Soren kierkegaard - tabutmag forum
“kendimi tanıyamıyorum. ruhum ihtiras fırtınalarıyla çalkalanan bir deniz gibi öfkeli. bu durumdaki ruhumu bir başkası görebilseydi, sanki denizde baş tarafından yara almış, sanki ürkütücü bir hızla dipsiz derinliklere doğru dalan bir gemi gibi görürdü onu. ama gemi direğinin tepesinde oturmuş çevreyi gözleyen denizciyi görmezdi. kudurun vahşi güçler, tüm ihtiras gücünüzü harekete geçirin! patlayan dalgalarınızla göğe köpükler saçsanız da benim tepemi aşmayı başaramazsınız; kayalıklar kralı* gibi sakin ve görkemli oturuyorum ben.

ayağımı basacak hemen hiçbir yer bulamıyorum; bir denizkuşu gibi, aklınım çalkantılı denizine konmaya çalışıyorum boşuna. ve bu çalkantı benim yapıtaşını oldu artık, ben onun üzerinde oluştum, tıpkı yuvasını deniz üzerinde yapan alcedo ispida** gibi.”

* klintekong ya da kayalıklar kralı; bir mit karakteridir.
** antik çağlarda, yalıçapkını adlı kuşun, yuvasını deniz üstüne yaptığı sanılırdı.
"şu anda seni düşünüyorum ve eğer bazen sana, gizleniyorum gibi geliyorsa, bu, seni az seviyor olmamdan değil de artık bazı anlarda yalnız kalmam gerektiğinden böyle. ama sen, hiç de bu yüzden düşüncelerimin dışında kalmış, unutulmuş değilsin; tam tersine senin o capcanlı varlığınla doluyum ben. senin o sadık yüreğini ne zaman düşünsem yeniden neşeleniyorum, sen çevremde gezinip duruyorsun, geri kalan herşey de silinip gidiyor ufkumdan, sonsuza doğru uzanan ve artık bir tek sınırı olan ufkumdan. işte o zaman ben sana kavuşuyorum ve dalgalanmakta olan düşüncem huzuru sende buluyor."
Hayırseverce bir niyet iyi veya merhametli bir eylem için özsel midir?

Tapınağın hazinesine iki kuruş koymuş olan şu dul kadının hikâyesini ele alalım [Markos İncili 12: 41-44], ama onu biraz değiştirerek şiirselleştirelim: Bu iki kuruş kadın için büyük bir paraydı, onu biriktirmek pek de kolay olmamıştı, kadının hayli zamanını almıştı. Nihayet, onları tapınağa gittiğinde yanında götürmek üzere küçük bir bez parçasına sarıp saklamıştı. Gelgelelim, sahtekarın teki kadının bu parasını fark etti, bir dümenle o bez parçasını ele geçirip onun yerine ona benzer, içi boş başka bir bez koydu. Kadın, tabii, bundan habersizdi. Önceden niyetlenmiş olduğu üzere tapınağa gitti ve o iki kuruşu, yani hiçbir şeyi, tapınağa bağışladı. Merak ediyorum, acaba İsa onun için söylemiş olduğu, “O bütün zenginlerden daha çok şey verdi,” sözünü bu durumda yine söyler miydi?

Parables of Kierkegaard, ed. Thomas Oden (1978)
Çağını
uyarmak isteyenlerin
başına ne gelir?

Tiyatronun kulisinde bir gün yangın çıkmış. Palyaço haber vermek için sahneye gelmiş. Herkes bunun bir şaka olduğunu sanıp alkışlamaya başlamış. Palyaço uyarmaya devam ettikçe al­kışlar daha da hızlanmış. Sanırım dünyanın sonu her şeyin bir şaka olduğunu sananların yükselen alkışları arasında gelecek.

Meseller
"Şu kederin çelişkisini kim kavrar: Kendini açmamak, sevginin ölümüdür; kendini açmaksa sevgilinin ölümüdür. İnsan zihni çoğu zaman güç ve kudret arzular ve onu elde etmek her şeyi dönüştürecekmiş gibi, sürekli bu düşünceyle meşgul olarak, cennette yalnızca sevinç değil keder de bulunduğundan kuşkulanmaz: Öğrencinin bütün ruhuyla istediği şeyi ondan esirgemek zorunda olmak ve bunu tam da öğrenci sevilen olduğu için yapmak zorunda olmak ne acıdır."

