neden
ben mesutken bile rahat değilim

("varlık", 15 kasım 1965)

*) bu şiir, bir önceki adsız şiirin yeni bir yazımı olabilir.

s.96—97

sait faik abasıyanık
şimdi sevişme vakti

bilgi yayınları, 1986
oyuluyorum şu masmavi boşluğa
gölgesiz kıpırtısız
yalnızlık sensin.

konuşuyorum kendi kendime odamda
bir portakal suyu iç, ya da içme, ne yaparsan yap
yalnızlık sensin.

bir giden, bir dönen, sonra yeniden giden
şiire dönüşen bir yalnızlıksa bu da
bir sen varsın, ordasın, kısık sesli yalnızlık sözgelimi i̇skenderiye'de bir atlıkarıncada.

(adam sanat, aralık 1985)

edip cansever
gül dönüyor avucumda

s.16—

adam yayınları, 1987
acıma layık değilim. büyük bir laf. acının sadece ben'in temeli, kuşku duyulmaz tek varlıkbilimsel kanıtı olmakla kalmayıp, bütün duygular arasında saygıya en fazla layık duygu olduğu anlamını taşıyor: değerlerin değeri. bu yüzden mişkin acı çeken bütün kadınlara hayran. nastasya filippovna'nın fotoğrafını ilk kez gördüğünde şöyle diyor: "bu kadın çok acı çekmiş olmalı." bizler daha nastasya filippovna'nın kendisini görmeden önce, bu sözcükler bir anda onun yerinin bütün diğerlerinin üstünde olduğunu ortaya koyuyor. mişkin birinci bölümün on beşinci altbölümünde nastasya'ya büyülenmiş bir halde "ben bir hiçim ama siz, siz acı çekmişsiniz," diyor ve o andan itibaren de mahvoluyor.

s.213—

milan kundera
ölümsüzlük

türkçesi: aysel bora
can yayınları, 2002
tanıdığım bir ağaç var
etlik bağlarına yakın
saadetin adını bile duymamış
tanrının işine bakın.

geceyi gündüzü biliyor
dört mevsimi, rüzgârı, karı
ay ışığına bayılıyor
ama kötülemiyor karanlığı.

ona bir kitap vereceğim
rahatını kaçırmak için
bir öğrenegörsün aşkı
ağacı o vakit seyredin.

s. 33—

melih cevdet anday
rahatı kaçan ağaç

adam yayınları, 1996
her birimizin kavraması gereken yaşamsal ve dokunaklı bir gerçek var: türümüze özgü erdemlerden her uzak düşüşümüz, kişinin kendi doğasına karşı işlediği her suç, ayrıcalıksız bilinçaltımızda bir iz bırakır ve kendimizi küçük görmemize neden olur. karen horney bu bilinçdışı algılama ve anımsama eylemini çok yerinde bir anlatım ile "kaydetme" olarak tanımlar. bizi utandıran bir davranışımız hanemize kara bir leke olarak "kaydedilir”; dürüst, güzel ve iyi davranışlarımız ise olumlu birer puan olarak. sonuçta terazinin kefesi bir tarafı gösterir. ya özsaygımız artar ve kendimizi benimseriz ya da küçük görür, aşağı, değersiz ve sevgiden yoksun hissederiz. tanrıbilimciler insanın gücü yetmesine karşın bir şeyi bile bile boşlaması günahına “miskinlik” adını vermişlerdi.

bu bakış açısı freudcu anlayışı yadsımaz. kısa ve öz bir şekilde açıklamak gerekirse, freud bize psikolojinin sayrıl (hastalıklı) yönünü gösterdi ama artık sağlıklı yanını da açığa çıkarmamız gerekiyor. belki de bu sağlık psikolojisi yaşamlarımızı denetleme ve geliştirmemizde, daha iyi insanlar olmamızda bizlere daha çok yardımcı olacaktır. bu yöntem belki de, “hastalıktan nasıl kurtuluruz” diye sormaktan çok daha fazla yarar sağlayacaktır bizlere.

