yaşama sanatı – tabutmag forum
Deneyimin Eksiklikleri

Bir zamanlar, deneysel metoda büyük umutlar bağlandı. Önceleri Renan, içinde bulunduğumuz yüzyılın bilim adamları tarafından "bilimsel bir şekilde" yönetileceğini umdu. Sonra Bertrand Russell tasavvur etti ki bir gün keşfedilecek bir makine sayesinde, tarihin filan devrinde geçmiş bir dakikanın ya da gelecekte geçecek bir anın doğru olarak belirtilmesi mümkün olacaktır. Deneysel metodun, dış âlem üzerinde, yukarıda söylediğimiz hayret verici egemenliğini sağlamakla beraber, yazık ki ruhi, siyasi ve toplumsal sahada pek az sonuç verdiğini kabul etmeye mecburuz.

Bunun neden böyle olduğunu anlamak kolaydır.

(1) Deneysel metodun uygulanabilmesi için birtakım şeylerin suni bir şekilde yalıtılabilmesi gereklidir. Örneğin, suyun hangi koşullar içinde kaynayacağını öğrenmek istersek bir bölümü yalıtırız. Isı kaynağı, kap, sıvı; bunları belli bir basınç altına koyarız ve dış etkilerin çoğundan ayırırız. Kapalı bir sistemde yalıtmak için kesip ayırabileceğimiz bir toplum bulmak ise âdeta imkânsızdır.

(2) Deneysel metot, deneyin gerekirse tekrarını, karşıt denemeler ve kontrol edici denemelerle doğrulanmasını gerektirir. Bu ise psikolojide bile mümkün değilken sosyolojide tamamen imkânsızdır. Hangi aklı başında devlet adamı vatandaşlarının bir kısmını deneyin neticesini öğrenmek için ortadan kaldırmayı düşünebilir? Hangi komünist, deneyim, aksi deneme ile kontrol etmek için kapitalizmi yeniden kurmaya razı olur?

(3) Nihayet, deneysel metotta, deneycinin iyi niyet sahibi olması ve hiçbir menfaat kaygısı taşımaması lazımdır. Hâlbuki tutkuları körüklemez gibi görünen bilimsel denemelerde bile az rastlanan bu erdemler, güçlü tutkuların söz konusu olduğu alanda insanüstü bir niteliğe bürünürler.

İyi niyetin ve tarafsızlığın her konuda az rastlanıldığını söylüyoruz. Hakikaten, çok defa tamamıyla bilimsel olan denemelerde bile tutkular, deneysel metodun objektif olan karakterini bozuyor. Bir insan tasavvur ediniz ki bütün ömrünü bilime vermiş, bu alanda birtakım genel fikirler elde etmiştir ve bu fikirlerin deney sayesinde kendinde yer tuttuğu zannındadır. Bu fikirlerin bir kısmı doğrudur. Gerek kendisinin, gerekse diğer bilim adamlarının yaptıkları uzun araştırmalarla doğrulanarak bilgilerimizi oluşturan hazineye katılacaktır. Fakat bir kısmı yanlıştır. Bazıları eşyanın karakterinden çok, kendilerini tasavvur eden adamın karakterini göstermekte, bazıları da birkaç kere, tesadüfle doğrulanmış olmakla beraber, birçok defa tekrarlanan başka deneylerle yalanlanmışlardır.

Bilimin gerçeği aramakta başarılı olması için, akim hiçbir varsayıma tutkuyla bağlanmaması gerekir. Eğer ilk iş bir sistem -bir varsayım- icat etmek ise ikinci iş, onu beğenmemek yahut hiç olmazsa ona ilgisizce bakmaktır. Fakat insan, insan olması yönüyle kendi bulduğu şeye yabancı gözüyle bakamaz. Pouchet, Pasteur'ün haklı olmasını istemiyordu. "N" ışınlarını keşfetmiş olduğunu zanneden fizikçi, aldanmış olmaya razı değildi. Bazı defalar, bir kanun keşfetmek arzusu, bilim adamının, deney sonuçlarını, farkına varmadan kendi istediği tarafa doğru çevirmesine meydan vermiştir. Tıpta her doktor çoğunlukla iyi niyetle her hastayı kendi uzmanlık alanına dâhil sanır. Ruh doktoruna sorarsanız “Hemen hemen bütün hastalıklar ruhsaldır." der.