Søren Kierkegaard
Felsefe Parçaları Ya da Bir Parça Felsefe

Çeviren: Doğan Şahiner
“Cordelia nasıl da meşgul ediyor beni! Yine de zaman çabuk geçti, çünkü ruhumun yenilenmesi gerekir sürekli. Uzakta öten bir horozun sesini duyuyormuşum gibi sanki. Belki Cordelia da duyuyordur, ama onun şafağı ilan ettiğini sanır. - Ah, bir genç kız neden böyle güzeldir ve bu neden böyle kısa sürer? Bu düşünceyle iyice melankolikleşebilirdim ama bu beni ilgilendirmiyor. Gevezeliği bırak, keyfine bak. Bu tür düşünceleri iş edinenler genellikle hiç zevk almazlar. Ama bu düşüncenin oluşmasına izin vermenin de bir zararı yoktur; çünkü bu hüzün, kendi adına değil de başkası adına olunca, genellikle erkek güzelliğine biraz katkıda bulunur. Erkek gücü üzerine bulanık bir tül gibi aldatıcı şekilde gelen bir hüzün, erkek erotizminin bir parçasıdır. Kadında buna denk düşen nitelik ise bir tür melankolidir. - Bir kız kendini ilk kez tümüyle verdiği anda her şey biter. Ben hâlâ bir genç kıza yaklaşırken belli bir endişe duyarım; kalbim çarpar, çünkü onun doğasındaki gizli sonsuz gücü hissederim. Evli bir kadının karşısında asla böyle bir şey olmaz bana. Kadının ustalıklı araçlarla uygulayacağı küçük bir direniş hiçbir anlam taşımaz. Bu, evli bir kadının başlığının genç bir kızın açık başından daha etkili olması gibi bir şeydir. Bu yüzden Diana benim daima idealim olmuştur. O saf bekâret, o mutlak edeplilik benim hep büyük ilgimi çekmiştir. Ama gerçekten onun hakkında kafa yorduğumda ona daima pek önemsemeyerek bakmışımdır. Çünkü onu, bekâretinden dolayı topladığı tüm övgüleri hak etmemiş sayarım. O, bekâretin kendi yaşamındaki rolünü biliyordu ve bu nedenle korudu onu. Filoloji çevrelerinde, annesinin çektiği korkunç doğum sancılarına ait belleğinde bir görüntü kaldığı hakkında söylentiler de duydum. Bu onu kötülemek için söylenmiştir ve bunun için Diana’yı suçlamıyorum, çünkü Euripides’in de dediği gibi: Bir çocuk doğurmaktansa üç kez savaşa gitmeyi yeğlerim. Artık Diana’ya âşık olamazdım ama doğrusu onunla dobra dobra diyebileceğim bir konuşma yapmak için çok şey verirdim. Her türden hileye alışmak zorundaydı. Anlaşılan benim iyi Diana’mda, öyle ya da böyle, kendisini Venüs’ten bile çok daha az naif kılan bir bilgi vardı. Ben onu yıkanırken gözetleyerek rahatsız etmezdim, kesinlikle, ama onu sorularımla deşifre etmeyi yeğlerdim. Zafer kazanmaktan korktuğum bir randevuya sessizce gidiyor olsam kendimi hazırlardım, do-natırdım, aşkın tüm cinlerini harekete geçirirdim onunla yapacağım söyleşi için. Hangi durumun, hangi anın baştan çıkarıcı olarak görülebileceği benim sık sık ilgimi çeken bir konu olmuştur. Bunun yanıtı, doğal olarak, kişinin ne istediğine nasıl istediğine ve hangi tarzda gelişmiş olduğuna bağlıdır. Nikâh gününü ve özellikle bir anını severim. Kız bir gelin olarak süslenmiş, yine de tüm görkemi, güzelliğinin yanında sönük kalarak ve kendisi de solarak ayakta durduğunda, kanı akmaz olduğunda, göğsü olduğu gibi kaldığında, bakışlar zayıfladığında, dizler kesildiğinde, bakire titrediğinde, meyva olgunlaştığında; gökler onu yücelttiğinde, ciddiyet ona güç verdiğinde, umut onu güçlendirdiğinde, dualar onu kutsadığında, mersinden yapılmış taç başım süslediğinde; yürek çırpındığında, gözler yerde bir noktada takılıp kaldığında, kız kendi içine gizlendiğinde, tümüyle dünyaya ait olabilmek için dünyadan başka bir şeye ait olduğunda; göğüsleri kabardığında, canlı biçim soluk aldığında, sesi titrediğinde, muamma açıklanmadan önce gözyaşı titreştiğinde, meşale yakıldığında, damat beklediğinde - o an gelmiştir. Pek yakında artık çok geç olacaktır. Geriye yalnızca bir adım kalmıştır, ama yanlış bir adım için yeterli olan da bundan ibarettir. Bu an, önemsiz bir kızı önemli kılabilir, küçük bir Zerlina bile konu haline gelir. Her şey düzenlenmiş olmalı, en büyük tezatlar o anda bir araya gelmeli; herhangi bir şey, özellikle de ana tezatlardan biri eksikse durum hemen baştan çıkancılığından bir bölümünü yitirir. İyi bilinen bir gravür vardır. Bir tövbekârı gösterir. Kız öyle genç ve masum görünür ki insan ona bakınca günah çıkartan papazın da adına, bu kızın itiraf edecek gerçekten ne günahı olabilir diye utanır. Kız şapkasının tülünü hafifçe kaldırmış, dünyaya, sanki bir dahaki sefere itiraf edeceği bir şey arıyormuş gibi bakmaktadır ve bunun gerçekten, günah çıkartana -papaza- saygıdan kaynaklanan bir zorunluluk olduğu anlaşılmaktadır. Durum gerçekten çok baştan çıkarıcıdır ve kız yapıttaki tek kişi olduğundan, tüm bunların olup bittiği kilisenin, bir sürü çok farklı rahibin aynı anda vaaz verebileceği kadar büyük olduğunu düşlemeye hiçbir engel yoktur. Evet, durum gerçekten çok baştan çıkarıcı ve geri planda yer almaya itirazım yok, özellikle kız buna karşı değilse eğer. Ama, bu daima aşın derecede düşük bir konum olacaktır; sonuçta, kızın çocuk görünüşü yalnızca günah çıkartıcı bir papazın yaşıyla kıyaslanmasından değildir ve ânın gelmesinden önce daha zaman vardır.”

