sık sık tek başıma sokaklarda dolaşmaya çıkıyorum ve çok vahşi olduğu izlenimi uyandıran bir peri masalının içinde yaşadığımızı düşünüyorum. nasıl bir itiş kakış, nasıl bir gürültü. bağırış çağırışlar, sesler, tangırtılar, gümbürtüler. ve her şey o kadar iç içe geçmiş halde ki. i̇nsanlar, çocuklar, genç kızlar, adamlar ve asil kadınlar arabaların tekerlekleri dibinde yürüyorlar. kalabalığın içinde yaşlı adamlar, sakatlar ve başı örtülü insanlar da var. sürekli yenilenen bir insan ve araç silsilesi…
tramvayın vagonları insan figürleriyle doldurulmuş kutulara benziyor. otobüsler kocaman hantal bir böcek gibi hareket ediyor. sonra bir de gözetleme kuleleri gibi görünen arabalar var. i̇nsanlar yüksek sürücü koltuğuna oturup yürüyen, zıplayan ne varsa altlarına alıp yollarına devam ediyorlar. kalabalığın arasından yenileri çıkıyor, yaklaşıyor, geçiyor ve bu böyle hiç aralıksız devam ediyor. atlar yürüyor. hızla geçen resmî arabaların açık camlarından kuş tüyleriyle süslenmiş güzel şapkalar görünüyor. buraya avrupa’nın dört yanından insan örnekleri gönderiliyor. asilleri, düşkün ve acizlerin yanında görmek mümkün. nereye gittiğini bilmediğiniz insanlar görüyorsunuz ve nereden geldiğini bilmedikleriniz alıyor onların yerini. i̇nsan nereden gelip nereye gittiklerini tahmin etmeye çalışıyor. az da olsa çözebildiği zaman seviniyor. ve güneş hâlâ herkesi aydınlatıyor. birinin burnuna, diğerinin ayakucuna vuruyor. ayakuçları parıltılı ve algıları yanıltan bir şekilde eteğin altından çıkıyor. köpekçikler saygın hanımefendilerin kucağında arabalarda geziyorlar.
göğüsler çıkıyor insanın karşısına; elbiselerin, dekoltelerin içine sıkışmış dişil göğüsler. bir sürü aptal sigara, o aptal adamların ağızlarında. ve insanın aklına, akla hayale gelmeyen sokaklar, görünmez, yeni ve yeni olduğu kadar da insan kaynayan bölgeler geliyor. akşamları saat altı ile sekiz arası caddelerin en kalabalık zamanı. bu saatlerde toplumun en üst tabakası yürüyüşe çıkıyor. peki bu kalabalık arasında; bu renkli, bitmek bilmeyen insan seli arasında nedir insan? bazen tüm bu renkli yüzler kızıla dönüyor, batan akşam güneşinin rengine boyanıyor. peki ya hava kapalıysa ve yağmur varsa? o zaman benim de dâhil olduğum, bir şeyler arayan ve görünüşe göre güzel ve doğru hiçbir şey bulamayan bu insan kalabalığı, hayali figürler gibi karanlık tülün altında kayboluyor. herkes zenginlik ve akla hayale sığmayacak lüks ürünler peşinde. çok hızlı yürüyorlar. hayır, herkes otokontrol sahibi ancak telaş, hırs, baskı ve huzursuzluk arzuyla parlayan gözlerden dışarı taşıyor. sonra her şey yine sıcak öğle güneşine teslim oluyor. her şey uyuyormuş gibi görünüyor; arabalar, atlar, tekerlekler, sesler… ve insanlar öyle anlamsız bakıyorlar ki. yıkılacakmış izlenimi uyandıran yüksek evler rüyaya dalmış gibiler. genç kızlar ellerinde paketlerle o evlere doğru koşturuyor. i̇nsanın küfredesi geliyor. geri döndüğümde kraus oturduğu yerden benimle dalga geçiyor. ona insanın biraz da dünyayı tanıması gerektiğini söylüyorum. “dünyayı tanımak mı?” diyor bana, derin derin düşünür gibi. ve yüzüne küçümseyen bir gülümseme yerleşiyor.