özgür gelişimi nasıl özendirebiliriz? bunun için en uygun eğitim koşulları nelerdir? cinsel mi? ekonomik mi? politik mi? bu tip insanların yaşamlarına uygun bir dünya nasıl olabilir? bu tip insanlar nasıl bir dünya yaratacaklardır? hasta insanlar, hasta bir kültürün ürünleridir. sağlıklı insanlar ise ancak sağlıklı bir kültürde yetişebilir. bununla birlikte, hasta insanların yaşadıkları kültürü daha da bozduğu, sağlıklı insanların ise daha sağlıklı bir kültür yarattığı da bir gerçektir. birey sağlığını geliştirmek daha iyi bir dünya yaratmanın yollarından biridir. diğer bir deyişle, kişisel gelişimin özendirilme olasılığı yüksektir; var olan nevrotik belirtilerin yardım olmadan sağaltılabilme olasılığı ise daha düşüktür. bir insanın daha dürüst olmayı seçmesi, kendi takıntı ve saplantılarını sağaltmaya çalışmasından çok daha kolaydır.

s.10—11

abraham maslow
i̇nsan olmanın psikolojisi

türkçesi: okhan gündüz
kuraldışı yayınları
bilmemek, hatırlama, yalnızlık, yabancılaşma, yurtsuzluk, bellek ve unutuş üzerine...

23

hayır, günlükte politikaya hiçbir ima yok. dönemden hiçbir iz yok, belki sadece, geri plandaki duygusal aşk idealiyle, komünizmin ilk yıllarındaki püritanizm dışında. josef, bakir çocuğun bir itirafına takılıyor: bir kızın göğsünü okşamaya kolayca cesaret edebilmektedir, ama kalçalarına dokunabilmesi için kendi utangaçlığını yenmesi gerekmektedir. ayrıntıya önem veriyor: “dünkü buluşmada d.'nin kalçasına ancak iki defa dokunmaya cesaret edebildim."

kalçalar onu ürkütmektedir, ama duygulara da bir o kadar açtır: "beni aşkına inandırdı, birleşme vaadi benim zaferim..." (açıkçası, birleşme aşka dair bir kanıt olarak onun için fiziksel eylemin kendinden çok daha fazla önem taşıyordu) "...ama hayal kırıklığına uğradım: buluşmalarımızda hiçbir heyecan yok. ortak hayatımızı hayal etmek beni dehşet içinde bırakıyor." ve daha ileride, "kaynağını gerçek bir tutkudan almayan sadakat ne kadar da bıktırıcı."

heyecan, ortak yaşam, sadakat, gerçek tutku. josef bu sözcükler üzerinde duruyor. olgunlaşmamış biri için bunların anlamı ne olabilirdi? dalgalar kadar iriydiler ve güçlerinin asıl kaynağı belirsizliklerindeydi. çocuk tanımadığı, anlamadığı duygulanımların arayışı içindeydi. onları kız arkadaşında (yüzüne yansıyan en küçük duyguyu kollayarak), kendinde (bitmek tükenmek bilmeyen içebakış saatlerinde) arıyordu, ama onlardan hep yoksun kalıyordu. şunları o zaman not etmişti (josef bu görüşteki insanı şaşırtan kavrayış derinliğini kabul etmek zorunda kalıyor): "ona acımak arzusuyla acı çektirmek arzusu tek ve aynı arzu." ve gerçekten de sanki bu cümlenin kılavuzluğunda gibi davranmaktadır: merhamet duymak için (merhametin heyecanına varmak için), kız arkadaşının acı çektiğini görmek için her şeyi yapıyordu; ona eziyet ediyordu: "onda aşkıma karşı kuşkular uyandırdım. kollarıma atıldı, onu teselli ettim, hüznünde yüzdüm ve bir an için, içimde küçük bir tahrik kıvılcımının fışkırdığını hissettim."

josef bakir çocuğu anlamaya, kendini onun yerine koymaya çalışıyor, ama bunu yapamıyor. sadizmle karışık bu duygusallık, bütün bunlar onun eğilimlerine ve doğasına tamamen aykırı. günlükten boş bir sayfa kopartıyor, bir kurşunkalem alıyor ve cümleyi aktarıyor: "hüznünde yüzdüm". uzun uzun iki yazıya dalıyor: eskisi biraz acemice, ama harfler şimdikiyle aynı biçimde. bu benzerlikten hoşlanmıyor, bu onu öfkelendiriyor, sarsıyor. birbirine bu kadar yabancı, bu kadar zıt iki insanın el yazıları nasıl olur da aynı olur? onu ve kendini bir şey sanan bu veledi tek bir kişi yapan bu ortak özün temeli ne?

milan kundera
bilmemek

s.59—60

türkçesi: aysel bora
can yayınları
usura'yla yoktur kimsenin evi
iyi taştan
her parçası düzgün kesilmiş, iyi
oturan

(ezra pound)

Duvar
Kapı
Pencere
_____________
EV

i

anladınız konu ev.

bu da şeylerin dünyasında (dünya dediğimiz de “şeylerin yakınlığından” başka bir şey değildir) dolaşacağız demektir. hem bu dünyayı da biliyoruz. bunun için herhangi bir sözlüğü (sözlükler yaşamın embriyonlarıdır) açmak, onda gördüklerimizi alt alta yazmak yeter. her şey orda büyük bir özenle dizilmiş, sıralanmış durur.

