bulantı – tabutmag forum
"Aslında siz de onları seviyorsunuz efendim, benim gibi siz de seviyorsunuz: ayrılığımız yalnız sözcüklerde."

Konuşamıyorum; başımı eğiyorum. Autodidacte'ın yüzü nerdeyse yanağıma değecek. Ukalaca gülümsüyor. Karabasanlarda olduğu gibi ta burnumun dibinde. Yutmaya karar veremediğim bir lokmayı güçlükle çiğneyip duruyorum. İnsanlar. İnsanları sevmek gerek. İnsanlar hayranlık duyulacak yaratıklardır. Kusmak istiyorum... ve birden, tamam işte: Bulantı.

Yaman bir bunalım: tepeden tırnağa sarsıyor beni. Bir saatten beri geldiğini görüyordum, ama bunu söylemek istemiyordum kendime. Ağzımdaki şu peynir tadı... Autodidacte çene çalıp duruyor, sesi tatlı bir vızıltı gibi geliyor. Ama neden söz ettiğini hiç mi hiç anlamıyorum. Başımı sallayıp duruyorum. Elim, peynir bıçağının sapında kenetlenmiş. Bu siyah tahtadan sapı duyuyorum. Onu benim elim tutuyor. Benim elim. Aslında ben bu bıçağı rahat bırakmak istiyorum; her zaman bir şeye dokunmak neye yarar? Nesneler dokunulsunlar diye yapılmamışlardır ki! Onlardan elden geldiğince kaçınarak, aralarından süzülüp geçmek daha iyi. Kimi zaman insan onlardan birini eline alır ve hemen bırakmak zorunda kalır. Bıçak tabağın üzerine düşüyor. Beyaz saçlı bay, gürültüyü duyunca irkiliyor, bana bakıyor. Bıçağı alıyorum, ucunu masaya dayayıp yaylandırıyorum.

Demek ki, bu gözkamaştırıcı besbellilik, Bulantı. Üzerinde kafa patlattım! Yazılar yazdım. Şimdi biliyorum. Varım (dünya da var) ve dünyanın varolduğunu biliyorum. Hepsi bu. Benim için önemli değil. Benim için hiçbir şeyin önemi olmaması çok acayip; korkuyorum bundan. Denizde taş kaydırmak istediğim gün yok mu; işte o günden beri böyle. Çakıl taşını atarken, durup ona bakmıştım; her şey işte o zaman başlamıştı: onun varolduğunu hissetmiştim. Bundan sonra başka Bulantılar da oldu. Arasıra, bakıyorsunuz, nesneler elinizde var oluşuveriyorlar. Rendez-vous des Cheminots'da Bulantı duymuştum; daha önce bir başkası da ortaya çıkmıştı; bir gece pencereden dışarı baktığım sırada. Parkta da bir başka Bulantı duymuştum, pazar günü. Daha başkaları da var. Ama hiçbir zaman bugünkü gibi kuvvetli olmamıştı.