robert walser - jakob von gunten
çevirmen: gül gürtunca,
jaguar yayınları, s.32-34
tramvayın vagonları insan figürleriyle doldurulmuş kutulara benziyor. otobüsler kocaman hantal bir böcek gibi hareket ediyor. sonra bir de gözetleme kuleleri gibi görünen arabalar var. i̇nsanlar yüksek sürücü koltuğuna oturup yürüyen, zıplayan ne varsa altlarına alıp yollarına devam ediyorlar. kalabalığın arasından yenileri çıkıyor, yaklaşıyor, geçiyor ve bu böyle hiç aralıksız devam ediyor. atlar yürüyor. hızla geçen resmî arabaların açık camlarından kuş tüyleriyle süslenmiş güzel şapkalar görünüyor. buraya avrupa’nın dört yanından insan örnekleri gönderiliyor. asilleri, düşkün ve acizlerin yanında görmek mümkün. nereye gittiğini bilmediğiniz insanlar görüyorsunuz ve nereden geldiğini bilmedikleriniz alıyor onların yerini. i̇nsan nereden gelip nereye gittiklerini tahmin etmeye çalışıyor. az da olsa çözebildiği zaman seviniyor. ve güneş hâlâ herkesi aydınlatıyor. birinin burnuna, diğerinin ayakucuna vuruyor. ayakuçları parıltılı ve algıları yanıltan bir şekilde eteğin altından çıkıyor. köpekçikler saygın hanımefendilerin kucağında arabalarda geziyorlar.
göğüsler çıkıyor insanın karşısına; elbiselerin, dekoltelerin içine sıkışmış dişil göğüsler. bir sürü aptal sigara, o aptal adamların ağızlarında. ve insanın aklına, akla hayale gelmeyen sokaklar, görünmez, yeni ve yeni olduğu kadar da insan kaynayan bölgeler geliyor. akşamları saat altı ile sekiz arası caddelerin en kalabalık zamanı. bu saatlerde toplumun en üst tabakası yürüyüşe çıkıyor. peki bu kalabalık arasında; bu renkli, bitmek bilmeyen insan seli arasında nedir insan? bazen tüm bu renkli yüzler kızıla dönüyor, batan akşam güneşinin rengine boyanıyor. peki ya hava kapalıysa ve yağmur varsa? o zaman benim de dâhil olduğum, bir şeyler arayan ve görünüşe göre güzel ve doğru hiçbir şey bulamayan bu insan kalabalığı, hayali figürler gibi karanlık tülün altında kayboluyor. herkes zenginlik ve akla hayale sığmayacak lüks ürünler peşinde. çok hızlı yürüyorlar. hayır, herkes otokontrol sahibi ancak telaş, hırs, baskı ve huzursuzluk arzuyla parlayan gözlerden dışarı taşıyor. sonra her şey yine sıcak öğle güneşine teslim oluyor. her şey uyuyormuş gibi görünüyor; arabalar, atlar, tekerlekler, sesler… ve insanlar öyle anlamsız bakıyorlar ki. yıkılacakmış izlenimi uyandıran yüksek evler rüyaya dalmış gibiler. genç kızlar ellerinde paketlerle o evlere doğru koşturuyor. i̇nsanın küfredesi geliyor. geri döndüğümde kraus oturduğu yerden benimle dalga geçiyor. ona insanın biraz da dünyayı tanıması gerektiğini söylüyorum. “dünyayı tanımak mı?” diyor bana, derin derin düşünür gibi. ve yüzüne küçümseyen bir gülümseme yerleşiyor.
robert walser - jakob von gunten
çevirmen: gül gürtunca,
jaguar yayınları, s.32-34