cinayet. ne büyük kelime. hele de bizimki gibi küçük memleketler, bizim gibi küçük garibanlar için. ama insan, kapısını hangi kelimenin ne zaman çalacağını bilemiyor işte. hayat, insanı en çok kestirilemez oluşuyla yoruyor.
bütün bunların başıma geldiği günün sabahı, çarşı içi, polis ve tevatürle doluydu. keresteci i̇brahim'i öldürmüşler, lafı almış yürümüştü. sabah gönen yakınlarında, bezirci köyünün azıcık dışında, kafası kopuk, bir çuval içinde gömülü bulmuşlar. i̇ki haftadır ortalarda yoktu. karısı çalmadık kapı bırakmamıştı. benim dükkâna bile iki sefer gelip i̇brahim'i sormuş, ikincide koyverip hüngür şakır ağlamıştı sümüğünü çeke çeke. bu sabah ortaya çıkmış işte. ehliyet bulmuşlar cüzdanından da öyle tanımışlar, kafasından hâlâ haber yok. kadın perişan.
terör dediler. evvelsi hafta kahvede, devsolcu bayram'la kapışmışlar. bir ıvır zıvır siyaset meselesinden, yaka paçaya gelmişler. tam kafayı böğrüne çakıyormuş ki elinden almışlar bayram'ın. dev-sol yapmış olabilir diye söylediler. borç meselesi dedi bir başkası. keresteci i̇brahim'in çok borcu varmış. ev, dükkân, araba, kereste çektikleri kamyonet hep ipotekliymiş. manyaslı'nın büyük oğlu mirza'ya, evle, arabayla, dükkânla ödenmeyecek borcu varmış. manyaslı da alıvermiş kellesini i̇brahim'in.
böyle ölü metrukesi gibi, çuvalla gömmüş sonra da kalanını. olur mu olur. dostu varmış, diyen de oldu. kürt akif' in dalgasına ev açmış, bitirimin müebbetlik oluşunu fırsat bilip. gül gibi yaşayıp gidermiş ilk evvela. derken kulağına gitmiş akif'in olan biten, yeğenlerini salmış i̇brahim'e. kaldırtmış. gençler heyecanlı tabii, vur dedin mi öldürürler. öldürmüşler. hem öldürmek ne, kafasını gövdesinden ayırmışlar, eşya gibi taksim etmişler. ben anlatanların yalancısıyım. pek umurumda da değil aslını sorarsanız. ben başıma geleni bilirim.
uykunun kış odalarını soluk kokusuyla doldurduğu bir saatti. güneşin dünyaya sırt döndüğü, karanlığın soğukla cisimleştiği bir kış gecesi. o günün gecesi işte. karısının arayıştan perişan düşüp kara habere razı geldiği günün gecesi. kapıya vuruldu uzun uzun, patırtılı, özensiz. don paça fırladım yatağımdan. kapının arkasındaki ses, "polis" dedi.
tövbe bismillah, bizim polislik ne işimiz olur. açtım kapıyı. bizimle emniyete kadar geleceksin, dediler. neden diye sormak bile geçmedi aklımdan. kapısına polis gelen insan değiliz ki. bilemedim. onlar açıkladılar mahmur şaşkınlığımı aralayarak. "mehmet çalışkan değil mi? i̇fadenize başvurulacak, üzerinize bir şeyler alın da çıkalım." giyindim. düştüm önlerine. apartmanın önünde bekleyen ekip arabasına bindim. bir mavi bir kırmızı, bir mavi bir kırmızı ışığıyla insanın elini ayağına dolaştıran minibüse. o kadar geç bir vakitti ki, bir tek yüz görmedim camlarda. bir yanlışlık uğruna tüm mahalleye rezil olmak da var, öyle ya.
bir kere, daha dükkânı babam işletiyorken, bir bekçiden alacağını tahsil için girmiştim emniyetin kapısından içeri. babam gönderip, "bekçi ziya'yı bul, çocuğu gönder de son taksiti vereyim, dediydi; al parayı gel," diye tembihlemişti. bir on-on beş dakika beklemiştim gösterilen sandalyeye oturup. bekçi gelip yaptığımız pvc'nin parasını vermişti, çıkıp gelmiştim ben de. daha da bilmem karakolu, emniyeti. muhakkak bir yanlışlık olacak.
bir müddet girişte, ayakta beklettiler karakola varınca. sonra alıp alt kata indirdiler, nezarete. "burada bekleyeceksin," dediler. "memur bey," diyebildim. yol boyunca lafımı hazırlamıştım. "bir yanlışlık oldu galiba, neden çağırmışlar acaba beni?" ben bilmem, der gibi bir baş sallamayla kapadı üstüme nezaret kapısını polis. cevap vermedi. gidişini, ara kapıyı kapatıp bizi bu tarafta kendi halimize bırakışını seyrettim.
benden başka üç kişi daha vardı içeride. birini azıcık tanıyor, birini de biliyordum. üçüncü aşina bir yüzdü ama kimdir nedir çıkaramadım. azıcık tanıdığıma doğru yüzümü dönüp, "selamünaleyküm," dedim. selamımı alıp elleriyle bankı gösterdiler oturayım diye. gazeteciydi biri. gazete dediysem, yalnızca abone olan esnafa gönderilen, matbaa makineleri boş durmasın diye çıkarılan, arada verilen bir-iki resmî ilanla dönen yerel bir gazetenin sahibiydi. "mehmet abi, hayır olsun?" diye sordum. "ne oldu anlamadım, apar topar getirdiler. sizi niye aldılar ki?" dudağını büzdü adam, hayret ve uykuyla, "anlamadım ki be kardeşim," dedi. "i̇fade dediler, karakolda öğrenirsin, dediler. getirdiler."
