sözcükler – tabutmag forum
…kalpsiz biriydim ben. Çok eğlenceli bir katliamdı bu ve ben kendi külyutmazlığımdan haz duyuyordum. Hatalarımı böyle bir incelikle kabul etmem, daha sonra böyle hataları yapmayacağımı kendime kanıtlamak içindi. Kim inanır buna?



“Hiçbir şey bir kitaptan daha önemli görünmüyordu bana. Kitaplığı, bir tapmak olarak görüyordum. Bir “molla”nın torunu olan ben, dünyanın çatısında, altıncı katta, Ana Ağacın en yüksek dalına tünemiş olarak yaşıyordum: Ağacın gövdesi asansör kabinesiydi. Balkona çıkıyor; yoldan gelip geçenlere küçümseyerek bakıyor, benim gibi sarı bukleleri ve körpe bir kadınsılığı olan akranım komşu kız Lucette Moreau’yu parmaklıkların arasından selamlıyordum. Sonra cella’ya (hücre) ya da pronaos’a (tapınakların ön bölümü) geçiyordum, ama hiçbir zaman kendim olarak aşağı inmiyordum oralardan; annem beni Luxembourg Bahçesi’ne götürdüğünde, yani her gün, önemsiz yanlarımı bu bayağı yerlere adeta ödünç veriyordum; ama şanlı bedenim tüneğinden hiç ayrılmıyordu ve sanırım hâlâ oradadır. Her insanın doğal bir yeri vardır; gurur da değer de saptamaz onun yüksekliğini, ama çocukluk karar verir her şeye.”

Jean-Paul Sartre
Sözcükler
“Ben hayatıma nasıl başladımsa öyle öleceğim kuşkusuz; hep kitapların arasında. Büyükbabamın çalışma odasında her tarafta kitaplar vardı; onların ancak ekim ayından biraz önce yılda bir kere tozunun alınmasına izin veriliyordu. Daha okumayı öğrenmeden, onlara ilişkin düşler kuruyordum; dik ya da eğik duran dümdüz taşlardı onlar; kitaplığın raflarında, tuğlalar gibi tıkış tıkış duruyorlardı ya da dikili taşlar gibi saygıdeğer aralıklarla yer almışlardı. Ailemin zenginliğinin onlara bağlı olduğunu hissediyordum. Hepsi birbirine benziyordu; ufacık bir tapınakta sıçrayıp oynuyordum ve bu tapınak benim doğduğumu görmüş olan ve ölümünü de görecek olan ve sürekliliği, geçmişim kadar sakin bir geleceği bana emniyet içinde sunan tıkız ve kadim anıtlardan oluşuyordu. Tozları, ellerime şan şeref kazandırsınlar diye onlara gizlice dokunuyordum, ama ne yapacağımı pek bilmiyordum onlarla ve anlamadığım törenlere her gün tanıklık ediyordum: Anneannemin eldivenlerini iliklemesine ihtiyaç duyacak kadar beceriksiz olan büyükbabam, bu kültür nesnelerini, ayin yapan bir rahibin ustalığıyla elliyordu. Dalgın bir hava içinde, masanın çevresinde durup iki adımda odayı geçerek, hiç tereddüt etmeden bir kitabı eline aldığını, seçmek için hiç zaman kaybetmediğini, koltuğuna dönerken sayfalarını karıştırdığını ve başparmağı ile işaret parmağının uyumlu bir hareketiyle daha oturur oturmaz bir anda “gerekli sayfayı” bulup açtığını görmüş ve bunu yaparken ayakkabı gıcırtısına benzeyen bir ses çıkardığını belki bin kere duymuştum. Kimi zaman istiridye gibi ortasından ikiye ayrılan bu kutuları gözlemlemek için yaklaşıyordum ve iç organlarının çıplaklığını görüyordum birden: Bunlar soluk renkli, rutubetli, hafifçe kabarmış, küçük siyah damarlarla kaplı olan ve mürekkebi içip mantar gibi kokan sayfalardı.


Büyükannemin odasındaki kitaplar yatık durumdaydı; bir kitaplıktan ödünç alıyordu onları ve hiçbir zaman iki taneden fazlasını bir arada görmemiştim. Bu ıvır zıvır kitaplar, yumuşak ve parıltılı sayfaları yaldızlı kâğıttan kesilmişe benzediği için yılbaşı şekerlemelerini hatırlatırdı bana. Parlak, beyaz ve neredeyse yepyeniydiler ve küçük sırlar için bir bahaneydiler. Her cuma günü, büyükannem sokağa çıkmak için giyiniyor ve “Onları geri vereceğim,” diyordu, geri döndüğünde, şapkasını ve siyah tülünü çıkardıktan sonra, manşonundan çekip çıkarırdı bu kitapları ve ben aldatılmış gibi, “Aynı kitaplar mı bunlar?” diye düşünürdüm. Anneannem, daha sonra onları titizlikle “kaplar”, aralarından birini seçer, pencerenin yanında koltuğuna kurulur, yuvarlak gözlüğünü takar, mutluluk ve yorgunlukla iç geçirir ve daha sonra Joconde’un dudaklarında keşfettiğim hafif ve şehvetli bir gülümsemeyle gözkapaklarını indirirdi; annem de, susmamı işaret ederdi bana ve ben, ayinleri, ölümü, uykuyu düşünür; kutsal bir sessizlikle doldururdum içimi. Zaman zaman, hafifçe kıkırdardı Louise; kızını çağırır, bir satırı işaret ederdi ve iki kadının suç ortaklığı dolu bakışları karşılaşırdı. Ama ben, bu cicili bicili kitapları sevmiyordum; onlar davetsiz misafirlerdi ve büyükbabam bu kitapların yalnızca kadınlara özgü olan değersiz bir tapınmanın nesneleri olduğunu açıklamaktan geri kalmazdı. Pazar günü, yapacak bir şeyi olmadığı için karısının odasına girer ve söyleyecek bir söz bulamadan karşısına dikilirdi onun ve herkes ona bakardı, parmaklarıyla camda trampet çalar gibi yapar ve kafası bomboş, Louise dönüp elindeki romanı kapardı. Karısı, “Charles sayfamı kaybettireceksin bana!” diye bağırırdı öfkeyle. Büyükbabam, kaşlarını kaldırıp okumaya koyulur ve ansızın işaret parmağıyla vururdu kitaba ve “Anlamıyorum!” derdi. Büyükannem, “Niçin anlayacakmışsın, sen gizli anlamları arıyorsun,” diye cevap verirdi. Büyükbabam da, kitabı masanın üzerine atıp omuz silkerek çekip giderdi.”

s.34
Jean-Paul Sartre
Sözcükler

Çev.: Selâhattin Hilâv
Can Yayınları, 1997