(her şey yazılı değil midir zaten?)

s.275—

i̇lhan berk
şeyler kitabı

yky
babamın mumundan yayılan ışığın tırmanışını izlediğim merdiven duvarı uzun zamandır yok. benim içimde de, daima var olacağını zannettiğim birçok şey yok oldu, onların yerini alan yenileri ise, o sırada tahmin edemeyeceğim yeni üzüntülere ve yeni mutluluklara yol açtılar; buna karşılık, eski üzüntülerimi ve mutluluklarımı da şimdi anlamakta güçlük çekiyorum. babamın, anneme, “çocuğun yanına git,” demesi de, uzun zamandır imkânsız. böyle anları bir daha asla yaşayamayacağım. ama kısa bir süredir, kulak kabarttığım takdirde, babamın karşısında bastırmayı başardığım ve ancak annemle yalnız kaldığımızda koyverdiğim hıçkırıkları gayet iyi duyabiliyorum yine. aslında o hıçkırıklar hiç sona ermedi; şimdi etrafımda hayat daha suskun olduğu için onları tekrar duyar oldum; tıpkı gündüzleri şehrin gürültüsü tamamen bastırdığı için çalmadıklarını zannedebileceğimiz manastır çanlarının, gecenin sessizliğinde tekrar çalmaya koyulmaları gibi.

s.43—

marcel proust
kayıp zamanın İzinde — 1
swann’ların tarafı

çeviren: roza hakmen
yky
cahilin gücü

i̇tiraz edenlerin içini baştan rahatlatalım: cahili tabana yayılmış ilmin, hele ki bilginlerin ilmine karşıt bir halk ilminin emanet edildiği kişi yapmayacağız. çalışmanın sonuçlarını yargılamak, öğrencinin ilmini doğrulamak için bilgin olmak lazım. cahilse o işi yaptığında hem daha azını hem de daha fazlasını yapmış olacaktır. öğrencinin bulduğunu değil, aradığını doğrulayacaktır. dikkat edip etmediğine karar verecektir. çalışma olgusuna karar vermek için de insan olmak yeter. kum üstündeki çizgilerde insanın ayaklarını “tanıyan" filozof gibi, çocuğunu çalıştıran anne de "birlikte çalıştıklarında, cümleden bir kelime gösterdiğinde, çocuğunun gözlerinden, yüz hatlarından yaptığı işe dikkatini verip vermediği"ni anlamayı bilir. cahil hocanın öğrencisinden istemesi gereken şey, dersine dikkatli bir şekilde çalıştığını kanıtlamasıdır. az şey mi bu? bu isteğin öğrenci için bitmez bir görev içerdiği ortada. sınavdan geçiren cahil hocaya kazandırabileceği zihin açıklığı da: "cahil ama özgürleşmiş annenin baba kelimesini her sorduğunda çocuğun hep aynı kelimeyi gösterip göstermediğini fark etmesini kim engelleyecek? bu kelimeyi saklayıp “parmağımın altındaki kelime ne?” diye sormasına kim karşı çıkacak? vb., vb.

ev kadınından yemek tarifi, dindarca bir imge... açıklayıcılar kabilesinin resmi sözcüsü böyle bir yargıya varacaktı: "bilmediğimizi öğretebiliriz de yine bir ev kadını düsturu." "annelik sezgisi"nin bu konuda ev içinde bir ayrıcalık kazandırmadığı söylenecektir. baba kelimesini gizleyen parmak, “gizli veya hileyle saklanmış" anlamına gelen kalipso'nun içindekinin aynısıdır: i̇nsan zekâsının damgası, aklın en basit hilesi her birimizde ve herkeste ortak olan bu hakiki aklın, kendini en iyi, cahilin bilgisi ile hocanın cehaletinin eşitlenerek zihinsel eşitliğin güçlerini gözler önüne serdiği noktada gösteren bu aklın. “i̇nsan öyle bir hayvandır ki konuşan ne dediğini bilmiyorsa bunu çok iyi fark eder... i̇nsanları birleştiren bağ işte bu kapasitedir." cahil hocanın pratiği parası, zamanı ve bilgisi olmayan yoksulun çocuklarına ders vermesini sağlayan basit bir çare değil; ilmin yardımının dokunmadığı noktada aklın saf güçlerini serbest bırakan çok önemli bir deneyimdir. cahil birinin bir kez yaptığını bütün cahiller her zaman yapabilir. çünkü cehalette hiyerarşi yoktur. cahillerle bilginler ortak ne yapabiliyorlarsa işte ona "haddizatında zeki varlığın gücü" adını verebiliriz.

