halûk’a mektuplar – tabutmag forum
Bilge Ağabeyim,

Nasıl toparlarım da yazarım, kestiremiyorum. Yıllar sonra Üstelik evinde oturmadığının bilinciyle... Bunları bırakıyorum... Şunu biliyorum, 14.07.95, yani ölümünün haberi, kolay olmadı benim için. Sonraki iki yıl nedense seninle uğraşıp durdum. Sabah gözümü açtığımda sen düşüyordun usuma. Gece yatağa girdiğimde gene öyle. Beklenmeyen bir şey değildi oysa. Son mektubunda belliydi her şey. Belki daha öncesinde de. Frankfurt'ta, evde, küçük odada fısıldıyordun bana. Gövdende olan kimi şeyler tedirgin ediyordu seni. "Bir küçük ot parçası ver de geveyim." diyordun. Sözün kısası biliyorduk olacakları. Gene de... gene de. Hani konduramamak var ya... Bilmezliğe gelmek de denemez mi?

En son 1994 yazında Oya'yla birlikte sana uğradığımızda, bütün o "metin" "doğal" duruşunun ardında, söylenmeyen, açığa vurulmaktan sanki çekinilen, "bir tür tedirginlik" evin havasına sinmişti. Söylenmeyenin, konuşulmayanın üzerinde durmak, sanki konuşulmuş gibi davranmak "doğru" kavramının dışında olmamalı, değil mi ki bu bir duyuş sorunudur.

Evet, bir bakıma toparlanıyordun. Her halinden belliydi bu.

Bir bakıma da o her zamanki titizliğinle, neyi nasıl yapmalı, neyi nereye yerleştirmeli?.. Gündelik işler, ıvır zıvırlar, sanki değişen bir şey yokmuş gibi, tartılıyor, çamaşır makinesine atılacak çamaşır, yazı masasının üzerine yerleştirilecek defter bütün bunlar düşünülüyordu... Bütün bunlar bunca umurunda olmalı mıydı? Umurundaydı ama. Seni sen yapan özelliklerden biri. Anımsadım birden, gene sana uğradığım bir yaz, evde çamaşırları balkona asan kadına, asılan çamaşırı indirerek, mandalın çamaşıra nasıl tutturularak ipe asılacağını gösterdiğini, anlattığını... Ayrıntıydı bunlar. Doğru. Ama gene seni sen yapan şeylerden biri değil miydi? Ayrıntılarla uğraşmak... Yalnız yazıda, karşılıklı konuşmalarda değil, yaşamın her alanında üstelik.

Bu sanırım son dakikaya değin sürmüş olan, işi gereğince ve zamanında yapma, senin ayrılmaz bir parçan olmuş o görev, o sorumluluk duygusu, tek sözcükle, yazar olsun olmasın insanın insana sorumluluğu, yaşayanın öteki yaşayanlara / canlılara sorumluluğu.

İşte seni sen yapan şeylerden biri daha.

Mektuplarını okuyanlar görecek. Yıllardır sürekli ders verdiğin halde, her ders için yeniden hazırlanma gereği duyman, yazı masasının üzerinde eksik olmayan sözlüklere, anlamını bildiğin sözcükler için bile hiç erinmeden, üşenmeden, yeniden yeniden bakman... Görev ve sorumluluk duygusu ikiz kardeşin gibiydi.

Anılarla hiç işim olmadı benim, bilirsin. Günlerin notunu tutma isteğini ilk gençliğimde duymadım değil. Duysam da günlük tutmadım. İyi bir şey yaptım diye söylemiyorum bunu. Bir olgu, bir saptama, o kadar. Bir saptama daha yapmam gerekirse: geriye dönüp de hangi olay, hangi konuşma var belleğimde diye yokladığımda bir şey gelmiyor usuma. Belleksizin biriyim açıkçası. Ya da bir şeyi aradığımda buluyor, anımsıyor değilim. Bir yaşantı içinde çıkıyorsa çıkıveriyor ortaya. Yaşarken, nasılsa... kullanıyorsam kullanıyorum. Kendiliğinden, akışta...

Bildiğim şey şu Bilge ağabey: yaşamıma iz düşen çok özel, seçkin insanlardan birisin. İnsanlar dediğime bakma, bir elin parmaklarını geçmez aslında bunlar. Belki bir gün bir vesileyle... Örnekse, Mersin Lisesinin o güzel resim öğretmenini, hayat öğretmenini, ressam Haşmet Akal'ı nasıl unutabilirim? 1958-1960 yılları... Bir yöne doğru ağışta ilk kalın iz. Sonrası belli, 1960, Ankara yılları. Hüseyin Cöntürk ve Bilge Karasu. Biribirine benzemez iki ayrı özgün kişilik...