s.158—

Jean-Paul Sartre
Bulantı

Türkçesi: Selâhattin Hilâv
Can Yayınları, 1981
Bir değişiklik olsa, doğa birden kıvranmaya başlasa, ne olur? O zaman doğanın şuracıkta olduğunu anlar, yüreklerinin çatlayacak gibi çarptığını duyarlar. Dalgakıranları savunma duvarları, elektrik santralları, izabe fırınları, şahmerdanları o zaman ne işlerine yarayacak? Her zaman gerçekleşebilir bu, hatta biraz sonra bile; işaretleri var zaten. Sözgelimi, gezmeye çıkmış bir aile babası, kırmızı renkli bir paçavranın, rüzgåra kapılmış gibi sokağın öte yanından kendine doğru geldiğini görecek. Paçavra yanına geldiği zaman bunun, sürünüp duran, sıçrayan, toza bulanmış, kokmuş bir et parçası; kasılıp gevşedikçe, kan fışkırtarak su akıntılarında yuvarlanıp giden işkenceye uğramış bir vücut parçası olduğunu görecek. Ya da bir anne, çocuğunun yanağına bakarken, "Ne olmuş yanağına, sivilce mi çıkıyor?" diyecek ve etin biraz şişip yarılarak, ortaya çıkan çatlağın dibinde bir üçüncü gözün; güleç bir gözün belirdiğini görecek. Ya da ırmakta yüzen birinin kamışlara değdiği zaman duyduğu okşayışlara benzer okşayışlar kaplayacak gövdelerini. O zaman, elbiselerinin birer canlı haline geldiğini anlayacaklar. Bir başkası ağzını bir şeyin tırmaladığını duyacak; aynaya yaklaşıp bakınca, dilinin, ayaklarını oynatıp damağını tırmalayan capcanlı, kocaman bir kırkayak haline girmiş olduğunu görecek. Tükürmek isteyecek onu, ama kırkayak gövdesinin bir parçası haline gelmiş olduğu için elleriyle çekip koparmak zorunda kalacak. Yeni sözler kullanarak adlandırılması gereken bir yığın şey ortaya çıkacak; taş-göz, üç-köşeli-kocaman kol, ayak-parmağı-koltuk-değneği, örümcek-çene. Sıcak yatağında uykuya varmış olan kimse, mavimsi bir toprak üstünde, Jouxtebouville'in bacalarını hatırlatan, göğe doğru kırmızı ve bembeyaz yükselen, yarısı toprağa gömülü tüylü ve soğan gibi yuvarlak kocaman yumruları olan uğultulu bir erkek organları ormanında çırçıplak uyanacak. Ve kuşlar onların çevresinde uçuşacak; onları gagalayacak ve kanatacak. Yaralardan tohumlar akacak ağır ağır; küçük kabarcıklarla dolu ilik cam gibi saydam, kanla karışmış tohumlar. Ya da böyle bir şey olmayacak, göze görünür bir değişiklik çıkmayacak ortaya ama insanlar, bir sabah, pencerelerini açınca, nesnelerin üzerine çökmüş olan ve bekler gibi duran bir çeşit korkunç anlamla şaşıracaklar. Yalnız bu olacak ama kısa bir zaman sürse de insanlar yığın yığın intihara kalkışacaklar. Evet böyle! Değişik olsun biraz, görelim; daha fazlasını istemiyorum. Birden yalnızlığa gömülmüş kimseler de görülecek. Yapayalnız, korkunç iğrençlikleri içinde yapayalnız insanlar sokaklarda koşuşacak; gözleri bir yere dikili, dertlerinden hem kaçıp hem onu içlerinde taşıyarak, ağızları açık, kanatlarını çırpan dil-böcekleriyle önümden yorgun argın geçecekler. O zaman katıla katıla güleceğim; gövdem, düğün çiçekleri ve kasımpatları gibi açılan neidüğü belirsiz pis kabuklarla kaplı olsa bile, güleceğim. Sırtımı bir duvara dayayıp, önümden geçtikleri sırada. "Biliminiz nerede? Hümanizminiz ne oldu? Düşünen kamış onurunuzdan ne haber?" diye haykıracağım. Korkmayacağım; hiç olmazsa şu anda korktuğumdan fazla korkmayacağım. Hangi değişiklik olursa olsun, bu, varoluşun şu ya da bu biçime girmesi olacak. Bir yüzü ağır ağır yiyen bütün gözler, fazlalık olacak ama ilk ikisinden daha fazlalık değil. Benim asıl korkum varoluştan.

s.201—202

Jean-Paul Sartre
Bulantı

Türkçesi: Selâhattin Hilâv
Can Yayınları, 1981
Maske düşüyor, gülümsüyor.

"Üzüntülü değilim hiç. Buna şaşıyorum kimi zaman, ama haksızlık ediyorum, niçin üzüntülü olacağım? Bir zamanlar güzel tutkular yaşayabilmiştim. Annemden sınırsızca nefret etmiştim." Meydan okur gibi, "Seni de, evet seni de tutkuyla sevmiştim."