eşitlik gücü aynı zamanda ikilik ve ortaklık (communauté) gücüdür. uyumlandırmanın olduğu, zihnin bir başka zihne bağlandığı yerde zekâ olmaz. her bireyin eylemde bulunduğu, ne yaptığını anlattığı ve eyleminin gerçekliğini doğrulama olanaklarını sunduğu yerde zekâ olur. bu eşitliğin kefili, iki zekâ arasına yerleştirilmiş ortak şeydir iki nedenle. birincisi, maddi bir şey “iki zihin arasındaki yegâne iletişim köprüsüdür”. köprü geçittir, ama aynı zamanda arada bırakılan mesafedir. kitabın maddi yanı iki zihni eşit mesafede tutar, oysa açıklama bunlardan birinin öbürünü yok etmesine yol açar. fakat ayrıca şey dediğimiz de her zaman hazır bir maddi doğrulama merciidir: sınav yapan cahil hocanın artısı “sınava tabi tutulan kişinin karşısına hep maddi nesneleri, bir kitapta yazılı cümleleri, kelimeleri, duyularıyla doğrulayabileceği bir şey'i çıkarmasıdır". sınava tabi tutulan kişi açık kitaptan, kitaptaki maddi karşılıktan, her bir işaretin eğrisinden doğrulanabilecek bir söz söylemek zorundadır. i̇şte bu şey, kitap, bilginin de kapasitesizliğin de hilesini engeller. bu nedenle cahil hoca yeri gelince yetkinliğinin kapsamını genişletip, tahsil gören küçük beyin ilmini değil söylediğine ve yaptığına ne kadar dikkat ettiğini doğrular. "hatta elinde olmayan koşullar dolayısıyla oğlunu okula göndermek zorunda kalmış bir komşunuza da bu yolla yardım edebilirsiniz. komşunuz küçük öğrencinin bilgisini doğrulamanızı rica ederse, hiç okula gitmemiş olsanız bile bu soruşturma görevine canınız sıkılmasın. “neler öğreniyorsun, küçük dostum?” deyin çocuğa. —yunanca. —konu? ezop. nesi? —masalları. —sevdiğin var mı içlerinde? —birincisi. i̇lk kelime nerede? —i̇şte. —kitabını ver bana. dördüncü kelimeyi söyle bana. yaz şimdi onu. şu yazdığınız kitabın dördüncü kelimesine hiç benzemiyor. komşum, sizin oğlan bildiğini söylediği şeyi bilmiyor. dersine çalışırken veya bildiğini iddia ettiği şeyi söylerken pek dikkatli olmadığının kanıtıdır bu. söyleyin, iyi çalışsın dersine, gene geleceğim, şu bilmediğim, hatta okuyamadığım yunancayı öğrenip öğrenmediğini söyleyeceğim size."

cahil hoca cahile olduğu gibi bilgine de işte bu şekilde ders verebilir: onun sürekli aramakta olduğunu doğrulayarak. arayan her zaman bulur. i̇lle de aradığını, hele ki bulması gerekeni bulmaz. ama bildiği şey ile ilişkilendireceği yeni bir şey bulur mutlaka. püf noktası bu sürekli teyakkuz, insan aklını kaçırmadıkça dağılmayan bu dikkattir ki bu konuda bilgin de cahil gibi fevkalade başarı gösterir. hoca arayanı onun kendi yolunda, tek başına arayışa çıktığı ve aramaya devam ettiği o yolda, tutar.

s.37—-39

jacques rancière
cahil hoca
zihinsel özgürleşme üzerine beş ders

türkçesi: savaş kılıç
metis yayınları
sezar mı? don kişot mu? kendimi beğenmişliğimin içinde, ikisinde hangisini örnek almak istiyordum? önemi yok: olay şu ki, bir gün, uzak bir diyardan, dünyayı fethetmek için yola çıktım; dünyanın bütün tereddütlerini…