İç salgı bezleri uzmanının bez hastalığı gördüğü yerde, bir mide uzmanı kendi alanına girecek bozukluklardan başka bir şey bulamaz.

Kaldı ki zamanımızın doktorları, eski ampirik denemelerin yerine, objektif ve bilimsel metotlar geçirmekle takdire değer gayret gösterdiler. Fakat sonuçların yorumlanması ayrı bir iştir. Bir tedavi tarzı, iyi sonuçlar verdiği zaman, bu neticelerin anlaşılamayan birtakım sebeplerden, belki de ruhi sebeplerden kaynaklandığını nereden bilebiliriz? Tıbben büyük bir kısmı, kısmen bilimsel karakter gösterir. Buna bir delil olarak bu alanda modanın ne derece egemen olduğu ileri sürülebilir. Bir zaman oluyor, doktorlar çiğ şeyler yemenin zararlı olduğunu; birkaç sene sonra da çiğ şeylerin vücuda elzem olduğunu söylüyorlar. Birisi filan rejimin faydalı olduğunu söylerken diğeri bunu şarlatanlık sayıyor. Homeopatların(*) birtakım hastaları iyileştirdikleri bir gerçektir. Birçok doktorun homeopatiye inanmaması da bir gerçektir. Hangisi haklı? İtiraz kabul etmez hiçbir deneme, bu nokta üzerinde cevap vermeye uygun değildir.

Tıp, kısmen de olsa bilimdir; belli bir insan vücudu ile meşgul olur ki bunu deney sırasında yalıtmak bir dereceye kadar mümkündür. Fakat milyonlarca insanın vücut tepkileri ve tutkuları, ekonomide veya politikada olduğu gibi hesaba katılınca birbirine tamamen zıt teorilerin hepsini olaylarla doğrulamak mümkündür. Deneyimin on dokuzuncu yüzyıl liberal ekonomisini mahkûm ettiği rahatça söylenebilir. Çünkü bu ekonomi, zamanımızda bir devlet kolektivizmi şeklini almıştır, ama deneyimin kolektivizmi mahkûm ettiği de aynı şekilde söylenebilir. Çünkü kolektivizmin, hâkim olduğu toplumları iflasa sürüklenmekten kurtarmak için az çok klasik özel mülkiyet şekillerini korumaya mecbur kalmış bulunduğu da söylenebilir.

Bu denemelerden kanunlar çıkarmak mümkün müdür? Elbette hayır! Çünkü denemeyi bilimsel yapan şey, denemelerin sayıca çokluğu ve sık sık tekrarlanabilmesidir. Oysaki ekonomide her deneme birkaç insan kuşağının yaşamının geçmesi kadar uzun zaman ister. Roosevelt denemesi veya Blum denemesi denen denemeler, hakikatte kendi isteğimizle harekete geçiremeyeceğimiz kadar zor, tamamını gözleyemeyeceğimiz kadar geniş, yaşama şartları hiçbir zaman bizimkinin eşi olmayacak gelecek kuşaklara bir şeyler öğretemeyecek kadar karışık devrelerin birer kısa bölümünden başka bir şey değildir.

Ekonomi için doğru olan bu hükümler, politika için de böyledir. Derler ki: "İngiltere demokrasiyi denedi ve bu denemede başarılı oldu." Fakat bu tarzda bir muhakemenin hiçbir bilimsel yanı yoktur. Çünkü başka milletler, İngiliz milleti değildir. Demokrasi bir kelimeden ibarettir ve altında realiteleri sıralamak gerekir. İngiliz realitesi ise ne Fransız ne İspanyol ne de İtalyan realitesine benzer. İngiliz demokrasisi, İngiltere'ye ait siyasi şartların varlığını, olayları bir arada tartışmak ve sonunda bir anlaşmaya varmak zevkini, yerel hayatın yoğunluğunu gayet açık görüşlü bir aristokrasinin kendi yanında görmeye tahammül ettiği bir burjuvazi ile anlaşmasını, parlamento ile ülke aydınları arasındaki ahengi ve meşruti bir krallığı kapsar.