Bildiğin, bildiğim şeyleri yeniden anlatacak değilim. Muradım bu mektupları, bana yazdığın bu mektupları yayımlamak isteğimin altını çizmek. Sen son döneminde her şeyi elden geçirdin. Yanında olma olanağım olabilseydi belki yırttığın, yaktığın çok şeyi kurtarabilirdim. Böyle bir duyguyu içimde saklı tuttuğumu söylemekten çekinmeyeceğim. Ama söylemek neye yarar? Kimi zaman elimizde olmayan şeyler vardır... belki de çokça vardır. Kim bilir?

Mektuplar, elbet bir yazı adamının yayımlansın diye yazdığı şeyler değil. Hele seninkiler, bana yazdıkların. Bunları okuyan senin özel okuyucuların da hemen görecekler bunu. Soru şu: özel şeyler yayımlanmalı mı? Bu soruyu çok kurcaladığımı biliyorum. Bir yazarın okuru karşısına çıkarmağa karar verdiği metinlerin dışında kalanlar, o yazarın daha iyi anlaşılmasına, yazarlığı dışında "insan" olarak özelliklerinin bilinmesine yardımcı olabilir diye düşünüyorum. Hele senin gibi çok seçici bir yazarın. Bunun dışında kalan bir şey daha var, senin elinden çıkan her şeyi bilmek isteyen senin tiryakilerin. Onların hiç mi hakkı yok!

Keşke öteki mektupların da yayımlanabilse... Örneğin Fransa'daki Jean'a yazdıkların. Ben sadece senden adını duymuştum. Daha fazlasını bilen, belki onu tanıyanlar da vardır. O mektuplar bulunsa derim, Türkçeye çevrilse, yayımlansa. Orhan Peker'e, Tural Erol'a, Ertuğrul Oğuz Fırat'a yazdıkların, belki Adalet Cimcoz'a, İstanbul'a taşındıktan sonra Füsun Akatlı'ya, vb. Bir de Forum dergisindeki yazılarını birileri toparlasa derim. Fena mi olur?

Üniversite'de, ilgili öğrencilere böyle ödevler verilmesi Batı'da oldukça yaygın. Elbet seninle ilgili olarak, senin vesilenle söylediklerimi yaygınlaştırmak, Tanzimat, Serveti Fünun dönemlerinde yayımlanan dergilere değin inmek, yazarların yeni yazıya aktarılmamış yazılarını bugüne taşımak, üniversitelerin Türk dili ve edebiyatı bölümü hocalarının işi olmamalı mı?

Bunların daha fazlasını Enis Batur yazdı ("Karasu'nun on ikinci kitabı ve ötesi", Virgül, Mart 2001).

Notunu geçtiğim her şeyi geçiyorum.

Sen "yazı"nın kalıcılığında inançlıydın. Yazıya, yaşamı önde tutma koşuluyla (böyle söyleyebilir miyim?) tutkuyla bağlıydın. Ben şimdilik inançsızlar arasında dolaşmayı sürdürüyorum. Bu nedenle olsa gerek, "yaşadıkça"da karar kıldım. Bir kitabını elime aldığımda, bir mektubunu gördüğümde, herhangi bir nedenle usuma düştüğünde, kimi raslantılarda, seni anıyorum arıyorum, kimi yaşam görüntüleri geliveriyor gözümün önüne, bu bende şimdi de yaşadığının belirtisi değilse ne? Biliyorum, bende yaşayan şey benle bitecek... Bitene dek...

Her şey ölümlüdür diyoruz ya sonsuz bir kalıcılığı nasıl düşünebiliyoruz?

Andıkça anar, anımsar, düşündükçe üretir insan. Bu kadar lafa ne gerek var. Asıl olan bu mektupları başkalarıyla da paylaşmak isteği değil mi? Paylaşmak isteyenlerle elbet.

"Her şeyin bir aradalığına yenik düşeceğimi bile bile."

Haluk Aker
Frankfurt, 20.11.2001

IX—XII

Bilge Karasu
Halûk'a Mektuplar
30 Yılın Yazışmaları

Devin Yayınları, 2002
halûkçuğum,

günler geçip gidiyor. birtakım şeyler yapıyoruz, ya da yapıyor gibi yaşıyor, oyalanıyoruz. sana uzun zamandır mektup yazmadığımı söylemek boş, biliyorsun. niye yazmadım diyerek birtakım nedenler göstermek de boş; çünkü bunların neler olabileceğini bilmen bir yana, hangi neden sevilen bir insana iki satır yazılmamasını hoş gösterebilir? yok öyle şey. gene de gündelik yaşayışın boktan pısırıklıkları, küçüklükleri içinde insan bu en büyük suçu işliyor. kısacık, ama beni fena silkeleyen mektubunu alalı da on beş gün oldu. ben nerelerdeyim?

