mermer bir platformda toplanmıştık. bir avuçtuk artık. ardımızda yaptıklarımızdan çok yapamadıklarımız vardı. umutlarımız, ortak amaçlarımız, didişmelerimiz, gündelik küskünlüklerimiz, gün ışığı görmemiş gizlerimiz...
yıllar önce ki ilk günde, giriş katını doldurduğumuzda, çevremizde ne varsa bizimle birlikte tazeleniyordu. i̇stekli, yetenekli olduğumuz saptanmış, "burası sizindir" denmişti. kuşkuyla tanışmıyorduk. saptamayı yapanlara güvendiğimiz için, seçimlerine de güvenmiştik.
uzun bir yürüyüşün başındaydık. i̇ş bölümü yapıldı, alanlarımız belirlendi. her şey, biz nasıl istiyorsak öyle oldu. ya da sunulanın bize en uygun şey olduğunu düşünüyor, hemen benimsiyorduk. hırsla sarılıyorduk önümüze konanlara. burası bize verilmişti, bizimdi. olanaklar, olasılıklar, gelecek başımızı döndürüyordu. nasılsak öyle olan kendimizi, gerçekleştirmeyi amaçladığımız kendimizi, birbirimizi coşkuyla seviyorduk. "biz" diye söz ediyorduk oluşturduğumuz toplulukta. coşkumuzun var ettiği "biz"in vazgeçilmez üyeleri olarak güçlü hissediyorduk kendimizi. boşluklarımıza, gediklerimize, ilişkilerimizin ayrıntılarına, sakatlıklarımıza ayıracak zamanımız yoktu. ayrıca onları ortaya koyma konusunda kararsızdık. bir gün açık yüreklilikle konuşsak, ertesi gün konuştuklarımızın ağırlığıyla eziliyorduk. yine de biz geldik. sonsuza kadar genç kalacaktık.
i̇lk gün salonu doldurduğumuzda ne kadar gerçeksek mermer platformda toplandığımız o garip ikindi sonrasında da o kadar gerçektik. azalmıştık artık. bütün parçalanmıştı. birer birer kopup gidenlerin ardından acıyla, acıdan da çok acımayla bakardık. bizsiz nasıl var olabileceklerini anlayamazdık.
sen, aramızda ağır ağır dolanırdın. sofralarımızın vazgeçilmez konuğuydun. alnınla ağırlık, dilinle hafiflik taşırdın. ceketin, bedeninin parçası olmuştu. ceplerin ışıl ışıl renkli taşlarla, öykülerle, kabuklu böceklerle, billur su kutularıyla, gece kırpıntılarıyla, ipekten düş keseleriyle dolu olurdu. kime ne çıkacaksa, dağıtarak geçerdin.
sen uzaktan görününce, "i̇şte" derdi içimizden biri, "odisseus geliyor." eklerdi hemen biri: "partallar içinde." üçüncüsü yer açardı yanında. hevesle beklerdik anlatacaklarını. i̇çki üstüne içki sunardık, susma diye. nazlanmazdın.
dışımızdaydın. seni kendimizden saymasak da, sende bulduklarımızı kendimizin sayardık. sonra istemez olduk seni. canımızı sıkıyordun artık. cebindekilerin çoğunu görmüştük. alnın daha ağırdı yanımızdan geçerken, dilin de ağırdı artık. yüzüne bakamazdık eskittiklerimiz yüzünden.
platformda toplandığımızda yıpranmış, tökezlemiş, erginleşmeden ergin yaşa gelmiştik. kargaşa içindeydik.
aramızdan biri seçilecekti. bizi böyle bir seçim yapmaya kimin, neyin zorladığını bilmiyorduk. bildiğimiz tek şey seçimin zorunlu olduğuydu. kimse aday değildi. hiç böyle alabora olmamıştık. seçilenin ödülü felaketi olacaktı ya da felaketi ödülü. sürekli tırnaklarını kemiren, saçlarını savuran biri, tıslayan bir sesle, kıyıcı ve atak "sen!" dedi, "sen!" işaret parmağıyla beni göstererek, "sen olabilisin." platformun vadiye en yakın ucunda duruyordum. bir anda, orada bulunan bütün işaret parmakları bana yöneldi: "sen olabilirsin mevsimleri olmayan yalnızlığın bekçisi, sen olabilirsin duvarsız tapınağın bekçisi, yunus renginin bekçisi!.." dehşete düştüm. ömrümün doruğunu gösteriyordu lanetli parmakları. "hayır, hayır," diye direnmek istedim, "benim için çok fazla, taşıyamam..."
i̇şte tam o sırada göründün sütunların dibinde. onurla korkunun tutsağı olduğum anda. yalnız senin yaratabileceğin tören gerginliğiyle indin merdivenleri, gelip ortamızda durdun. soluk alamıyorduk. yüzünde yabansı bir sarılık, ellerini ceplerinden çıkardın; her şeyden uzaklaşmış, alaycı, acılı bir gülümseyişle yavaş yavaş açtın avuçlarını. bomboştular. ceplerin ve alnın her zamankinden ağır, ellerin boş... vadiye bakıyordun tutkuyla. biliyorduk, daha seçi başlamadan seziyorduk; giden sen olacaktın.
yürüyüp gittiğinde vadinin derinliklerine
bastığın yer
gün batımının kınaladığı kayıklardı
bir minyatürün lacivert zemini olsaydı
böyle kaybolmazdın.
