kısa zaman önce suda boğulan bir kızı ona hatırlattım ve hikayeyi tekrarladım: "bu, bir evin dar çevresi içinde, her gün tekrarlanan işleri yaparak yetişmiş hoş ve genç bir kızdı. pazar günleri, uzun zamandır edindiği süslü elbiselerini giyerek arkadaşlarıyla birlikte şehrin çevresinde bir gezinti yapmak, bazen de bayram geldikçe dans etmek, bunun dışında bir komşu kadınla çeşitli konular üzerinde birkaç saat tatlı tatlı dedikodu yapmaktan başka bir eğlencesi yoktu. sonunda, ateşli tabiatında yeni yeni duygular uyanmaya başladı.
erkeklerin iltifatları bunları daha da çoğalttı. eski zevkleri gittikçe tadını kaybetti. en sonunda, bir adama rastladı; karşı koyamadığı belirsiz bir duygu ile ona bağlandı. bütün ümitlerini ona bağladı. çevresini iyice unuttu. onun dışında hiçbir şeyi işitmez, görmez, duymaz oldu. yalnız onun için yanıp tutuşuyordu. kararsız bir hiçliğin tatsız eğlencelerine kapılmadan yalnızca bir amaca yönelmişti; onun olmak, ona sonsuzca bağlanıp yokluğunu duyduğu bütün saadeti bulmak, özlediği sevinçlerin hepsini tatmak istiyordu. ümitlerinin boşa gitmeyeceğini perçinleştiren söz verişler, arzularını kamçılayan pervasız okşayışlar bütün benliğini sarıyordu. kendinden geçiyor, ilerideki sevinçlerinin sezgisi içinde yaşıyordu. büyük bir sabırsızlık içindeydi. sonunda, bütün isteklerine kavuşmak için kollarını açtı. ama sevgilisi onu terk etmişti. bütün duyguları uyuştu; ne yapacağını bilmeksizin bir uçurumun önünde duruyordu. çevresi kapkaranlıktı. ne bir ümit, ne bir teselli, ne de bir çare vardı. terk edilmişti, kendini yapayalnız hissediyordu. önündeki uçsuz bucaksız alemi, kaybının yerini tutacak birçok zevkleri göremiyordu.
yalnızdı, herkes onu terketmişti. gözü kararmış, içindeki müthiş sıkıntının yükü altında, acılarını boğmak üzere ölümün kucağına atılıyordu. bak, albert, birçok insanın başından geçenlerin hikayesi bu. söyle bakalım, hastalık sorunu da böyle değil mi? tabiat, karmakarışık ve çelişen güçlerin labirentinden kurtulacak bir yol bulamıyor ve insan ölümün pençesine düşüyor.
'deli kız! bekleyip de işi oluruna bıraksaydı, üzüntüsü yatışır, onu teselli edecek başka birisi çıkardı,' deyip de geçenlere yazıklar olsun. bunu söylemekle, 'deli, ateşler içinde kıvranıp ölüyor! gücü kuvveti yerine gelip de kanlanıp canlanıncaya, karının coşkunluğu yatışıncaya kadar bekleseydi, hiçbir şeyi kalmaz, bugüne kadar yaşardı,' demek arasında ne fark var?” bu benzetmeyi henüz kavrayamamış olan alheru, bazı itirazlar ileri sürdü ve bu arada şöyle dedi: "sen sadece basit bir kızdan söz ettin. onun gibi kabuğuna çekilmemiş, görüş açısı daha geniş olan akıllı bir insanın nasıl temize çıkacağını anlayamıyorum."
"dostum," dedim, "insan hep insandır; ihtiras kabarır, insanlık sınırları bir kimseyi zorlarsa, akıl az olmuş, çok olmuş, önemli değildir. aksine… başka bir kere bundan…" sözümü kesip, şapkamı aldım. ah, içim öyle doluydu ki… birbirimizi anlamadan ayrıldık. şu dünyada birbirini anlamak ne kadar zor.
johann wolfgang von goethe
genç werther'in acıları
çev.: arif gelen
erkeklerin iltifatları bunları daha da çoğalttı. eski zevkleri gittikçe tadını kaybetti. en sonunda, bir adama rastladı; karşı koyamadığı belirsiz bir duygu ile ona bağlandı. bütün ümitlerini ona bağladı. çevresini iyice unuttu. onun dışında hiçbir şeyi işitmez, görmez, duymaz oldu. yalnız onun için yanıp tutuşuyordu. kararsız bir hiçliğin tatsız eğlencelerine kapılmadan yalnızca bir amaca yönelmişti; onun olmak, ona sonsuzca bağlanıp yokluğunu duyduğu bütün saadeti bulmak, özlediği sevinçlerin hepsini tatmak istiyordu. ümitlerinin boşa gitmeyeceğini perçinleştiren söz verişler, arzularını kamçılayan pervasız okşayışlar bütün benliğini sarıyordu. kendinden geçiyor, ilerideki sevinçlerinin sezgisi içinde yaşıyordu. büyük bir sabırsızlık içindeydi. sonunda, bütün isteklerine kavuşmak için kollarını açtı. ama sevgilisi onu terk etmişti. bütün duyguları uyuştu; ne yapacağını bilmeksizin bir uçurumun önünde duruyordu. çevresi kapkaranlıktı. ne bir ümit, ne bir teselli, ne de bir çare vardı. terk edilmişti, kendini yapayalnız hissediyordu. önündeki uçsuz bucaksız alemi, kaybının yerini tutacak birçok zevkleri göremiyordu.
yalnızdı, herkes onu terketmişti. gözü kararmış, içindeki müthiş sıkıntının yükü altında, acılarını boğmak üzere ölümün kucağına atılıyordu. bak, albert, birçok insanın başından geçenlerin hikayesi bu. söyle bakalım, hastalık sorunu da böyle değil mi? tabiat, karmakarışık ve çelişen güçlerin labirentinden kurtulacak bir yol bulamıyor ve insan ölümün pençesine düşüyor.
'deli kız! bekleyip de işi oluruna bıraksaydı, üzüntüsü yatışır, onu teselli edecek başka birisi çıkardı,' deyip de geçenlere yazıklar olsun. bunu söylemekle, 'deli, ateşler içinde kıvranıp ölüyor! gücü kuvveti yerine gelip de kanlanıp canlanıncaya, karının coşkunluğu yatışıncaya kadar bekleseydi, hiçbir şeyi kalmaz, bugüne kadar yaşardı,' demek arasında ne fark var?” bu benzetmeyi henüz kavrayamamış olan alheru, bazı itirazlar ileri sürdü ve bu arada şöyle dedi: "sen sadece basit bir kızdan söz ettin. onun gibi kabuğuna çekilmemiş, görüş açısı daha geniş olan akıllı bir insanın nasıl temize çıkacağını anlayamıyorum."
"dostum," dedim, "insan hep insandır; ihtiras kabarır, insanlık sınırları bir kimseyi zorlarsa, akıl az olmuş, çok olmuş, önemli değildir. aksine… başka bir kere bundan…" sözümü kesip, şapkamı aldım. ah, içim öyle doluydu ki… birbirimizi anlamadan ayrıldık. şu dünyada birbirini anlamak ne kadar zor.
johann wolfgang von goethe
genç werther'in acıları
çev.: arif gelen