*

gününü mucizelerle doldurmaya kararlı keramet sahibi biri olarak kalkmak, sonra da akşama kadar temcit pilavı gibi aşk ve para sıkıntılarını ortaya sürerek dönüp dolaşıp yatağına devrilmek…

*

tanrı’sız her şey yokluktur; ya tanrı? en üst yokluk.

s. 46——49

e. m. cioran
burukluk —yalnızlık sirki (i)

türkçesi: haldun bayrı
metis yayınları
11

ben varım. düşünüyorum. var olacağım. ellerim... ruhum... bu gök benim... benim ormanım... benim güzelim... dünyam benim...

bunlardan başka ne söyleyebilirim ki? ciğerlerimi etrafımı saran hava ile doldurup, hançeremi yırtarcasına "ben” diyorum, “benim" diyorum.

burada, dağın zirvesinde ayakta duruyorum. kendi ayaklarımın üzerinde. başımı göklere kaldırıp kollarımı açıyorum. bu benim vücudum ve ruhum. bu bütün araştırmalarımın neticesi. etrafımdaki şeylerin mânâsını bilmek, bulmak, öğrenmek istiyordum. bütün aradıklarımı bu "ben"de buldum. var olmanın bir sebebini ve ispatını bulmak istiyordum. artık bu ispata ve bunun meclisler tarafından uygun görülmesine lüzum kalmadı. ben; var olmanın, yaşayan, yürüyen, hisseden canlı bir ispatıyım.

gören, artık benim gözlerim ve benim gözlerimin bakışı bütün dünyayı güzelliğe garkediyor. duyan, benim kulaklarım ve benim kulaklarımla duyabilmek, dünyadaki bütün sesleri tatlı namelerle süslüyor. düşünen, artık benim aklım ve hakikatler artık benim düşündüklerimle aydınlanacak. artık kendi arzumla seçiyorum ve artık yalnızca arzumla seçtiğim şeylere hürmet ve sevgi duyacağım.

“iyi”, “kötü”, “doğru”, “yanlış”… birçok kelime biliyorum. ama bunların içinde mukaddes olan bir tane var, o da “ben”.

hangi yolu seçersem seçeyim, o yolu aydınlatan ışık içimde artık. o yolu aydınlatan ışık ve o yolu işaret eden tabiî pusula, içimde. i̇kisi de bir tek noktayı gösterip aydınlatıyor ve orada her şeyimle; gören gözüm, duyan kulağım, anlayan ve düşünen dimağımla ben varım. üzerinde durduğum şu yerin, dünyanın merkezi mi, yoksa ebediyette kaybolmuş bir nokta mı olduğunu bilmiyorum ve bilmek istemiyorum. çünkü aldırmıyorum. bildiğim tek şey burada iken sahip olduğum huzur ve saadet. saadetim o kadar yüksek ki daha üstün bir hedefin peşinde koşmaya bile ihtiyacım yok. saadetim, herhangi bir sona giden bir vasıta da değil. o; gidilebilecek en son nokta, ulaşılabilecek en büyük hedef. kendi kendimin hedefi, kendi kendimin sebebi...

artık, başkalarının ulaşmaya çalıştığı sonların da vasıtası değilim. artık, başkalarının bir aleti, tornavidası da değilim. artık, başkalarının arzularının hizmetkârı da, başkalarının yarasının bezi de, onların mabetlerine adadıkları kurban da olmayacağım.

ben bir insanım. bana ait olan bu mucize, benim sahip olduğum ve koruyacağım bir şey. ben koruyacağım, ben kullanacağım ve onun önünde yalnız ben secde edeceğim.

sahibi olduğum güzellikleri, erişilmez kıymetleri kimseye teslim ve emanet etmeyeceğim. hattâ onları, istemediğim sürece kimseyle paylaşmayacağım. onlar benimdir. yalnız benim. manevî bütünlüğümün hazinesini, bozuk para gibi harcayıp fakir ruhlara, manevî bütünlüğü olmayanlara sadaka olsun diye rüzgârın hakimiyetine terk etmeyeceğim. bana ait olan, benim sahip olduğum bütün zenginlikleri; düşüncemi, arzumu, hürriyetimi ben koruyacağım. bunların içinde üzerine en çok titreyeceğim, en ulu göreceğim şey, şüphesiz hürriyetimdir. onu kimseye teslim ve emanet etmeyeceğim. hattâ kimseyle paylaşmayacağım.