Demokrasi ile faşizmi karşılaştırmak iki realiteyi değil iki kelimeyi karşı karşıya getirmek demektir. Tam özgürlük ile sınırsız otorite arasında sayısız tipte toplum düşünülebilir ve bu tipler mevcuttur. Bir kavramın serbestlik derecesini ölçmede kullanılacak hiçbir araç yokken hürriyetin, otoriteye üstün olup olmadığını anlamak üzere denemeler yapmaya nasıl kalkışabiliriz? Burada böyle demekle, belli bir hürriyet şeklinin arzu edilmeye değer bir şey olmadığı değil, politikanın bilim konusu olamayacağı söylenmek istenmiştir.

Politikanın doğurduğu ihtilafları, "Kimyevi açıdan düşünmek mi?" Belki böyle yapmayı denemeli ama birçok konuda bunun imkânsız olduğunu kabul ederek. Bu yüzdendir ki birçok kimse, kendi mesleğinden bahsederken ne kadar makul ise, prensiplere geçtiğinde de o kadar yanlış muhakeme yürütür. Bir elektrik tesisatının tamiri söz konusu olduğunda bu tesisatın şeması teknisyenin zihninde o kadar belirgindir ki bu şema uzmanın teller ve bobinler arasında, hiç şaşırmadan hareket etmesini sağlar. Fakat bir ülkeyi yeniden kalkındırmak söz konusu olduğunda toplumsal hayatı gösteren hiçbir harita, geminin burnunu mutluluk ve ilerleme yönüne güvenle çevirme olanağını vermiyor. Mutlak muhakeme metodu gibi katıksızca uygulanan deneysel metot da bir bakana, bir girişimciye, bir ordu kumandanına yol gösteremez.

Fakat bu insanların iş yapmaları, karar vermeleri gerekmektedir. Bir seçim yaparken hangi sebeplere dayanacaklar? Alain şu manidar sözü söylüyor: "Yapmak, istemekten önce gelmelidir." Bu sözün doğruluğunu, bir hareket yaptığımızda anlarız. Suya attığınız köpek yavrusu, o ana kadar hiç yüzme denemesi yapmamış olmasına rağmen yüzer. Her birimiz, dünyaya geldiğimiz andan bu yana, olayların okyanusuna atılmış mahluklarız ve suya atılmış köpek yavrusu gibi, bu okyanus içinde iyi ya da kötü yüzüyoruz. Bir romana başlayan yazar, yazmak istediği şeyleri açıkça bilmez. Eğer ne yazacağını kelime kelime bilseydi romanı önceden yazmış olurdu. Kendini, suya atar gibi olayların akışına bırakır. Her bölüm bir sonrakini ona kendiliğinden yazdırır. Gerçekleştirme, istemeden önce gelmiştir.

Tasarılar kurmak gerekli olsa bile, tasarı kurmak, gerçekleştirmek demek değildir. Bütün kahvelerde, konuşmacılar vardır ve bunlar kusursuz tasarılar ortaya atarlar: "Eğer başkan olsaydım şöyle yapardım, eğer Mussolini'nin yerinde olsaydım, eğer beni bakan yapsalardı, şöyle yapardım." diyerek tasarı üstüne tasarı kurarlar.

Tek fiyatlı satış mağazalarına uygun olan bu mikrokozmoslar için renkli kâğıttan modeller kesmek çok kolaydır. Kalıcı bir barış tasarısı yazmak mı? Bu çocuk oyuncağı kadar kolaydır. Wilson da sonuçta bunu yapmamış mıydı? Fakat Avrupa'da iki ay ya da iki sene barışı korumak, insan gücünün üstünde bir şeydir. Goethe der ki: “Düşünmek kolaydır, uygulamak zordur; dünyadaki en zor şey de düşündüğün gibi davranmaktır." Tolstoy da "On cilt felsefe kitabı yazmak, bir tek teoriyi uygulamaktan daha kolaydır.” diyor. İnsan hayatının önemli olayları olan birçok konuda, iş ve davranış labirenti içinde kendimize bir yol bulmamız gerektiği hâlde, bu yolu gösterecek haritanın bütün unsurlarını bilmekten uzağız. Böyle olduğunda düşünme sanatı nerede kalıyor?

