birkaç gün sonra, kuzey londra'nın banliyölerinden küçük bir köyün sokaklarında deliler gibi koşturuyordum, panik halindeydim. mollie öfkeliydi -ve kayıptı.
hastaneden birkaç sokak ötede, küçük bir bistrodaki öğle yemeğimiz iyi başlamıştı. biraz dikkati dağınık olsa da, kısa yürüyüşümüzün ardından pembe yanaklı ve sağlıklı görünüyordu mollie ve güvenli bir tavırla yiyecek bir şeyler ısmarlamıştı kendine. amacımız toplum içinde yemek yeme pratiği yapmaktı; mollie'nin şiddetli bir fobisi vardı bu konuda.
harikaydı mollie; odaklanmıştı ve cesurdu. kaygılı görünse de, ben bunu durumun yeniliğine verdim ve onu cesaretlendirmek için fark etmemiş gibi yaptım. yemek yerken, öğlen yemeğine çıkmış sıradan bir genç kadından farksızdı.
sonra her şey oluverdi birden.
"annem onunla telefonda konuştuğunu söyledi."
ağzım doluydu, başımı salladım evet anlamında.
"bir aile toplantısı yapmak istiyormuşsun anlaşılan."
ağzımdakini yuttum. "evet, hiç öyle bir şey yapmadık ve ben faydalı olacağını düşündüm."
"neden?"
moilie'nin ciddi göründüğünün farkındaydım.
"eh, gayet iyiye gidiyorsun artık; eve döndüğünde işlerin nasıl yürüyeceği konusuna kafa yorarken buna bütün aileyi dahil etmek ve..."
"annemin canı sıkılmıştı. nasıl bütün ailenin benim hastalığımın bir parçası olduğunu konuşmak istediğini söyledi. neden böyle bir şey söyledin?"
bu zeki genç kadın tarafından köşeye kıstırılmanın verdiği o tanıdık hissi yaşıyordum yine.
"annenin canını sıkmayı kesinlikle istemezdim mollie, birilerine suç yüklemeye ihtiyaç olduğunu hissettirmeyi hele hiç istemezdim."
"suç yüklemekten bahseden kim?"
şimdiden geriye çekilmiş, savunmaya geçmiş gibi hissediyordum kendimi.
"suçlamakla alakası yok bunun, sadece bir aile olarak hepinizin görevlerinizi nasıl yerine getirdiğinizi ve sen eve döndüğünde birbirinize nasıl destek olabileceğinizi anlamakta ilgili bir şey."
"annem 'rol' sözcüğünü kullandığını söyledi. neden bahsediyordun?"
duraksadım.
"cidden canını sıkmışsın annemin. neden yaptın bunu?"
başımı kaldırıp yüzü giderek kızarmakta olan mollie'ye baktım; öfke gözyaşları gözlerini yakıyordu.
"rol' sözcüğü suçlama ima etmek için kullanılmaz mollie, ayrıca seni ve anneni üzdüğüm için çok özür dilerim. benim anlatmak istediğim, ailenin senin yaşadığın sıkıntılara nasıl bir katkısı olmuş olabileceğini araştırmamızdı."
mollie çatalını tabağına fırlattı. "evet, diğer bir ifadeyle suçlamak. mollie'nin anoreksik olması kimin suçu?"
ağzımı peçeteme sildim, "mollie, seni daha çok kızdıran şey, sana ailenin üyelerini suçlamaya çalışıyorum gibi gelmesi mi yoksa annenin canını sıkmış olmam mı?"
mollie bıkkın bir homurtu çıkardı. "annemin şu aralar ne durumda olduğunu biliyorsun. onu en kötü haliyle gördün. zaten olduğundan daha fazla sıkılamaz canı."
"annenin canını sıkmak gibi bir niyetim yoktu ve onun da bunu anlaması için elimden geleni yapacağım. ama geçenlerde annenle ve özellikle de senin evden ayrılmandan sonrasıyla ilgili endişelerin hakkında yaptığımız konuşmanın ışığında, annene karşı korumacı tutumunun ve kaygının aile içinde konuşulması gerektiğini düşünüyorum."
"ben öyle düşünmüyorum."
"peki, neden bu konuyu beraber düşünmüyoruz biraz? belki de anneni bırakamayacağını hissetmenin bu kadar hasta olmanda bir payı vardı."
mollie inanmaz gözlerle baktı bana. "nasıl?"
"şöyle..." kelimelerimi dikkatle seçmek için duraksadım. "belki de ailenin en küçüğü olarak evden ayrılmanın annenin canını o kadar yakacağından endişeleniyorsundur ki, hayatının bir sonraki adımını atmakta zorlanıyorsundur."
"ama iyileşiyorum ben!"
