yaşama sanatı – tabutmag forum
insanın kendisini sevdirmesi mümkün müdür? ve bundan da önce, acaba insanın kendisini sevdirmesi gerekli midir? eğer aşkın karşılığı aşk olmuyorsa hiç olmazsa aşkın zevklerini istemek daha kolay değil midir? ilkel kavimlerde ya da çok eski medeniyetlerde durum buydu. bir erkek bir kadını arzularsa onu kaçırırdı, böylece çift olurlardı. esirin hayatı savaşçının elindeydi. erkeğin kendisini seçmesi ve efendi olması ya da sadece sevimli olması yüzünden çoğunlukla sonunda kadın da seviyordu. daha sonraki dönemlerde, eskiden kuvvetin oynadığı rolü bu defa iktidar ve para oynadı. zenginlik, kendini cesaret kadar kolaylıkla sevdiremiyordu. çünkü doğrudan şahsa ait bir nitelik değildi. bununla beraber, jüpiter, altın yağmuru şeklinde danae'nin yanına girebilmişti.

bu türden aşklar, her şeyi kolay kolay beğenmeyen ruhları mutlu edemiyor. mecbur olup katlanmak değil, seçilmek istiyoruz. fetihlerden devamlı zevk alabilmek için, fethedilen şeyin özgür tercih yapılmasını istiyoruz. ancak o zaman şüpheler, endişeler, alışmaya ve can sıkıntısına karşı, kesintisiz kazanılan ve en tatlı heyecanların kaynağı olan zaferler doğabilir. sarayların hareminde kapalı olan kadınlar tutsak oldukları için sevilemiyorlar.

buna rağmen amerikan plajlarındaki dilberler de tamamen özgür oldukları için öncekilerden daha fazla sevilemiyorlar. aşkın hücumu, eğer karşısında hiçbir engel (örtü, utanma, ahlak) bulamazsa zafer nasıl kazanır? serbestliğin aşırısı, kolayca elde edilebilir kadınlar sürüsünün çevresinde, görünmez bir sarayın şeffaf duvarlarını yükseltir. romanchs (düşlerde yaşayan) aşk, kadını, kendisine ulaşılamayacak bir yerde görmeyi istememekle beraber, din ve ahlak kurallarıyla çizilmiş dar sınırlar içinde yaşamasını da diler. orta çağ'da tanı anlamıyla hâkim olan bu şartlar, o herkese malum ünlü ve zarif aşkları yaşatmıştı. o zaman kadın muhterem bir sevgili olarak şatoda kalırdı, erkek haçlı seferleri'ne giderdi. ama uzak ülkelerin yollarını adımlarken hep hanımını düşünürdü. sevginin billurlaşması atının adımlarına ayak uydururken geride bıraktığı hanımı, yanında kalan uşağın ruhunda, hem yakın hem uzak yaşayarak öyle duygular uyandırıyordu ki bunlar ancak çok sonra fransız ihtilali'yle bozularak julien sorel'in madam de renal’e olan duyguları hâlini alacaktı. her ikisi arasındaysa gözü açık ve korkusuz bir uşak olan cherubin yer alır.*

zarif aşkların hüküm sürdüğü dönemlerde âşık, kendini sevdirmek için çabalamazdı. sessiz ya da ümitsizce sevmeye razı olurdu. monsieur de nemours ile princesse de cleves için de böyle oldu.** bazıları bu lekesiz tutkuları gerçeğe aykırı, safça şeyler olarak görürler. fakat uzaktan uzağa hayranlık, ince bir ruha kuvvetli zevkler verir. bu zevkler tamamen kişinin içinde olduğundan, hayal kırıklıklarına ve tasavvurların yanlış çıkmasına karşı daha iyi korunurlar.

"açıkça söylemeye cesaret edemeden sevmenin, dikenleri de tatlı yanları da vardır. son derece hayranlık duyulan bir insanın hoşuna gitmek amacıyla, bütün hareketlerini düzeltmekte ne büyük heyecan duyulur... her gün duygularını açığa vurma arzusuyla, sevgilisine konuşuyormuş gibi konuşarak zaman harcar. aynı anda gözleri hem parlar hem söner; bütün bu karışıklıklara sebep olan sevgilinin aldırış ettiği yoksa da takdire layık olan birisi için yapılan bunca şeyi hissederek insan kendisini tatmin eder."

eğer toy bir delikanlı, sahnenin dışında görmediği bir sanatçıyı severse onu sesinin ve yüzünün ilham ettiği, fakat şüphesiz ki sahip olmadığı bütün ruhsal üstünlüklerle süsler. onu marivauks ya da musset tarafından düşünülmüş rollerin birinde gördüğü için, kendisinde temsil ettiği şahsın şiirli cazibesi var sanır. onu yalnızca sahne ışıklarının kusurları örtücü aydınlığı altında seyrettiğinden, buruşukluklarından ve yaşından haberi yoktur. onu hayatta hiç görmediğinden öfkelerini ve boş gururlarını bilmez. byron der ki: “sevilen kadın için ölmek, onunla beraber yaşamaktan daha kolaydır." bir romancıya hayranlık duyan bir kadın da onun romanlarındaki kahramanların inceliğini taşıdığını sanır; eklemlerindeki romatizmadan, yemeklerden sonraki hazımsızlığından, uyuklamalarından, hastalık hâlini almış alınganlıklarından habersizdir. erişilemeyecek kadar uzakta olunca hayranlık uyandırmak kolaydır.

şu halde, aşkı zarardan kurtarmak için, kendini sevdirmek ve tanıtmaktan vazgeçmek mi gerekiyor? hayır! ilk günlerinde bu derece güzel olan platonik aşklar uzun sürmez. her ne kadar “aşkın yolu ne kadar uzarsa ince bir ruh da o kadar fazla zevk alır” denilirse de bu yolun hoş dönemeçlerden geçtikten sonra hedefe ulaşması ve çorak yerlerde kaybolmaması lazımdır. aksi halde aşk yorulur, uykuya dalar ve gıdasızlıktan ölür. "kaynaktan beslenmeyen ırmak kurur.” o halde, sevilmek arzusu, sevenin ruhunda er geç bütün kuvvetiyle doğacaktır.

o zaman geldiğinde sevme sanatı kendisine neler öğretebilir? aşk iksirleri mi, büyüler ve tılsımlar mı öğretir? eski şiirler ve peri masalları büyücülerle doludur ve bugün de théocrite'in ya da ovide'in devrinde olduğu gibi, paris'in, londra'nın ve new york'un pis sokaklarındaki bir kocakarıya günde en az yüz defa insanlığın bin senelik sayhası yansıyor. "peki ama ne yapmalıyım ki beni sevsin?" bu çığlığa, insanlığın yine o kadar eski olan tecrübesi -bütün çığlıklara cevap verdiği gibi- birtakım törenler ve ayinlerle cevap veriyor.

* stendhal'in kırmızı ve siyah adlı ünlü romanının kahramanları.
** madame de la fayette'in princesse de cleves eserinden.

s.57-60
andre maurois
yaşama sanatı (kendini sevdirmek)

türkçesi: hamdi özak
kaknüs yayınları