s.33—38

Andre Maurois
Yaşama Sanatı
Hayatın Küçük Felsefesi

Türkçesi: Hamdi Özak
Kaknüs Yayınları
İyi ölmenin iki yolu vardır: Ölümün hiçbir anlamı olmadığına inanan Epiküryenlerin ölümü ya da her şeyin ölümde ve öteki dünyada olduğuna inanan bir insanın ölümü. Epikür şöyle der:

“Bize göre ölümün hiçbir şey olmadığı fikrine kendini alıştır. Çünkü iyi ve kötü her şey ancak bizim anlayışımızda vardır ve ölüm, her türlü anlamadan, kavramdan yoksun kalmak demektir. Ölümün hiçbir şey olmadığını anlamak, gelip geçici olan bu hayat için bir neşe kaynağıdır... Zira, hayatın ötesinde hiçbir şey olmadığını iyice anlayan bir insana hayatta korku verecek hiçbir şey kalmaz... Ölüm yoktur. Çünkü biz yaşadığımız sürece ölüm yoktur, ölüm geldiği andaysa artık biz yokuz.”

s.193—

Andre Maurois
Yaşama Sanatı
Hayatın Küçük Felsefesi

Türkçesi: Hamdi Özak
Kaknüs Yayınları
insanın kendisini sevdirmesi mümkün müdür? ve bundan da önce, acaba insanın kendisini sevdirmesi gerekli midir? eğer aşkın karşılığı aşk olmuyorsa hiç olmazsa aşkın zevklerini istemek daha kolay değil midir? ilkel kavimlerde ya da çok eski medeniyetlerde durum buydu. bir erkek bir kadını arzularsa onu kaçırırdı, böylece çift olurlardı. esirin hayatı savaşçının elindeydi. erkeğin kendisini seçmesi ve efendi olması ya da sadece sevimli olması yüzünden çoğunlukla sonunda kadın da seviyordu. daha sonraki dönemlerde, eskiden kuvvetin oynadığı rolü bu defa iktidar ve para oynadı. zenginlik, kendini cesaret kadar kolaylıkla sevdiremiyordu. çünkü doğrudan şahsa ait bir nitelik değildi. bununla beraber, jüpiter, altın yağmuru şeklinde danae'nin yanına girebilmişti.

bu türden aşklar, her şeyi kolay kolay beğenmeyen ruhları mutlu edemiyor. mecbur olup katlanmak değil, seçilmek istiyoruz. fetihlerden devamlı zevk alabilmek için, fethedilen şeyin özgür tercih yapılmasını istiyoruz. ancak o zaman şüpheler, endişeler, alışmaya ve can sıkıntısına karşı, kesintisiz kazanılan ve en tatlı heyecanların kaynağı olan zaferler doğabilir. sarayların hareminde kapalı olan kadınlar tutsak oldukları için sevilemiyorlar.

buna rağmen amerikan plajlarındaki dilberler de tamamen özgür oldukları için öncekilerden daha fazla sevilemiyorlar. aşkın hücumu, eğer karşısında hiçbir engel (örtü, utanma, ahlak) bulamazsa zafer nasıl kazanır? serbestliğin aşırısı, kolayca elde edilebilir kadınlar sürüsünün çevresinde, görünmez bir sarayın şeffaf duvarlarını yükseltir. romanchs (düşlerde yaşayan) aşk, kadını, kendisine ulaşılamayacak bir yerde görmeyi istememekle beraber, din ve ahlak kurallarıyla çizilmiş dar sınırlar içinde yaşamasını da diler. orta çağ'da tanı anlamıyla hâkim olan bu şartlar, o herkese malum ünlü ve zarif aşkları yaşatmıştı. o zaman kadın muhterem bir sevgili olarak şatoda kalırdı, erkek haçlı seferleri'ne giderdi. ama uzak ülkelerin yollarını adımlarken hep hanımını düşünürdü. sevginin billurlaşması atının adımlarına ayak uydururken geride bıraktığı hanımı, yanında kalan uşağın ruhunda, hem yakın hem uzak yaşayarak öyle duygular uyandırıyordu ki bunlar ancak çok sonra fransız ihtilali'yle bozularak julien sorel'in madam de renal’e olan duyguları hâlini alacaktı. her ikisi arasındaysa gözü açık ve korkusuz bir uşak olan cherubin yer alır.*