"mollie neden hesabımızı ödeyip kalkmıyoruz ve bunu daha az kalabalık bir yerde konuşmuyoruz?"
mollie sandalyesini geri itti. "ben bunu konuşmak istemiyorum ve konuşmayacağım da."
sonra koşarak kafeden çıktı; ben de alelacele hesabı ödeyerek arkasından sokağa fırladım. ama o gitmişti bile.
kırk dakika geçmişti ve ben mollie'yi görmemiştim. korkunç bir felaket olabilirdi bu -hastaneden benim gözetimimdeki ilk çıkışıydı ve şimdi sokaklarda bir başına dolanıyordu.
konuşamadığımız ne çok şey vardı. eleanor'la telefonda o konuşmayı yapmalı mıydım? kullandığım psikoloji kısaltmaları, mesleki jargon fazla açık sözlü ve duyarsız, suçlama yapar gibi mi gelmişti acaba? mollie'nin annesiyle ilgili kaygılarının detaylarını konuşmaya neden bir bistroda kalkışmıştım?
zamansız bir müdahale miydi bu?
kalbim deliler gibi atıyordu ve tam artık servise mollie'siz dönmeyi düşünmeye başlamıştım ki, onu hastanenin karşısındaki bir kafenin dışında, bir masada otururken gördüm. mollie bana el sallarken bir rahatlama seli doldurdu içimi.
mollie'nin önünde iki fincan çay vardı. birini bana doğru itti.
"özür dilerim" dedi.
"mollie, senin için endişelendim."
mollie başını öne eğdi. "evet, biliyorum. özür dilerim."
"tamam, artık dert değil. i̇yi misin?"
mollie çayından bir yudum aldı. "evet. kafamı toplamak için biraz uzaklaşmaya ihtiyacım vardı yalnızca." dikkatle bakıyordu bana. "bütün bunlarla ne demek istediğini anlıyorum ve haklı olduğunu düşünüyorum."
çayım içilecek kadar sıcaktı hâlâ.
"hangi konuda haklıyım?"
"annemle benim hakkımda."
çayımı karıştırdım. "peki, bunu ailecek oturup konuşmak konusunda ne düşünüyorsun?"
"i̇stemiyorum gibi, ama yapmamız gerektiğini de anlıyorum."
"neden?"
mollie durup düşündü. "çünkü annem bensiz yaşamayı öğrenmek zorunda."
tanya byron - dolaptaki i̇skeletler
çevirmen: omca a. korugan,
doğan kitap, s.224-227
hastaneden birkaç sokak ötede, küçük bir bistrodaki öğle yemeğimiz iyi başlamıştı. biraz dikkati dağınık olsa da, kısa yürüyüşümüzün ardından pembe yanaklı ve sağlıklı görünüyordu mollie ve güvenli bir tavırla yiyecek bir şeyler ısmarlamıştı kendine. amacımız toplum içinde yemek yeme pratiği yapmaktı; mollie'nin şiddetli bir fobisi vardı bu konuda.
harikaydı mollie; odaklanmıştı ve cesurdu. kaygılı görünse de, ben bunu durumun yeniliğine verdim ve onu cesaretlendirmek için fark etmemiş gibi yaptım. yemek yerken, öğlen yemeğine çıkmış sıradan bir genç kadından farksızdı.
sonra her şey oluverdi birden.
"annem onunla telefonda konuştuğunu söyledi."
ağzım doluydu, başımı salladım evet anlamında.
"bir aile toplantısı yapmak istiyormuşsun anlaşılan."
ağzımdakini yuttum. "evet, hiç öyle bir şey yapmadık ve ben faydalı olacağını düşündüm."
"neden?"
moilie'nin ciddi göründüğünün farkındaydım.
"eh, gayet iyiye gidiyorsun artık; eve döndüğünde işlerin nasıl yürüyeceği konusuna kafa yorarken buna bütün aileyi dahil etmek ve..."
"annemin canı sıkılmıştı. nasıl bütün ailenin benim hastalığımın bir parçası olduğunu konuşmak istediğini söyledi. neden böyle bir şey söyledin?"
bu zeki genç kadın tarafından köşeye kıstırılmanın verdiği o tanıdık hissi yaşıyordum yine.
"annenin canını sıkmayı kesinlikle istemezdim mollie, birilerine suç yüklemeye ihtiyaç olduğunu hissettirmeyi hele hiç istemezdim."
"suç yüklemekten bahseden kim?"
şimdiden geriye çekilmiş, savunmaya geçmiş gibi hissediyordum kendimi.
"suçlamakla alakası yok bunun, sadece bir aile olarak hepinizin görevlerinizi nasıl yerine getirdiğinizi ve sen eve döndüğünde birbirinize nasıl destek olabileceğinizi anlamakta ilgili bir şey."