Bir yanıt bekliyor. Hiçbir şey söylemiyorum.

"Bütün bunlar geçip gitti tabii."
"Nasıl biliyorsun bunu?"

"Biliyorum. Bana tutku verecek herhangi bir şeye ya da kimseye artık rastlamayacağımı biliyorum. Birisini sevmeye kalkışmak önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister... Hatta başlangıçta, bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum."

"Niçin?"

Jean-Paul Sartre,
Bulantı

s.185
Türkçesi: Selâhattin Hilâv
Can Yayınları, 1981
Birkaç adım atıp duruyorum. İçine düştüğüm bu tüm unutuluşu tadıyorum: İki kent arasındayım; biri bilmiyor beni, öteki artık tanımıyor. Beni kim hatırlar? Londra'da bulunan etine dolgun bir kadın belki. Peki ama düşündüğü ben miyim acaba? Sonra o adam da var; Mısırlı. Belki şimdi odasına girmiş, onu kolları arasına almıştır. Kıskanç değilim; bu kadının öldükten sonra yaşamaya devam ettiğini biliyorum. Karşısındaki adamı bütün varlığıyla sevse bile bir ölü kadın aşkından başka şey olmaz bu. Onun son canlı aşkını ben yaşadım. Ama adam ona zevk duyurabilir. Kadın, ruhsal kargaşalık içine batıyor ve kendinden geçiyorsa, varlığında, kendisini bana bağlayan bir şey kalmamış demektir. Zevk duyuyorsa, ben onun için sanki hiç karşısına çıkmamış bir insandan farksızım, beni bir anda içinden çıkarıp attı demektir; dünyadaki bütün bilinçler de beni içlerinden attılar, boşadılar. Tuhafıma gidiyor bu. Oysa, varolduğumu iyice biliyorum, burada bulunduğumu biliyorum.

jean-paul sartre
bulantı

can yayınları (1981)
çev.: selâhattin hilav
Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. Bütün bu adamlar, vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar da önem veriyorlar! Bakışı içe dönük, balık gözlü, kimsenin kendisiyle uyuşamadığı adamlardan biri aralarına karışmayagörsün: suratları hemen değişir. Sekiz yaşındayken, Luxembourg Parkı'nda oynadığım sıralarda, böyle bir adam vardı; gelir, Auguste-Comte sokağına bakan demir parmaklığa bitişik nöbetçi kulübesinde otururdu. Hiç konuşmaz, arasıra bir bacağını uzatarak, ayağına korkuyla bakardı. Bekçinin, amcama söylediğine göre, eskiden öğretmen yardımcısıymış. Bir gün, Akademi Üyesi kılığına girip, sınıflarda karne notlarını okuduğu için emekliye ayırmışlar. Çok korkardık ondan, çünkü yalnız olduğunu sezerdik. Bir gün, Robert'e, ta uzaktan kollarını uzatarak gülümsemişti: çocukcağız neredeyse bayılacaktı. Bizi asıl korkutan ne düşkün hali, ne de boynunda bulunan ve takma yakasının kenarına sürünüp duran urdu. Kafasından, yengeçsi düşüncelerin gelip geçtiğini duymamız korkutuyordu bizi.

Nöbetçi kulübesi, çemberlerimiz ve çalılar üzerine yengeçsi şeyler düşünebilmesi içimize yılgınlık salıyordu.

Ben de mi böyle olacağım sonunda?

Jean-Paul Sartre
Bulantı

Can Yayınları (1981)
Çev.: Selâhattin Hilav
“dünya mı böyle dertop oldu, yoksa sesler ve şekiller arasında bu kadar güçlü bir birlik kuran ben miyim; bilemiyorum. çevremdeki nesnelerin —neyseler, ondan başka bir şey olduklarını bile kavrayamıyorum.

jean-paul sartre
bulantı

çev.: selâhattin hilâv