altın sahil
otuz yedinci kattaki bir otel odasında aynı anda uyuyorlar. i̇kisi de saatin kaç olduğunundan emin değil, hâlâ biraz sarhoşlar, aralarında büyüyen sessizlik yüzünden biraz hissizler.
"gökyüzüne bak! işığa bak!" diye haykırıyor kadın.
adam bunu çoktan görmüş - nasıl görmez ki? devasa yatak, pencerelerle kaplı bir duvara bakıyor. perdeleri açık bırakmışlar. pencere kaplı duvar şimdi gökyüzünden bir duvara benziyor; rengi neredeyse çivit mavisi, aralarında ise değerli bir mineralin yeni keşfedilmiş damarları açığa çıkarılmışçasına renkli pırıltılar serpiştirilmiş. henüz şafak sökmemiş.derece derece azalsa da hâlâ gece, ama bir kobalt aynadaki camın gerisinde kalan gümüş renk gibi, ışık saçan ertesi günü çoktan arkasına almış bir gece bu.
adam, sürüklendikleri bu altın sahilin cam kayalıklarını oluşturarak yükselen ve etrafını saran tüm binaların camlarında gökyüzünün yansımasını görebiliyor. her şehrin böyle köşeleri olduğunu biliyor ve hiçbirine güvenmiyor. ne kadar gerçekçi bir biçimde zarif görünürse görünsünler, buraların birer yanılsama olduklarını düşünüyor; gerçek-bir-yer-olmayan yerler olarak şehirlerin hakiki hayatından çıkarılmış, yansımaların aydınlatılmış pislikler gibi nehrin yüzeyinde yüzen alanlar .yeniyetmelik çağındayken bir arkadaşıyla birlikte gecelerini büyüdükleri şehrin altın sahili keşfederek geçirmelerini, o yere karşı hissettikleri huşu ve küçümseme karışımı duyguyu hatırlatıyor.
artık altın sahillerden üstün olduğunu hissetmiyor. kendisi gibi uyuyanlardan kaçının onun şu an yaptığı gibi doğrulup oturduğunu; yüksek binaların üst katlarındaki şu muazzam pencerelerdeki, şu devler için yapılmış ve şehrin ışıldayan ufkunu kuşatmak üzere ölçeklendirilmiş pencerelerdeki perdelerin ardındaki odalardan sessizce dışarı baktığını merak ediyor. hâlâ huzur içinde uyuyanlara hem imreniyor hem de bu zamana kadar gördüğü şafakların hepsinden daha unutulmaz olacağını şimdiden bildiği bu adı konmamış, erken vakitlerin gökyüzünü kaçırdıkları için onlara acıyor. geleceğin bu iki duygudan hangisini daha haklı çıkaracağını merak ediyor. bir seferinde, sevgili olmalarından kısa süre sonra, kadın ona, "seninle tanışmak başıma gelen en talihli şey mi yoksa en talihsiz mi emin değilim," demişti.
adam gülmüştü.
"şaka yapmıyordum," dedi kadın.
"biliyorum," dedi adam. "seninle tanışmak hakkında düşündüklerimin aynısı sana olduğu için gülüyorum sadece."
"gördün mü? belki de kader olduğunda böyle oluyordur bu. biri hep diğerinin hissettiğini hissediyordur., hem de aynı anda, onunla birlikte." o da güldü.
"bir tür duygusal telepati, ha?"
"duygusal deyince kulağa fazlasıyla salgısal bir şeymiş gibi geliyor," dedi kadın, gözlerini devirerek. aralarında ikisine özel şakalarda kullandığı o muzip tonda konuşuyordu. "salgı bezlerindeki bir şeyden bahsetmiyorum ben; yıldızlardaki bir şeyden bahsediyorum."
şimdi, yatakta adamın yanında, "neden bununla birlikte görmemiz gerekiyordu ki?" diye fısıldıyor merhametsiz bir şekilde söylenmiyor bu söz. adam onun ne demek istediğini anlıyor. bu umulmadık gökyüzünü yalnızca birbirlerinden dolayı gördüklerini kastediyor; bunun ikisi arasında hatırlanacak fazladan bir şey olduğunu anlatmak istiyor. adam da buna cevap vermesi gerekmediğini, bunun yalnızca kadının kendi kendine konuşmasına kulak misafiri olmaya benzediğini biliyor. neredeyse kendisi artık orada değilmiş gibi; kadın bilinmeyen bir saatte, bir altın sahilin kenarında tek başına uyanmış gibi...