"annem 'rol' sözcüğünü kullandığını söyledi. neden bahsediyordun?"
duraksadım.
"cidden canını sıkmışsın annemin. neden yaptın bunu?"
başımı kaldırıp yüzü giderek kızarmakta olan mollie'ye baktım; öfke gözyaşları gözlerini yakıyordu.
"rol' sözcüğü suçlama ima etmek için kullanılmaz mollie, ayrıca seni ve anneni üzdüğüm için çok özür dilerim. benim anlatmak istediğim, ailenin senin yaşadığın sıkıntılara nasıl bir katkısı olmuş olabileceğini araştırmamızdı."
mollie çatalını tabağına fırlattı. "evet, diğer bir ifadeyle suçlamak. mollie'nin anoreksik olması kimin suçu?"
ağzımı peçeteme sildim, "mollie, seni daha çok kızdıran şey, sana ailenin üyelerini suçlamaya çalışıyorum gibi gelmesi mi yoksa annenin canını sıkmış olmam mı?"
mollie bıkkın bir homurtu çıkardı. "annemin şu aralar ne durumda olduğunu biliyorsun. onu en kötü haliyle gördün. zaten olduğundan daha fazla sıkılamaz canı."
"annenin canını sıkmak gibi bir niyetim yoktu ve onun da bunu anlaması için elimden geleni yapacağım. ama geçenlerde annenle ve özellikle de senin evden ayrılmandan sonrasıyla ilgili endişelerin hakkında yaptığımız konuşmanın ışığında, annene karşı korumacı tutumunun ve kaygının aile içinde konuşulması gerektiğini düşünüyorum."
"ben öyle düşünmüyorum."
"peki, neden bu konuyu beraber düşünmüyoruz biraz? belki de anneni bırakamayacağını hissetmenin bu kadar hasta olmanda bir payı vardı."
mollie inanmaz gözlerle baktı bana. "nasıl?"
"şöyle..." kelimelerimi dikkatle seçmek için duraksadım. "belki de ailenin en küçüğü olarak evden ayrılmanın annenin canını o kadar yakacağından endişeleniyorsundur ki, hayatının bir sonraki adımını atmakta zorlanıyorsundur."
"ama iyileşiyorum ben!"
"mollie neden hesabımızı ödeyip kalkmıyoruz ve bunu daha az kalabalık bir yerde konuşmuyoruz?"
mollie sandalyesini geri itti. "ben bunu konuşmak istemiyorum ve konuşmayacağım da."
sonra koşarak kafeden çıktı; ben de alelacele hesabı ödeyerek arkasından sokağa fırladım. ama o gitmişti bile.
kırk dakika geçmişti ve ben mollie'yi görmemiştim. korkunç bir felaket olabilirdi bu -hastaneden benim gözetimimdeki ilk çıkışıydı ve şimdi sokaklarda bir başına dolanıyordu.
konuşamadığımız ne çok şey vardı. eleanor'la telefonda o konuşmayı yapmalı mıydım? kullandığım psikoloji kısaltmaları, mesleki jargon fazla açık sözlü ve duyarsız, suçlama yapar gibi mi gelmişti acaba? mollie'nin annesiyle ilgili kaygılarının detaylarını konuşmaya neden bir bistroda kalkışmıştım?
zamansız bir müdahale miydi bu?
kalbim deliler gibi atıyordu ve tam artık servise mollie'siz dönmeyi düşünmeye başlamıştım ki, onu hastanenin karşısındaki bir kafenin dışında, bir masada otururken gördüm. mollie bana el sallarken bir rahatlama seli doldurdu içimi.
mollie'nin önünde iki fincan çay vardı. birini bana doğru itti.
"özür dilerim" dedi.
"mollie, senin için endişelendim."
mollie başını öne eğdi. "evet, biliyorum. özür dilerim."
"tamam, artık dert değil. i̇yi misin?"
mollie çayından bir yudum aldı. "evet. kafamı toplamak için biraz uzaklaşmaya ihtiyacım vardı yalnızca." dikkatle bakıyordu bana. "bütün bunlarla ne demek istediğini anlıyorum ve haklı olduğunu düşünüyorum."
çayım içilecek kadar sıcaktı hâlâ.
"hangi konuda haklıyım?"
"annemle benim hakkımda."
çayımı karıştırdım. "peki, bunu ailecek oturup konuşmak konusunda ne düşünüyorsun?"
"i̇stemiyorum gibi, ama yapmamız gerektiğini de anlıyorum."
"neden?"
mollie durup düşündü. "çünkü annem bensiz yaşamayı öğrenmek zorunda."
tanya byron - dolaptaki i̇skeletler
çevirmen: omca a. korugan,
doğan kitap, s.224-227