76.
ne kadar kısıtlı da olsa, ondan gelen… doğru kelimenin ne olduğunu bilmiyorum, bazı işaretlerin, örneğin beni bir şey için övmesinin çocukken benim için ne kadar önemli olduğunu ancak şimdi anlıyorum. bu pek sık olmazdı. bu yüzden de o iki ya da üç seferin her birini hatırlıyorum.
biri, üçümüzün — ben, kardeşim ve o — birlikte bir dergiye, muhtemelen kozmos ya da bir yerlerden ele geçirdiğimiz paraleller’in zor bulunan sayılarından birine baktığımız nadir anlardandı. neredeyse aynı olan iki resmin arasındaki “dokuz farkı bul” oyunu vardı. birlikte sekize kadar ulaştık, ama dokuzuncuyu bir türlü göremiyorduk. sonra onu fark eden ben oldum. “aferin, bu en zoruydu,” dedi babam. kırk beş yıl önceydi ama bunu hâlâ unutmadım.
şimdi düşünüyorum da, çocukken onun hayalindeki ideal oğul olmaktan oldukça uzaktım. utangaç ve içe kapanıktım, sürekli okurdum, gizlice yazardım (ki bu da herkesin bundan haberdar olduğu anlamına geliyordu). diğerleriyle hiç dövüşmezdim, bir kez hariç. hem de benden daha büyük bir çocukla – sanırım bununla babamı epey şaşırtmış ve gözünde yükselmiştim.
gerçek şu ki, kardeşimle askere, sonra da sofya’ya gitmemizden sonra, yıllar boyunca her eve dönüşümüzde babamla birbirimize biraz daha uzun sarılırdık. daha uzun sarılabilmek için giderek uzayan karşılamaların ve uğurlamaların bahanesine sığınırdık.
birliğe teslim olacağım zaman babam beni askerliğimin çıktığı o uzak kuzey kasabasına polonya fiat’ıyla götürdü. başım kazınmıştı, bu da beni daha çelimsiz ve pısırık gösteriyordu; subayın bana fırlattığı askeri üniforma üstümden emanet kıyafet gibi dökülüyordu. babamın gözlerinin dolduğunu gördüm, sırtını döndü ve mendiline uzun uzun sümkürdü. babalarımız gençken böyle ağlardı. o anda sarılıp sarılmadığımızdan emin değilim.
şimdi hatırladım da, babaannem askerlerin cepheden döneceği haberi gelince, dedemi karşılamak için nasıl s. kasabasının istasyonuna gittiklerini anlatmıştı – birkaç gün beklemişler, at arabalarının içinde uyumuşlar. o beklenen tren nihayet geldiğinde, dedem kapıda belirmiş, sağ salim, dokuz aylık savaşın ardından. “i̇çimden ona koşmak, ona sarılıp onu bir daha bırakmamak geliyordu, derdi babaannem. ama kayınbabam bana bir bakış attı ve sakin ol, gelin, dedi. ve sonunda, sıra bana geldiğinde, dedene sadece elimi uzattım ve tokalaştık; o da babasının önünde bana sarılmaya cesaret edemiyordu. ne budalaymışız,” derdi babaannem, gözlerini başörtüsünün ucuyla silerek.
s. 166, 167—
georgi gospodinov
bahçıvan ve ölüm
türkçesi: hasine şen karadeniz
metis yayınları
ne kadar kısıtlı da olsa, ondan gelen… doğru kelimenin ne olduğunu bilmiyorum, bazı işaretlerin, örneğin beni bir şey için övmesinin çocukken benim için ne kadar önemli olduğunu ancak şimdi anlıyorum. bu pek sık olmazdı. bu yüzden de o iki ya da üç seferin her birini hatırlıyorum.
biri, üçümüzün — ben, kardeşim ve o — birlikte bir dergiye, muhtemelen kozmos ya da bir yerlerden ele geçirdiğimiz paraleller’in zor bulunan sayılarından birine baktığımız nadir anlardandı. neredeyse aynı olan iki resmin arasındaki “dokuz farkı bul” oyunu vardı. birlikte sekize kadar ulaştık, ama dokuzuncuyu bir türlü göremiyorduk. sonra onu fark eden ben oldum. “aferin, bu en zoruydu,” dedi babam. kırk beş yıl önceydi ama bunu hâlâ unutmadım.
şimdi düşünüyorum da, çocukken onun hayalindeki ideal oğul olmaktan oldukça uzaktım. utangaç ve içe kapanıktım, sürekli okurdum, gizlice yazardım (ki bu da herkesin bundan haberdar olduğu anlamına geliyordu). diğerleriyle hiç dövüşmezdim, bir kez hariç. hem de benden daha büyük bir çocukla – sanırım bununla babamı epey şaşırtmış ve gözünde yükselmiştim.
gerçek şu ki, kardeşimle askere, sonra da sofya’ya gitmemizden sonra, yıllar boyunca her eve dönüşümüzde babamla birbirimize biraz daha uzun sarılırdık. daha uzun sarılabilmek için giderek uzayan karşılamaların ve uğurlamaların bahanesine sığınırdık.
birliğe teslim olacağım zaman babam beni askerliğimin çıktığı o uzak kuzey kasabasına polonya fiat’ıyla götürdü. başım kazınmıştı, bu da beni daha çelimsiz ve pısırık gösteriyordu; subayın bana fırlattığı askeri üniforma üstümden emanet kıyafet gibi dökülüyordu. babamın gözlerinin dolduğunu gördüm, sırtını döndü ve mendiline uzun uzun sümkürdü. babalarımız gençken böyle ağlardı. o anda sarılıp sarılmadığımızdan emin değilim.
şimdi hatırladım da, babaannem askerlerin cepheden döneceği haberi gelince, dedemi karşılamak için nasıl s. kasabasının istasyonuna gittiklerini anlatmıştı – birkaç gün beklemişler, at arabalarının içinde uyumuşlar. o beklenen tren nihayet geldiğinde, dedem kapıda belirmiş, sağ salim, dokuz aylık savaşın ardından. “i̇çimden ona koşmak, ona sarılıp onu bir daha bırakmamak geliyordu, derdi babaannem. ama kayınbabam bana bir bakış attı ve sakin ol, gelin, dedi. ve sonunda, sıra bana geldiğinde, dedene sadece elimi uzattım ve tokalaştık; o da babasının önünde bana sarılmaya cesaret edemiyordu. ne budalaymışız,” derdi babaannem, gözlerini başörtüsünün ucuyla silerek.
s. 166, 167—
georgi gospodinov
bahçıvan ve ölüm
türkçesi: hasine şen karadeniz
metis yayınları