çiçek açmış genç kızların gölgesinde – tabutmag forum
Alışkanlık her şeyi zayıflattığı için, bir insanı bize en iyi hatırlatan şey, aslında unuttuğumuz şeydir. (Önemsiz olduğu için unutulmuş ve bu sayede bütün gücünü koruyabilmiştir çünkü). İşte bu yüzden, hafızamızın en güçlü kısmı bizim dışımızda, çisentili bir rüzgarda, bir odanın rutubet kokusunda veya yanmaya başlayan bir ateşin ilk andaki kokusundadır; kendi benliğimize ait; zekamızın işe yaramaz diye küçümsediği şeyi, geçmişin son ve en güçlü kalıntısını, bütün gözyaşlarımız dinmiş gibi görünürken hala bizi ağlatabilen şeyi bulduğumuz her yerdedir. Bizim dışımızda mı? Daha doğrusu içimizdedir, ama bizim kendi bakışlarımızdan gizlenmiş, iyi kötü devam eden bir unutuşa gömülmüştür. Ancak bu unutuş sayesindedir ki, ara sıra eski benliğimizi bulur, olaylar karşısında o eski benlik gibi tavır alır, artık kendimiz değil, o insan olduğumuz için ve bizim ilgisiz kaldığımız şeyi o insan sevdiği için, yeniden acı çekeriz. günlük hafızanın parlak aydınlığında, geçmişin hayalleri yavaş yavaş solar, silinir, sonunda geriye bir şey kalmaz; onları bir daha bulmamız mümkün değildir artık.

s.269-270

Marcel Proust
Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde

Çeviren: Roza Hakmen
YKY
Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki, bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran, başlangıç noktasına geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir.

s.166
Marcel Proust
Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde

Çeviren: Roza Hakmen
YKY
dışımızdaki şeylerin gerçekliğini bize belki de en çok hissettiren şey, önemsiz biri bile olsa, bir insanın, biz tanımadan önce ve tanıdıktan sonra, bize göre konumunda meydana gelen değişikliktir. ben akşamüzeri balbec'ten o küçük trene binen kişiydim hâlâ, aynı ruhu taşıyordum. ama bu ruhun içinde, saat altıda, müdürü, oteli ve personelini hayal etme imkânsızlığıyla birlikte varacağım anın belirsiz ve korkulu beklentisinin de bulunduğu yerde, şimdi, kozmopolit müdürün (aslında monaco vatandaşlığına geçmişti, ama kendi deyimiyle "rumen kökünden" idi - daima yanlış olduğunu fark etmediği, seçkin sandığı ifadeler kullanırdı) yüzündeki çıban izleri, asansörcüyü çağırmak için yaptığı hareket, asansörcünün kendisi, grand-hotel denen bu pandora kutusundan çıkmış bir dizi kukla bulunmaktaydı; inkâr edilmeleri, yerlerinden oynatılmaları imkânsızdı ve gerçekleşmiş olan her şey gibi kısırlaştırıcıydılar. ama hiç değilse benim karışmadığım bu değişiklik, (olan şey kendi başına ne kadar önemsiz de olsa) benim dışımda bir şeylerin olduğunu kanıtlıyordu; gezisinin başında güneş önündeyken, güneşi arkasında görünce saatler geçmiş olduğunu fark eden bir yolcu gibiydim. yorgunluktan ölüyordum, ateşim vardı, yatmak istiyordum, ama ihtiyacım olan eşyaların hiçbiri yoktu. hiç değilse yatağa birazcık uzanmak isterdim, ama ne faydası olacaktı? her birimiz için, maddi bedenimiz olmasa bile bedenimizin bilinci olan duyumlar bütününü, o yatakta dinlendirmem mümkün değildi; çevresindeki yabancı eşyalar, algılarını sürekli nöbette, savunmada tutmaya bedenimi mecbur etmek suretiyle görmemi, işitmemi, bütün duyularımı (bacaklarımı uzatsam bile), kardinal la balue'nün ne ayakta durabildiği, ne de oturabildiği kafeste olduğu kadar kısıtlı ve rahatsız bir konumda tutacaktı. bir odaya eşyaları dikkatimiz yerleştirir, alışkanlığımızsa onları kaldırıp bize yer açar. balbec'teki odamda (sadece ismen benimdi) bana yer yoktu; beni tanımayan eşyalarla doluydu; onlara fırlattığım güvensiz bakışı bana iade ettiler ve varlığıma hiç aldırmadan, kendi varlıklarının gündelik düzenini bozduğumu gösterdiler. duvar saati - evdeki saatimi sadece haftada birkaç saniye, ancak derin bir tefekkürden çıktığımda duyduğum halde - bir saniye bile ara vermeden, bilinmeyen bir dilde konuşuyor, herhalde benim için kırıcı olacak şeyler söylüyordu; çünkü ağır mor perdeler, söylediklerini cevap vermeden, ama üçüncü bir kişinin görüntüsünün kendilerini rahatsız ettiğini belirtmek için omuz silken insanların tavrıyla dinliyorlardı. perdeler bu yüksek tavanlı odaya neredeyse tarihî, guise dükü'nün katline ve daha sonra da cook acentasının bir rehberi eşliğindeki turistlerin ziyaretine uygun -ama uyumama kesinlikle uygun olmayan- bir hava veriyordu. duvarlar boyunca uzanan, küçük, camlı kitaplıkların varlığı, ama onlardan da çok, odayı enlemesine kesen büyük, ayaklı bir ayna, beni öyle tedirgin ediyordu ki, o ayna gitmeden benim gevşememin söz konusu olamayacağını hissediyordum. paris'teki odamın eşyalarının, benim kendi organlarımın birer ilavesi, kendi benliğimin genişlemesi oldukları için, tıpkı kendi gözbebeklerim gibi, rahatsız etmediği bakışlarımı, durmadan otelin en tepesinde yer alan, büyükannemin benim için seçmiş olduğu bu belvedere'nin aşırı yüksek tavanına çeviriyordum; görme ve işitmenin gerçekleştiği bölgeden de daha mahrem olan koku alma bölgesinde bile, vetiver kokusu neredeyse benliğimin içine giriyor, saldırısını son siperlerime kadar ilerletiyordu; binbir zahmetle, gereksiz ve aralıksız karşılıklarla, telaşlı burun çekişleriyle saldırıya direniyordum. artık bir dünyam, bir odam olmadığına göre, etrafımı çeviren düşmanlarca tehdit edilen, kemiklerine kadar yüksek ateşin istilasındaki vücudumdan başka vücudum olmadığına göre, yalnızdım, ölmek istiyordum. o sırada büyükannem içeri girdi ve içine kapanmış kalbimin önünde, yayılabileceği sonsuz mekânlar açıldı.

s.218-219
marcel proust
çiçek açmış genç kızların gölgesinde

çeviren: roza hakmen
yky