zarif aşkların hüküm sürdüğü dönemlerde âşık, kendini sevdirmek için çabalamazdı. sessiz ya da ümitsizce sevmeye razı olurdu. monsieur de nemours ile princesse de cleves için de böyle oldu.** bazıları bu lekesiz tutkuları gerçeğe aykırı, safça şeyler olarak görürler. fakat uzaktan uzağa hayranlık, ince bir ruha kuvvetli zevkler verir. bu zevkler tamamen kişinin içinde olduğundan, hayal kırıklıklarına ve tasavvurların yanlış çıkmasına karşı daha iyi korunurlar.

"açıkça söylemeye cesaret edemeden sevmenin, dikenleri de tatlı yanları da vardır. son derece hayranlık duyulan bir insanın hoşuna gitmek amacıyla, bütün hareketlerini düzeltmekte ne büyük heyecan duyulur... her gün duygularını açığa vurma arzusuyla, sevgilisine konuşuyormuş gibi konuşarak zaman harcar. aynı anda gözleri hem parlar hem söner; bütün bu karışıklıklara sebep olan sevgilinin aldırış ettiği yoksa da takdire layık olan birisi için yapılan bunca şeyi hissederek insan kendisini tatmin eder."

eğer toy bir delikanlı, sahnenin dışında görmediği bir sanatçıyı severse onu sesinin ve yüzünün ilham ettiği, fakat şüphesiz ki sahip olmadığı bütün ruhsal üstünlüklerle süsler. onu marivauks ya da musset tarafından düşünülmüş rollerin birinde gördüğü için, kendisinde temsil ettiği şahsın şiirli cazibesi var sanır. onu yalnızca sahne ışıklarının kusurları örtücü aydınlığı altında seyrettiğinden, buruşukluklarından ve yaşından haberi yoktur. onu hayatta hiç görmediğinden öfkelerini ve boş gururlarını bilmez. byron der ki: “sevilen kadın için ölmek, onunla beraber yaşamaktan daha kolaydır." bir romancıya hayranlık duyan bir kadın da onun romanlarındaki kahramanların inceliğini taşıdığını sanır; eklemlerindeki romatizmadan, yemeklerden sonraki hazımsızlığından, uyuklamalarından, hastalık hâlini almış alınganlıklarından habersizdir. erişilemeyecek kadar uzakta olunca hayranlık uyandırmak kolaydır.

şu halde, aşkı zarardan kurtarmak için, kendini sevdirmek ve tanıtmaktan vazgeçmek mi gerekiyor? hayır! ilk günlerinde bu derece güzel olan platonik aşklar uzun sürmez. her ne kadar “aşkın yolu ne kadar uzarsa ince bir ruh da o kadar fazla zevk alır” denilirse de bu yolun hoş dönemeçlerden geçtikten sonra hedefe ulaşması ve çorak yerlerde kaybolmaması lazımdır. aksi halde aşk yorulur, uykuya dalar ve gıdasızlıktan ölür. "kaynaktan beslenmeyen ırmak kurur.” o halde, sevilmek arzusu, sevenin ruhunda er geç bütün kuvvetiyle doğacaktır.

o zaman geldiğinde sevme sanatı kendisine neler öğretebilir? aşk iksirleri mi, büyüler ve tılsımlar mı öğretir? eski şiirler ve peri masalları büyücülerle doludur ve bugün de théocrite'in ya da ovide'in devrinde olduğu gibi, paris'in, londra'nın ve new york'un pis sokaklarındaki bir kocakarıya günde en az yüz defa insanlığın bin senelik sayhası yansıyor. "peki ama ne yapmalıyım ki beni sevsin?" bu çığlığa, insanlığın yine o kadar eski olan tecrübesi -bütün çığlıklara cevap verdiği gibi- birtakım törenler ve ayinlerle cevap veriyor.

* stendhal'in kırmızı ve siyah adlı ünlü romanının kahramanları.
** madame de la fayette'in princesse de cleves eserinden.

s.57-60
andre maurois
yaşama sanatı (kendini sevdirmek)

türkçesi: hamdi özak
kaknüs yayınları