mahir ünsal eriş - kara yarısı
can yayınları, s.87-89
bütün bunların başıma geldiği günün sabahı, çarşı içi, polis ve tevatürle doluydu. keresteci i̇brahim'i öldürmüşler, lafı almış yürümüştü. sabah gönen yakınlarında, bezirci köyünün azıcık dışında, kafası kopuk, bir çuval içinde gömülü bulmuşlar. i̇ki haftadır ortalarda yoktu. karısı çalmadık kapı bırakmamıştı. benim dükkâna bile iki sefer gelip i̇brahim'i sormuş, ikincide koyverip hüngür şakır ağlamıştı sümüğünü çeke çeke. bu sabah ortaya çıkmış işte. ehliyet bulmuşlar cüzdanından da öyle tanımışlar, kafasından hâlâ haber yok. kadın perişan.
terör dediler. evvelsi hafta kahvede, devsolcu bayram'la kapışmışlar. bir ıvır zıvır siyaset meselesinden, yaka paçaya gelmişler. tam kafayı böğrüne çakıyormuş ki elinden almışlar bayram'ın. dev-sol yapmış olabilir diye söylediler. borç meselesi dedi bir başkası. keresteci i̇brahim'in çok borcu varmış. ev, dükkân, araba, kereste çektikleri kamyonet hep ipotekliymiş. manyaslı'nın büyük oğlu mirza'ya, evle, arabayla, dükkânla ödenmeyecek borcu varmış. manyaslı da alıvermiş kellesini i̇brahim'in.
böyle ölü metrukesi gibi, çuvalla gömmüş sonra da kalanını. olur mu olur. dostu varmış, diyen de oldu. kürt akif' in dalgasına ev açmış, bitirimin müebbetlik oluşunu fırsat bilip. gül gibi yaşayıp gidermiş ilk evvela. derken kulağına gitmiş akif'in olan biten, yeğenlerini salmış i̇brahim'e. kaldırtmış. gençler heyecanlı tabii, vur dedin mi öldürürler. öldürmüşler. hem öldürmek ne, kafasını gövdesinden ayırmışlar, eşya gibi taksim etmişler. ben anlatanların yalancısıyım. pek umurumda da değil aslını sorarsanız. ben başıma geleni bilirim.
uykunun kış odalarını soluk kokusuyla doldurduğu bir saatti. güneşin dünyaya sırt döndüğü, karanlığın soğukla cisimleştiği bir kış gecesi. o günün gecesi işte. karısının arayıştan perişan düşüp kara habere razı geldiği günün gecesi. kapıya vuruldu uzun uzun, patırtılı, özensiz. don paça fırladım yatağımdan. kapının arkasındaki ses, "polis" dedi.
tövbe bismillah, bizim polislik ne işimiz olur. açtım kapıyı. bizimle emniyete kadar geleceksin, dediler. neden diye sormak bile geçmedi aklımdan. kapısına polis gelen insan değiliz ki. bilemedim. onlar açıkladılar mahmur şaşkınlığımı aralayarak. "mehmet çalışkan değil mi? i̇fadenize başvurulacak, üzerinize bir şeyler alın da çıkalım." giyindim. düştüm önlerine. apartmanın önünde bekleyen ekip arabasına bindim. bir mavi bir kırmızı, bir mavi bir kırmızı ışığıyla insanın elini ayağına dolaştıran minibüse. o kadar geç bir vakitti ki, bir tek yüz görmedim camlarda. bir yanlışlık uğruna tüm mahalleye rezil olmak da var, öyle ya.
bir kere, daha dükkânı babam işletiyorken, bir bekçiden alacağını tahsil için girmiştim emniyetin kapısından içeri. babam gönderip, "bekçi ziya'yı bul, çocuğu gönder de son taksiti vereyim, dediydi; al parayı gel," diye tembihlemişti. bir on-on beş dakika beklemiştim gösterilen sandalyeye oturup. bekçi gelip yaptığımız pvc'nin parasını vermişti, çıkıp gelmiştim ben de. daha da bilmem karakolu, emniyeti. muhakkak bir yanlışlık olacak.
bir müddet girişte, ayakta beklettiler karakola varınca. sonra alıp alt kata indirdiler, nezarete. "burada bekleyeceksin," dediler. "memur bey," diyebildim. yol boyunca lafımı hazırlamıştım. "bir yanlışlık oldu galiba, neden çağırmışlar acaba beni?" ben bilmem, der gibi bir baş sallamayla kapadı üstüme nezaret kapısını polis. cevap vermedi. gidişini, ara kapıyı kapatıp bizi bu tarafta kendi halimize bırakışını seyrettim.
benden başka üç kişi daha vardı içeride. birini azıcık tanıyor, birini de biliyordum. üçüncü aşina bir yüzdü ama kimdir nedir çıkaramadım. azıcık tanıdığıma doğru yüzümü dönüp, "selamünaleyküm," dedim. selamımı alıp elleriyle bankı gösterdiler oturayım diye. gazeteciydi biri. gazete dediysem, yalnızca abone olan esnafa gönderilen, matbaa makineleri boş durmasın diye çıkarılan, arada verilen bir-iki resmî ilanla dönen yerel bir gazetenin sahibiydi. "mehmet abi, hayır olsun?" diye sordum. "ne oldu anlamadım, apar topar getirdiler. sizi niye aldılar ki?" dudağını büzdü adam, hayret ve uykuyla, "anlamadım ki be kardeşim," dedi. "i̇fade dediler, karakolda öğrenirsin, dediler. getirdiler."
mahir ünsal eriş - kara yarısı
can yayınları, s.87-89