Stuart Dybek
Chicago Kıyıları
Çevirmen: Başak Bekişli
Yüz Kitap
s.110-111
otuz yedinci kattaki bir otel odasında aynı anda uyuyorlar. i̇kisi de saatin kaç olduğunundan emin değil, hâlâ biraz sarhoşlar, aralarında büyüyen sessizlik yüzünden biraz hissizler.
"gökyüzüne bak! işığa bak!" diye haykırıyor kadın.
adam bunu çoktan görmüş - nasıl görmez ki? devasa yatak, pencerelerle kaplı bir duvara bakıyor. perdeleri açık bırakmışlar. pencere kaplı duvar şimdi gökyüzünden bir duvara benziyor; rengi neredeyse çivit mavisi, aralarında ise değerli bir mineralin yeni keşfedilmiş damarları açığa çıkarılmışçasına renkli pırıltılar serpiştirilmiş. henüz şafak sökmemiş.derece derece azalsa da hâlâ gece, ama bir kobalt aynadaki camın gerisinde kalan gümüş renk gibi, ışık saçan ertesi günü çoktan arkasına almış bir gece bu.
adam, sürüklendikleri bu altın sahilin cam kayalıklarını oluşturarak yükselen ve etrafını saran tüm binaların camlarında gökyüzünün yansımasını görebiliyor. her şehrin böyle köşeleri olduğunu biliyor ve hiçbirine güvenmiyor. ne kadar gerçekçi bir biçimde zarif görünürse görünsünler, buraların birer yanılsama olduklarını düşünüyor; gerçek-bir-yer-olmayan yerler olarak şehirlerin hakiki hayatından çıkarılmış, yansımaların aydınlatılmış pislikler gibi nehrin yüzeyinde yüzen alanlar .yeniyetmelik çağındayken bir arkadaşıyla birlikte gecelerini büyüdükleri şehrin altın sahili keşfederek geçirmelerini, o yere karşı hissettikleri huşu ve küçümseme karışımı duyguyu hatırlatıyor.
artık altın sahillerden üstün olduğunu hissetmiyor. kendisi gibi uyuyanlardan kaçının onun şu an yaptığı gibi doğrulup oturduğunu; yüksek binaların üst katlarındaki şu muazzam pencerelerdeki, şu devler için yapılmış ve şehrin ışıldayan ufkunu kuşatmak üzere ölçeklendirilmiş pencerelerdeki perdelerin ardındaki odalardan sessizce dışarı baktığını merak ediyor. hâlâ huzur içinde uyuyanlara hem imreniyor hem de bu zamana kadar gördüğü şafakların hepsinden daha unutulmaz olacağını şimdiden bildiği bu adı konmamış, erken vakitlerin gökyüzünü kaçırdıkları için onlara acıyor. geleceğin bu iki duygudan hangisini daha haklı çıkaracağını merak ediyor. bir seferinde, sevgili olmalarından kısa süre sonra, kadın ona, "seninle tanışmak başıma gelen en talihli şey mi yoksa en talihsiz mi emin değilim," demişti.
adam gülmüştü.
"şaka yapmıyordum," dedi kadın.
"biliyorum," dedi adam. "seninle tanışmak hakkında düşündüklerimin aynısı sana olduğu için gülüyorum sadece."
"gördün mü? belki de kader olduğunda böyle oluyordur bu. biri hep diğerinin hissettiğini hissediyordur., hem de aynı anda, onunla birlikte." o da güldü.
"bir tür duygusal telepati, ha?"
"duygusal deyince kulağa fazlasıyla salgısal bir şeymiş gibi geliyor," dedi kadın, gözlerini devirerek. aralarında ikisine özel şakalarda kullandığı o muzip tonda konuşuyordu. "salgı bezlerindeki bir şeyden bahsetmiyorum ben; yıldızlardaki bir şeyden bahsediyorum."
şimdi, yatakta adamın yanında, "neden bununla birlikte görmemiz gerekiyordu ki?" diye fısıldıyor merhametsiz bir şekilde söylenmiyor bu söz. adam onun ne demek istediğini anlıyor. bu umulmadık gökyüzünü yalnızca birbirlerinden dolayı gördüklerini kastediyor; bunun ikisi arasında hatırlanacak fazladan bir şey olduğunu anlatmak istiyor. adam da buna cevap vermesi gerekmediğini, bunun yalnızca kadının kendi kendine konuşmasına kulak misafiri olmaya benzediğini biliyor. neredeyse kendisi artık orada değilmiş gibi; kadın bilinmeyen bir saatte, bir altın sahilin kenarında tek başına uyanmış gibi...
Stuart Dybek
Chicago Kıyıları
Çevirmen: Başak Bekişli
Yüz Kitap
s.110-111