kardeşlerime hiçbir şey borçlu değilim. artık onlardan dilendiğim, talepkâr olduğum bir alacağım da yok. hiçbirinden benim için yaşamasını talep etmiyorum ve ben de hiçbirisi için yaşamıyorum. hiçbirinin ruhunda gözüm yok ve artık hiçbiri benim ruhuma hasetle bakamaz.
onların düşmanı da dostu da değilim. her biri hak ettikleri yerde duruyorlar içimde. bildiğim tek şey varsa, o da sevgimi kazanmaları için, doğmuş olmalarının yetersiz olduğudur. sevgimi hiç kimseye laf olsun diye, sebepsiz yere veremem. şans eseri yanımdan geçen, yanımda duran, yanımda doğup yaşayan kimse onun sahibi olamaz. ben sevdiğim insanlara sevgimle şeref veririm. şeref ise kazanılması gereken bir şeydir. bunun yolu da söyleneni düşünmek, istenileni söylemek, emredileni istemek, kısacası yaşamak için yerde sürünmeye rıza göstermek olamaz.

artık, insanlar arasından arkadaşlar seçeceğim. ama arkadaşlar, köleler veya efendiler değil. sevgimin temeli olan hürmetle bağlanacağız birbirimize, mecburiyetle değil. gönlümün istemediğini yapmayacağım. gönlümün istediğini seçeceğim ve seçtiklerimi sevip onlara hürmet etmesini bileceğim. onların ne esiri, ne de hakimi olacağım. onlara ne emredeceğim, ne de itaat... onlarla istediğim zaman, daha doğrusu karşılıklı arzularımız mevcut olduğu zaman ve arzularımızın devamı süresince; el sıkışacağız, el ele tutuşacağız, sevişeceğiz. karşılıklı arzularımız mevcut olduğu zaman ve arzularımızın devamı süresince yan yana ve yalnız olacağız. i̇nanıyorum ki herkes ruhunun tapınağında yalnızdır ve yalnız olmalı, yalnız bırakılmalıdır. bırakın herkesin içindeki bu mabet dokunulmamış, lekelenmemiş olarak kalsın. bırakın insanlar istedikleri elleri, istedikleri sevgi ve şiddetle sıksınlar. i̇nsanların mukaddes mabetlerinin kutsal eşiğinden içeri, onlara rağmen adım atmayın...

“biz” kelimesi ilk kelime, bilinen ilk şey olamaz, olmamalıdır. bu kelime insanların ruhuna “ben”den evvel yerleştirilmemelidir. yoksa bir canavar haline gelir. yeryüzünün bütün kötülüklerinin kökü; insanın insanlar tarafından istismar edilmesinin, insanların insana inanılmaz işkenceler yapabilmesinin sebebi olur yoksa bu kelime.

“biz” kelimesi, insanın her bir yanının alçı ile kaplanması gibidir. onu önce bir taş gibi sertleştirir ve altındaki her şeyi kısa zamanda tahrip eder. beyaz beyazlığını, siyah siyahlığını kaybeder ve her renk alçının kirli griliği içinde boğulur.

ahlâktan yoksun kişilerin, iyi insanların erdemine ve güçsüzlerin, muktedir insanların kuvvetine el uzatmasını; ahmakların, düşünen kafaların irfanına ortak olmasını, kısacası meziyetin alabildiğine alçaltılıp kabahatin alabildiğine taltif edilmesini temin eden tek şey yine bu “biz” kelimesidir.

bütün ellerin, en kirlisinin bile mıncıklamaya hak kazandığı anda saadetimin ne kıymeti olabilir? aptalların bile el uzattığı yerde aklımın, sefil ve güçsüzler de dahil olmak üzere bütün yaratıkların tahakkümü altında kalan hürriyetimin ne kıymeti olabilir? ve yalnız eğilerek, itaat ederek; hürmet etmediğim kişilerin hürmet etmediğim fikirlerini kabul edeceksem, hayatımın ne kıymeti olabilir?

işte ben, bana rağmen bana kabul ettirilmeye çalışılan bu iğrenç bataklığın üstesinden geldim. ben, “biz” denen korkunç hayaleti; esaret, çapulculuk, sefalet, cehalet ve hayasızlıktan gelen bu rezalet kelimeyi ezdim, çiğnedim, mağlup ettim.

