kaktüsü, odamda kısmen güneş alan bir yere, aziz vlas biblosunun ve şans getiren ortası delikli bir taşın yanına yerleştirdim. birkaç ay sonra, hırvatistan’daki savaş patlak verdi. şpegely’in filmi, plitviçe, borovo selo...
onu düzenli olarak her beş günde bir suladım ve yerinden oynatmamaya özen gösterdim.
vaktizamanında anneannem bana kaktüslerin yerinin değiştirilemeyeceğini söylemişti. onlar yalnızca tek bir yerde olabilirdi. o yerin nasıl olduğu veya en güzel yer olup olmadığı çok da önemli değildi, o yerin onlara ait olmasıydı mühim olan. o kaktüsün üzerine titredim ve ona karşı hiçbir hatam olmamış olmamasına ben bile hayret ettim.
tıpkı hevesli tezgâhtarların önemli günler öncesinde çıkarıp sunduğu o küçük, sempatik hediyeler gibi telef olmak yerine kaktüs büyümeye başladı. dikenleri uzadı, tıpkı küçük bir kirpi kadar narindi. şişmanladı. güneşi, ardından yavaşça zorlamaya başladı. artık bir çocuğun baş parmağı kadar değildi. kız arkadaşım odaya geldiğinde ise kaktüsün benim ihmalkârlığımda boğulmadığına sevindi.
- sana benzemeye başlamış.
- kaktüs mü?
- yani, sana benzemek denemez, daha çok bedeninin bir parçası olmuş gibi.
kabul ediyorum ki bu durumu fark etmemiştim ancak bunu bana söylemesinin ardından kaktüse bu gözle bakmaya başladım. kaktüs, hayatımızın küçük, neşeli bir ayrıntısı hâline gelmişti. etrafındaki bütün sevgiyi hatıramızda yer etmeye değer hâle getiren bir ayrıntı.
vukovar’ın harap edildiği o günlerde, kapının ardında âdeta buzdan bir nefes hissettim. hayat, hakkında bildiğimden çok daha farklı bir mesele hâline gelmişti. yaşamak, artık ciddi bir müessese. yapılan her hatanın kadere ait olabileceğini hissettim ama yine de bunun nasıl ya da neden olduğunu kafamda berraklaştıramıyordum.
1992 martının son günlerinde kız arkadaşım şehri terk etti. tıpkı bir geziye gidermişçesine…
vedasız.
nisan ayının ilk günlerinde bodrum katına taşındım. elma ağacının üstüne bir havan topu isabet etti. pencerelere ateş ettiler, gardırobun yanındaki şifonyerin eski avusturya modeli aynasını, pirinç tanesinden küçük şarapnel parçaları paramparça etti. cam, âdeta dünya haritasının üzerindeki meridyen çizgilerine dönüştü. telefonlar hâlâ çalışıyordu, ona bunları anlatmaya çalıştım. anlamadı. muhtemelen bunların bir kısmını kafamda kurduğumu düşündü.
her beş günde bir üst kata çıkıp kaktüsü suladım. artık yüzü çetnik mevzilerine dönüktü. ürkekçe güneşe doğru baktım ve baktığım her anda bir kurşun bekledim. aşağısı sıcak, nemli ve sıkış tıkıştı. etraf çürük patates kokuyordu. gözlerimi ise kömür tozu yakıyordu. muhtemelen ana rahminde de durum bundan iyi değildi.
o, ölümün yalnızca saraybosna’da olduğunu zannediyordu. tamamen uzaklaşmış ve acınacak bir hâle gelmişti. bana yeni zelanda’ya gitmek isteyip istemediğimi sordu. sorusunu; bodrum katında olduğumu, o ülkenin bana hayli uzak olduğunu ve bilhassa o ülkede nasıl mutlu olabileceğimi bilmediğimi söyleyerek yanıtladım. kaktüsü hiçbir zaman sormadı. ben de hatırlatmak istemedim.
