özgürlüğe kavuştuğumuzda kendimi doğal olarak nahoş bir durumda buldum; yine de yaşadığım zorluklar, umduğumdan daha fazla olsa da beklediğimden daha azdı. guitry'nin hapse girdiği, brasillach'ın idam edildiği bir dönemde, benim kabahatimin —tıpkı babamınki gibi— fazla önemli kabul edilmediği ortaya çıktı, zira karşısına çıktığım sorgucular beni yerden yere vursalar da yaptıklarım cümle âleme ilan edilmedi, en azından louise'in kulağına gitmedi.
ben amerika'ya gidene kadar, neredeyse savaştaki kadar mütevazı bir hayat sürdük. elime geçen bütün i̇ngilizce kitapları okuyordum, bunların çoğu günün birinde benim de yazmak isteyebileceğim türden şeylerdi —tabii yeniden yazacak olursam. neredeyse yegâne lüksümüz amerikan filmlerine gitmekti, bunlar genelde dört beş yıl önce çekilmiş olurdu, savaştan sonra bastırılmış şeylerin neşeyle geri dönüşü havasında paris'e üşüşmüşlerdi. louise scripte olarak, paté'ye program metinleri yazarak üç beş kuruş bir şey kazanıyordu, ben de i̇ngilizceden teknik, hatta askeri belgeleri çevirerek hemen hemen onun kadar kazanıyordum, hatta bir keresinde somerset maugham'ın bir romanını çevirmiştim. yine de çektiğim onca sıkıntıya rağmen, ailemin evinde sakladığım paradan faydalanmak bir an olsun aklıma gelmemişti. onu göç için ayırmıştım, bu konuyu louise'e ancak gerçekleşeceğine emin olmadıkça açmak niyetinde değildim.
zira akılsızlığımın yükü içimde bütün ağırlığıyla yatıyordu —benim için savaş bitmemişti. bu yıllar fransızlar için korkunçtu, barthes'ın da bir yerlerde yazdığı o neredeyse bir yıl süren kışların mitik soğukluğu ve insafsızlığı berbattı; yine de hırpalanmış kıtamızın yıkıntıları arasında hayat kıpırdanıyordu. tıpkı bir maceranın başlangıcında olduğu gibi her şey yeniden mümkün, düşünmeye değer geliyordu; "esas filmden" önceki meşum bir kısa filmde, toplama kamplarının kurtuluşunun görüntüleri bir haber bandı olarak bize ihsan edildi, bana ihsan edildi; ölmüş yahudilerin siyah-beyaz ışıltısıyla aydınlanan bir sinemada sessiz, savunmasız oturuyordum, bu görüntüler korkunçlaştıkça çoktan soluklaşmış, artık akıl erdiremediğimiz bir tarihe ait gibi geliyordu insana, geleceğimizle yüzleşmek için onlara sırtımızı dönmemiz gerekiyordu.
benim değil, bizim geleceğimiz: yoğun ve canlı kamudan dışlandığımı biliyordum. sadece paris, fransa değil, avrupa'nın bütünü, şerefsizce ve rezilce katıldığım bir suçun sahnesiydi. kalsaydım neye dönüşecektim? gezgin bir nazi'ye mi? bu, küçük düşürücüydü. hâlâ gençtim, yaşamak istiyordum. tavanı kurbanın üzerine inen, duvarları daralan gotik bir işkence odası gibi üzerime üzerime geliyordu avrupa, ıslah olabilmek için amerika'ya gitmem gerektiğine her geçen gün daha fazla inanıyordum; onun o rengârenk, fırsatlar yamalı bohçasında, tarafsız, tantanalı uçsuz bucaksızlığında kendimi toparlayacaktım, gerçi orada ne yapabileceğimi, başarılı olup olamayacağımı pek bilmiyordum, hele bana entelektüel ve tinsel bir kurtuluş sunacağını hiç beklemiyordum.
gilbert adair - yazarın ölümü
çevirmen: aslı biçen, yapı kredi yayınları, s.48-50
ben amerika'ya gidene kadar, neredeyse savaştaki kadar mütevazı bir hayat sürdük. elime geçen bütün i̇ngilizce kitapları okuyordum, bunların çoğu günün birinde benim de yazmak isteyebileceğim türden şeylerdi —tabii yeniden yazacak olursam. neredeyse yegâne lüksümüz amerikan filmlerine gitmekti, bunlar genelde dört beş yıl önce çekilmiş olurdu, savaştan sonra bastırılmış şeylerin neşeyle geri dönüşü havasında paris'e üşüşmüşlerdi. louise scripte olarak, paté'ye program metinleri yazarak üç beş kuruş bir şey kazanıyordu, ben de i̇ngilizceden teknik, hatta askeri belgeleri çevirerek hemen hemen onun kadar kazanıyordum, hatta bir keresinde somerset maugham'ın bir romanını çevirmiştim. yine de çektiğim onca sıkıntıya rağmen, ailemin evinde sakladığım paradan faydalanmak bir an olsun aklıma gelmemişti. onu göç için ayırmıştım, bu konuyu louise'e ancak gerçekleşeceğine emin olmadıkça açmak niyetinde değildim.
zira akılsızlığımın yükü içimde bütün ağırlığıyla yatıyordu —benim için savaş bitmemişti. bu yıllar fransızlar için korkunçtu, barthes'ın da bir yerlerde yazdığı o neredeyse bir yıl süren kışların mitik soğukluğu ve insafsızlığı berbattı; yine de hırpalanmış kıtamızın yıkıntıları arasında hayat kıpırdanıyordu. tıpkı bir maceranın başlangıcında olduğu gibi her şey yeniden mümkün, düşünmeye değer geliyordu; "esas filmden" önceki meşum bir kısa filmde, toplama kamplarının kurtuluşunun görüntüleri bir haber bandı olarak bize ihsan edildi, bana ihsan edildi; ölmüş yahudilerin siyah-beyaz ışıltısıyla aydınlanan bir sinemada sessiz, savunmasız oturuyordum, bu görüntüler korkunçlaştıkça çoktan soluklaşmış, artık akıl erdiremediğimiz bir tarihe ait gibi geliyordu insana, geleceğimizle yüzleşmek için onlara sırtımızı dönmemiz gerekiyordu.
benim değil, bizim geleceğimiz: yoğun ve canlı kamudan dışlandığımı biliyordum. sadece paris, fransa değil, avrupa'nın bütünü, şerefsizce ve rezilce katıldığım bir suçun sahnesiydi. kalsaydım neye dönüşecektim? gezgin bir nazi'ye mi? bu, küçük düşürücüydü. hâlâ gençtim, yaşamak istiyordum. tavanı kurbanın üzerine inen, duvarları daralan gotik bir işkence odası gibi üzerime üzerime geliyordu avrupa, ıslah olabilmek için amerika'ya gitmem gerektiğine her geçen gün daha fazla inanıyordum; onun o rengârenk, fırsatlar yamalı bohçasında, tarafsız, tantanalı uçsuz bucaksızlığında kendimi toparlayacaktım, gerçi orada ne yapabileceğimi, başarılı olup olamayacağımı pek bilmiyordum, hele bana entelektüel ve tinsel bir kurtuluş sunacağını hiç beklemiyordum.
gilbert adair - yazarın ölümü
çevirmen: aslı biçen, yapı kredi yayınları, s.48-50