işte gerçek kudretin gerçek yüzünü görüyorum şimdi. bu kudreti toprağın üzerinde yüceltiyorum. bu kudreti insanlar var oldukları günden beri aramışlar. bu bilinmeyen kudret onlara saadet, huzur ve gurur vermiş.

bu kudret, bu tek kelime, bu sihirli güç: “ben.”

s.69——73

ayn rand
hayatın kaynağı, manası ve haysiyeti: ego

çeviren: şerif yıldız
plato film yayınları
şiddet açısından önemli olan tepki aslında çok daha başka bir tepkidir. büyük ölçüde aldatılmış ve düş kırıklığına uğramış bir kişi yaşamdan nefret de edebilir. i̇nanacak hiç kimse, hiçbir şey yoksa kişinin iyiliğe ve adalete olan inancı aptalca bir yanılsamadan başka birşey değilse, yaşamı tanrı değil de şeytan yönetiyorsa o zaman yaşam gerçekten nefret edilecek bir şeydir; insan artık düş kırıklığının getirdiği acıya katlanamaz.

yaşamın kötülük dolu, insanların kötü, kendisinin de kötü olduğunu kanıtlamak ister. yaşama inanan, yaşamı seven ama düş kırıklığına uğramış olan kişi böylece sinik, yıkıcı birisi olup çıkar. yıkıcılık umutsuzluktan doğmuştur; yaşamda karşılaşılan umut kırıklığı yaşamdan nefrete yol açmıştır.

klinik deneylerimde derinlere işlemiş bu inanç yitirilmesine çok sık rastlamışımdır; bunlar çoğu zaman bir insanın yaşamında en önemli leitmotiv'i oluştururlar. aynı durum toplumsal yaşamda, kişinin güvendiği önderlerin kötü olduğu ya da yetersiz kaldığı zamanlarda da geçerlidir. kişi kendisini daha bağımsız kılacak bir tepki gösteremiyorsa, çoğu zaman sinikliğe, ya da yıkıcılığa sürüklenmekten kurtulamaz.

bütün bu şiddet biçimleri gerçekçi, büyülü bir biçimde, hiç değilse umut kırıklığının getirdiği yıkımın bir sonucu olarak yaşama hizmet ederler(…)

s.26——27

erich fromm
sevginin ve şiddetin kaynağı

türkçesi: yurdanur salman, nalân içten
payel yayınları, 1979
demek ki, o yüksek yerlerde devlete yararlı olmanın yolu yok.. erdemin kendisini bozacak bir hava eser orada. çevrenizdeki insanlar sizin derslerinizle iyileşmek şöyle dursun, kötülükleriyle sizi baştan çıkarırlar. hiç bozulmadan kalırsanız, ötekilerin ahlaksızlığına, budalalığına paravanlık etmiş olursunuz. sizin yanlamasına yolla, kötüyü iyiye çevirebileceğimizi ummak boşunadır.

i̇şte onun için tanrısal platon bilgeleri devlet işlerinden uzak durmaya çağırır ve bu öğüdünü şu güzel benzetmeyle destekler: 'bilgeler sürekli bir yağmur boşanırken sokaktaki kalabalığa evlerinize girin de ıslanmayın diye bağırırlar. sesleri duyulmazsa, sokağa çıkıp herkesle birlikte boşu boşuna ıslanmazlar; başkalarını budalalıktan kurtaramayınca evlerinde oturup kendilerini korurlar tek başlarına.'

şimdi, sevgili dostum morus, içimi açıp en mahrem düşüncelerimi söyleyeceğim. malın mülkün kişisel bir hak olduğu, her şeyin parayla ölçüldüğü bir yerde toplumsal adalet ve rahatlık hiçbir zaman gerçekleşemez. ama siz aslan payını kötülere bırakan bir toplumda doğru bir yan bulursanız, büyük çoğunluk yoksulluk içinde kıvranırken doymak bilmez bir avuç insana memleketin bütün zenginliklerini sömürten bir devlet mutlu olabilir derseniz o başka.