i̇nsanlar, karanlıkta yalnız kaldıklarında değişirler. bu süreç, duygudan yoksun gelişir. sabahleyin yatağına güzelce uzanmış bir adamın, akşamına saçlarına aklar düşmüş bir şekilde uyandığı bir hikâye biliyorum. rüyasında ne gördüğünü söyleyecek tek bir kişi bile yok. o günlerde kışa karşı ümitsiz bir korku besliyordum.
bir sabah, o beşinci gün, evdeki tüm sular donmuştu. tam o anda aklıma kaktüslerin kışa dayanamadığı geldi. kaktüsü aldım ve aşağı getirdim. bodrum katına, kömür tozu yaktığımız sobanın tam karşısına. ne çok yakın ne çok uzak. tıpkı düşündüğüm gibi hem insanlara hem de kaktüslere uyan bir yerdi.
bir sonraki gün kaktüsü, saksının kenarında uzanmış olarak buldum. ne hâlde mi? tepetaklak, sanki güneş aşağıda bir yerlerdeymiş gibi... onu son kez suluyordum, yolun sonunda olmamıza rağmen.
savaş, bana asabiyeti ve yapay bir dinginlik duygusunu miras bıraktı. ne zaman biri beni sarsacak bir şeylerden bahsetse, içimde bir yerde tıpkı gürültüyü kesen teyp kayıtları gibi kırmızı bir ışık yanar ve ben hiçbir şey hissetmemeye başlarım. ancak o kaktüsü düşündüğümde, işte o zaman hiçbir şey yardım edemez bana. kaktüs, üzüntünün ufak bir tezahürü gibi… görünüşte tehlikesiz, tıpkı çingene kadınların sattığı acı bademler gibi. vaktiyle insanlar, atlar ayakta ölür, diye üzülürlermiş. beni ise kaktüslerin, goethe’nin şiirindeki o çocuk gibi takatten düşmesi kederlendirir. çok da önemli değil, yalnızca hayatta detayları korumamız gerektiğine dair bir uyarı. geride başka bir şey de yok.
milenko yergoviç
saraybosna marlborosu
çevirmen: özge deniz
kutu yayınları
s.32-35
onu düzenli olarak her beş günde bir suladım ve yerinden oynatmamaya özen gösterdim.
vaktizamanında anneannem bana kaktüslerin yerinin değiştirilemeyeceğini söylemişti. onlar yalnızca tek bir yerde olabilirdi. o yerin nasıl olduğu veya en güzel yer olup olmadığı çok da önemli değildi, o yerin onlara ait olmasıydı mühim olan. o kaktüsün üzerine titredim ve ona karşı hiçbir hatam olmamış olmamasına ben bile hayret ettim.
tıpkı hevesli tezgâhtarların önemli günler öncesinde çıkarıp sunduğu o küçük, sempatik hediyeler gibi telef olmak yerine kaktüs büyümeye başladı. dikenleri uzadı, tıpkı küçük bir kirpi kadar narindi. şişmanladı. güneşi, ardından yavaşça zorlamaya başladı. artık bir çocuğun baş parmağı kadar değildi. kız arkadaşım odaya geldiğinde ise kaktüsün benim ihmalkârlığımda boğulmadığına sevindi.
- sana benzemeye başlamış.
- kaktüs mü?
- yani, sana benzemek denemez, daha çok bedeninin bir parçası olmuş gibi.
kabul ediyorum ki bu durumu fark etmemiştim ancak bunu bana söylemesinin ardından kaktüse bu gözle bakmaya başladım. kaktüs, hayatımızın küçük, neşeli bir ayrıntısı hâline gelmişti. etrafındaki bütün sevgiyi hatıramızda yer etmeye değer hâle getiren bir ayrıntı.
vukovar’ın harap edildiği o günlerde, kapının ardında âdeta buzdan bir nefes hissettim. hayat, hakkında bildiğimden çok daha farklı bir mesele hâline gelmişti. yaşamak, artık ciddi bir müessese. yapılan her hatanın kadere ait olabileceğini hissettim ama yine de bunun nasıl ya da neden olduğunu kafamda berraklaştıramıyordum.