yarımcalar gene uğradı daha doğrusu, ben uğradım. gene yarı uykuda, yarı düşte yaşar gibiyim. radyoda yeniden işe başladığımı biliyor muydun? onu da söyleyeyim bari. öyle canlı yayın değil. haftalık konuşmalar falan. ama dünya kadar vakit alabiliyor. şimdi, para kazanmak derdiyle yeni, haftanın altı saatini alacak yeni bir ders kabul ettim. evden taşınmamız gerek. bir yandan ev aramak, bir yandan da kitap, kâğıt toplayıp sarmalamak, öbür eve geçince de hepsini açıp yerleştirmek. geçenlerde güven yardım etti. edecek gene de. sağ olsun. bu arada ayların, yılların yitikleri de bulunuyor. pasaport, para dolu zarflar gibi... bu karışıklık içinde, bir yandan metin yazıyorum, bir yandan coğrafya kitabının parçalarını, bir yandan da öykü. yazıyorum ya, ne zaman ortaya çıkaracağım, bilemem. i̇stiyorum ki birkaç şey olsun elde, art arda çıksın. bu gidişle olabilecek galiba. mektup yazmadım bir buçuk, iki ay boyunca. şimdi teker teker yazmağa başladım. bunların hiçbiri bahane değil. gene söylüyorum. haberin olsun diye yazıyorum, o kadar.

"salgı" adlı öykün üzerine konuşmak isterdim. çok güzel olan şeyler var. çok güzel yaptıkların var. bir de traş edilmesi gereken, yontulması gereken noktalar var. bunları konuşmak gerek. yazmak, söyleyeceklerime (hepimiz yazarız da ondan) bir çeşit ağırbaşlılık, bilgiçlik taslayıcılığı getiriyor, ister istemez. yordam'daki öykülerini, söylemesi ne denli ayıpsa da, hâlâ okuyamadım. utanmak da para etmez. ahtapota benzemek güzel ya, ahtapotluğun tadı ancak altı aydan altı aya yapılacak "toplu bakış çalışması" ile çıkar. yoksa, gündelik ölçüler içinde dağınık, sekiz kolu sekiz ayrı hava çalan bir yaratıktan öte bir halimiz yok. bunu sen anlamazsan kimse anlamaz. yakın eşlerden dostlardan eczanede görüşüp tatlı tatlı sohbet ettiğimiz ağabeylere, amcalara dek herkes "yahu nerelerdesin" diye karşılıyor beni her gördüğünde.

ne marifet, değil mi?

sekiz, sen gittikten kısa bir zaman sonra bir sabah çıktı, bir daha da dönmedi. sekiz yok artık. arınmalar konusunda bir adım daha atmış olduk. bakalım, nereye vardıracağız işi?

eski, tarihsiz, öykünle birlikte yolladığın mektupta, eleştirmenler karşısındaki tutumu acı acı eleştiriyordun. biliyor musun? böyle şeyleri artık hemen hemen hiç görmüyorum. arada bir rastladıklarım var. ya, diyorum, bak bak, diyorum, yazık, diyorum. başka bir şey demek gelmiyor içimden. herkesin görüşünü herkesin görüşü diye kabul etmek zorundayız. beğenmesek de. bilmediğin şey değil. buna karşılık söylemek istiyorsan bir şeyler, söylersin. ama bu söylediklerinin ne ölçüde değeri, yankısı olur? o ayrı. ben şu ara, bir şeyler demektense, bir şeyler yazmak daha iyidir diye düşünüyorum galiba. metin incelemesini gereksiz görenler yanında gerekli görenler de var. yapanlar gerekli görüyorlardır. yapsınlar. hangi takımın "kazanacağı" zamanla belli olur. yok, gereksiz görenlerin düşünceleri seni etkileyebiliyor, seni bundan, diyelim, vazgeçirebiliyorsa, o da iyi, demek ki seni kandırabiliyorlar. vazgeçmiyorsan, zaten ortada bir sorun yok demektir. herkesin bizim gözümüzle görerek bizim kafamızın doğrultusuna gitmesini nasıl olsa bekleyemeyiz, değil mi?

metin incelemesi dedim de, askere gitmen yüzünden gerçekleştiremediğimiz tasarımız aklıma geldi. bir gün gene buna dönebiliriz belki. hele sen sağlıcakla işini bitir gel de...

bunca lakırdıdan sonra seni sormam gerek. senden haber beklerim. edebiyat, yazı, bizim her şeyimiz, en önemli derdimiz. i̇yi ama, yaşamadan ne edebiyat yapabiliriz ne yazı yazabiliriz. o halde, yaşamamız daha önemli oluyor. nasıl yaşıyoruz? ne yapıyoruz? bunların öyküsünü anlatabilirsin bana.

uzun susuşumu bağışla diyebilirim belki. gecikmeden yaz. ben de gecikmeden yazmağa söz veriyorum. saçmalığın bir yerinden dönülmesi şarttır. yoksa, öyle lağım sularında sürüklenen bok gibi olmak kime yarar? radyoda peter pan'ı dinledin mi hiç? bölge-i̇l radyolarında da yayınlanacaktı. dinlersen, sana benden selam olsun. şimdilik gözlerinden, yanaklarından sıkı sıkı öperim. bir daha ne zaman gelirsin buralara? istediğin bir şey var mı?

bilge karasu
hâluk'a mektuplar
metis kitap, s.66-68