nursel duruel - yazılı kaya
yapı kredi yayınları, s.33-35
yıllar önce ki ilk günde, giriş katını doldurduğumuzda, çevremizde ne varsa bizimle birlikte tazeleniyordu. i̇stekli, yetenekli olduğumuz saptanmış, "burası sizindir" denmişti. kuşkuyla tanışmıyorduk. saptamayı yapanlara güvendiğimiz için, seçimlerine de güvenmiştik.
uzun bir yürüyüşün başındaydık. i̇ş bölümü yapıldı, alanlarımız belirlendi. her şey, biz nasıl istiyorsak öyle oldu. ya da sunulanın bize en uygun şey olduğunu düşünüyor, hemen benimsiyorduk. hırsla sarılıyorduk önümüze konanlara. burası bize verilmişti, bizimdi. olanaklar, olasılıklar, gelecek başımızı döndürüyordu. nasılsak öyle olan kendimizi, gerçekleştirmeyi amaçladığımız kendimizi, birbirimizi coşkuyla seviyorduk. "biz" diye söz ediyorduk oluşturduğumuz toplulukta. coşkumuzun var ettiği "biz"in vazgeçilmez üyeleri olarak güçlü hissediyorduk kendimizi. boşluklarımıza, gediklerimize, ilişkilerimizin ayrıntılarına, sakatlıklarımıza ayıracak zamanımız yoktu. ayrıca onları ortaya koyma konusunda kararsızdık. bir gün açık yüreklilikle konuşsak, ertesi gün konuştuklarımızın ağırlığıyla eziliyorduk. yine de biz geldik. sonsuza kadar genç kalacaktık.
i̇lk gün salonu doldurduğumuzda ne kadar gerçeksek mermer platformda toplandığımız o garip ikindi sonrasında da o kadar gerçektik. azalmıştık artık. bütün parçalanmıştı. birer birer kopup gidenlerin ardından acıyla, acıdan da çok acımayla bakardık. bizsiz nasıl var olabileceklerini anlayamazdık.
sen, aramızda ağır ağır dolanırdın. sofralarımızın vazgeçilmez konuğuydun. alnınla ağırlık, dilinle hafiflik taşırdın. ceketin, bedeninin parçası olmuştu. ceplerin ışıl ışıl renkli taşlarla, öykülerle, kabuklu böceklerle, billur su kutularıyla, gece kırpıntılarıyla, ipekten düş keseleriyle dolu olurdu. kime ne çıkacaksa, dağıtarak geçerdin.
sen uzaktan görününce, "i̇şte" derdi içimizden biri, "odisseus geliyor." eklerdi hemen biri: "partallar içinde." üçüncüsü yer açardı yanında. hevesle beklerdik anlatacaklarını. i̇çki üstüne içki sunardık, susma diye. nazlanmazdın.
dışımızdaydın. seni kendimizden saymasak da, sende bulduklarımızı kendimizin sayardık. sonra istemez olduk seni. canımızı sıkıyordun artık. cebindekilerin çoğunu görmüştük. alnın daha ağırdı yanımızdan geçerken, dilin de ağırdı artık. yüzüne bakamazdık eskittiklerimiz yüzünden.
platformda toplandığımızda yıpranmış, tökezlemiş, erginleşmeden ergin yaşa gelmiştik. kargaşa içindeydik.
aramızdan biri seçilecekti. bizi böyle bir seçim yapmaya kimin, neyin zorladığını bilmiyorduk. bildiğimiz tek şey seçimin zorunlu olduğuydu. kimse aday değildi. hiç böyle alabora olmamıştık. seçilenin ödülü felaketi olacaktı ya da felaketi ödülü. sürekli tırnaklarını kemiren, saçlarını savuran biri, tıslayan bir sesle, kıyıcı ve atak "sen!" dedi, "sen!" işaret parmağıyla beni göstererek, "sen olabilisin." platformun vadiye en yakın ucunda duruyordum. bir anda, orada bulunan bütün işaret parmakları bana yöneldi: "sen olabilirsin mevsimleri olmayan yalnızlığın bekçisi, sen olabilirsin duvarsız tapınağın bekçisi, yunus renginin bekçisi!.." dehşete düştüm. ömrümün doruğunu gösteriyordu lanetli parmakları. "hayır, hayır," diye direnmek istedim, "benim için çok fazla, taşıyamam..."
i̇şte tam o sırada göründün sütunların dibinde. onurla korkunun tutsağı olduğum anda. yalnız senin yaratabileceğin tören gerginliğiyle indin merdivenleri, gelip ortamızda durdun. soluk alamıyorduk. yüzünde yabansı bir sarılık, ellerini ceplerinden çıkardın; her şeyden uzaklaşmış, alaycı, acılı bir gülümseyişle yavaş yavaş açtın avuçlarını. bomboştular. ceplerin ve alnın her zamankinden ağır, ellerin boş... vadiye bakıyordun tutkuyla. biliyorduk, daha seçi başlamadan seziyorduk; giden sen olacaktın.
yürüyüp gittiğinde vadinin derinliklerine
bastığın yer
gün batımının kınaladığı kayıklardı
bir minyatürün lacivert zemini olsaydı
böyle kaybolmazdın.
nursel duruel - yazılı kaya
yapı kredi yayınları, s.33-35