s.34–

thomas more
utopia

türkçesi:
sabahattin eyüboğlu, vedat günyol, mina urgan

türkiye i̇ş bankası kültür yayınları, 1999

-


gücünüzün yettiği kadar elinizin altındaki şeylere çekidüzen vererek, onları gideremezsiniz. neden olabilecekleri kötü sonuçların bir kısmına engel olmaktan muradınız ne ola? çünkü benim bildiğim kadarıyla bir kimsenin susup durması ya da başkalarının işlerine göz yumması hoş karşılanmaz pek. en kötü fikirlerin, en kötü niyetli planların onaylanması istenir insandan. i̇nsan bir kez girdi mi bu tür bir sosyeteye, dediğiniz gibi ona çekidüzen vermek şöyle dursun, herhangi bir iyilik yapacak fırsatı bile bulamaz insan. onları yola getirmek şöyle dursun, kötü arkadaşlar er geç insanın ahlakını bozar; bütün o kötü arkadaşlara karşın o namusunu, dürüstlüğünü gene de koruyacak olursa, onların çılgınlıklarının, namussuzluklarının kendisine atfedilmesine karşı duramaz; tamamıyla başkasına ait şeylerin suçlusu o olur çıkar.

boşuna dememiş platon, filozofların yönetime atılması akıllıca olmaz, diye. bir insan bir sürü insanın her gün yağmura koşup ıslanmaktan zevk aldığını görür de, onlara yapmayın etmeyin, evlerinize dönün demenin bir işe yaramayacağını, yanlarına varıp konuşmaya çalıştığında bunu kendisinin de onlar kadar ıslanmasından başka bir şeye yaramayacağını anlayıp evinde kalmasının daha akıllıca bir iş olduğu sonucuna varması gerekir; başkalarının çılgınlığını dizginlemeye çalışmak yerine kendini korumak daha yerinde olur bu durumda.

samimi düşüncelerimi söyleyecek olursam ortada mal mülk denen şey varoldukça, her şey para ile ölçülüyorsa, bir ulusun adil ya da mutlu bir şekilde yönetilebileceğini sanmıyorum; adil olmaz, çünkü arslan payı en kötülere düşer; mutlu bir şey olmaz, çünkü ne var ne yok, her şey bir avuç insan arasında paylaşılır (bu bir avuç insana bile mutlu denemez); halkın geri kalan yanı sersefil kalır.

s.47—48

thomas more
utopia

türkçesi: ender gürol
cem yayınları, 2004
çok şükür

deli gönül, neyi özler durursun?
acınacak dostun, cananın mı var?
dünya yansa yorganın yok içinde,
harap olmuş evin, dükkânın mı var?

hatır, gönül bulamazsın birinde,
dama dedi dişisinde, erinde,
vatan dedikleri yangın yerinde,
i̇nsanlığa hâlâ imanın mı var?

nene yetmez senin şu kuru kaval?
pir aşkına sıkıldıkça durma, çal.
malta'daki kurnazlardan ibret al,
paran mı var, bağın, bostanın mı var?

sana giren, çıkan nedir, be dürzü?
be allah'ın numunelik öküzü!
ben mi yuttum on dört bin okka düzü,
bekri mustafa'dan fermanın mı var?

ne uymazsın zamaneye be domuz?
kırk senedir … ne verdin omuz.
nâzır olmuş desem sana ıstakoz,
reddedecek kılıç, kalkanın mı var?

çünkü neden? dalyanın yok, ağın yok,
bir tek hamsi kızartacak yağın yok.
ocağın yok, dalın yok, budağın yok,
yoksa gökalp gibi turan'ın mı var?

uyanmadın gitti, dalgın uykudan,
sana ne be âlemdeki kaygudan?
dem vurursun siyasetten duygudan,
beynelmilel bir imtihanın mı var?

feylesofum dedi herif, pap çıktı,
nâzır oldu, saman sattı sap çıktı.
reçetede şurup yazdı, hap çıktı,
yutmayacak yoksa, âyanın mı var?

i̇spermeçet-zade(*), kirpi(*), pehlivan(*)
yanaşması, o bayraklı kahraman.
sadrazamlar içinde en düztaban(*)
i̇mzacılar başı mervan'ın mı yar?

çal nayını, ferahnakte ver karar.
...n nazır...rın müsteşar.
kumda oyna çöp batmasın aşikâr
düşünecek senin zamanın mı var?

kendi cihanında bak sen keyfine,
kulak asma halkın hayfa-hayfine.
tanburuna, kemanına, define
sen de katıl, neyde noksanın mı var?

şu kırk yıldır senin daran alındı,
suratına yüz bin kara çalındı,
nasıl olsa şu bokluğa dalındı
neyzen’den de büyük isyanın mı yar?

tıp fakültesi hastanesi, haydarpaşa
9 ocak 1921

s.5—

neyzen tevfik kolaylı
kapı yayınları

hazırlayan: i̇hsan ada