1992 martının son günlerinde kız arkadaşım şehri terk etti. tıpkı bir geziye gidermişçesine…
vedasız.
nisan ayının ilk günlerinde bodrum katına taşındım. elma ağacının üstüne bir havan topu isabet etti. pencerelere ateş ettiler, gardırobun yanındaki şifonyerin eski avusturya modeli aynasını, pirinç tanesinden küçük şarapnel parçaları paramparça etti. cam, âdeta dünya haritasının üzerindeki meridyen çizgilerine dönüştü. telefonlar hâlâ çalışıyordu, ona bunları anlatmaya çalıştım. anlamadı. muhtemelen bunların bir kısmını kafamda kurduğumu düşündü.
her beş günde bir üst kata çıkıp kaktüsü suladım. artık yüzü çetnik mevzilerine dönüktü. ürkekçe güneşe doğru baktım ve baktığım her anda bir kurşun bekledim. aşağısı sıcak, nemli ve sıkış tıkıştı. etraf çürük patates kokuyordu. gözlerimi ise kömür tozu yakıyordu. muhtemelen ana rahminde de durum bundan iyi değildi.
o, ölümün yalnızca saraybosna’da olduğunu zannediyordu. tamamen uzaklaşmış ve acınacak bir hâle gelmişti. bana yeni zelanda’ya gitmek isteyip istemediğimi sordu. sorusunu; bodrum katında olduğumu, o ülkenin bana hayli uzak olduğunu ve bilhassa o ülkede nasıl mutlu olabileceğimi bilmediğimi söyleyerek yanıtladım. kaktüsü hiçbir zaman sormadı. ben de hatırlatmak istemedim.
i̇nsanlar, karanlıkta yalnız kaldıklarında değişirler. bu süreç, duygudan yoksun gelişir. sabahleyin yatağına güzelce uzanmış bir adamın, akşamına saçlarına aklar düşmüş bir şekilde uyandığı bir hikâye biliyorum. rüyasında ne gördüğünü söyleyecek tek bir kişi bile yok. o günlerde kışa karşı ümitsiz bir korku besliyordum.
bir sabah, o beşinci gün, evdeki tüm sular donmuştu. tam o anda aklıma kaktüslerin kışa dayanamadığı geldi. kaktüsü aldım ve aşağı getirdim. bodrum katına, kömür tozu yaktığımız sobanın tam karşısına. ne çok yakın ne çok uzak. tıpkı düşündüğüm gibi hem insanlara hem de kaktüslere uyan bir yerdi.
bir sonraki gün kaktüsü, saksının kenarında uzanmış olarak buldum. ne hâlde mi? tepetaklak, sanki güneş aşağıda bir yerlerdeymiş gibi... onu son kez suluyordum, yolun sonunda olmamıza rağmen.
savaş, bana asabiyeti ve yapay bir dinginlik duygusunu miras bıraktı. ne zaman biri beni sarsacak bir şeylerden bahsetse, içimde bir yerde tıpkı gürültüyü kesen teyp kayıtları gibi kırmızı bir ışık yanar ve ben hiçbir şey hissetmemeye başlarım. ancak o kaktüsü düşündüğümde, işte o zaman hiçbir şey yardım edemez bana. kaktüs, üzüntünün ufak bir tezahürü gibi… görünüşte tehlikesiz, tıpkı çingene kadınların sattığı acı bademler gibi. vaktiyle insanlar, atlar ayakta ölür, diye üzülürlermiş. beni ise kaktüslerin, goethe’nin şiirindeki o çocuk gibi takatten düşmesi kederlendirir. çok da önemli değil, yalnızca hayatta detayları korumamız gerektiğine dair bir uyarı. geride başka bir şey de yok.
milenko yergoviç
saraybosna marlborosu
çevirmen: özge deniz
kutu yayınları
s.32-35