Baştan Çıkarıcının Günlüğü
Sonludaki umutsuzluk veya sonsuzluğun eksikliği

a’da gösterildiği gibi bu, umutsuzluk içindeki terimlerden birinin kendi zıddı olmayı sürdürdüğü ben'in diyalektiğinden, sentez olgusundan ileri gelmektedir.

Sonsuzluk eksikliği, umutsuzca sıkmakta ve sınırlamaktadır. Ve doğal olarak burada söz konusu olan, ahlâk" sal darlık ve yoksulluktur. Aksine dünya, yalnızca entelektüel veya estetik yoksulluktan veya her zaman daha fazla ilgilendiği önemsiz şeylerden söz eder! çünkü düşüncesi, tam da önemsiz şeylere sonsuz değer vermektir. İnsanların düşüncesi, biricik gereksinmemizden kuşku duymadan (çünkü tinsellik kuşku duymaktır), her zaman küçük farklılıklarımıza takılır, aynı şekilde bu düşüncenin, ben'in kayboluşu olan bu dar kafalılık, bu yoksulluk hakkında hiçbir fikri yoktur: Ben sonsuzluğun içinde uçup gittiği için değil, temelde sonlunun içine kapandığı için kaybolmuştur ve bir ben yerine yalnızca bir sayıdan, fazladan bir insan varlığından, sonsuz bir sıfırın yinelenmesinden başka bir şey olmadığı için kaybolmuştur.

İçinde umutsuzluğa düşülen bu dar kafalılık, asıl olanın eksikliğidir veya ondan sıyrılmadır, tinsel olarak iğdiş edilmedir. Temel yapımız aslında her zaman kendi hâline gelmek zorunda olan bir ben olarak düzenlenmiştir; ve, ben bu hâliyle kuşkusuz hiçbir zaman açışız değildir, ama buradan bu açıları yumuşatmak değil sertleştirmek gerektiği sonucu çıkar; hiçbir şekilde ben'in, başkasından korku nedeniyle, ne kendi olmayı reddetmesi ne de tüm benzersizliği içinde kendi olmaya cesaret etmemesi sonucu çıkmaz. Ama ben'in kaybolmasına varacak kadar sonsuzluğun içine körlemesine dalan umutsuzluğun yanında, "başkası" tarafından ben'inden yoksul bırakılmaya razı olan başka bir tür umutsuzluk da vardır.

Çevresinde büyük kalabalıkların toplandığını görmekle, dünyanın gidişatını kavramaya çalışırken bu kadar çok insansal işleri omuzlarına almakla bu umutsuz kişi kendini unutur, kutsal ismini unutur, artık kendine inanmaya cesaret edemez ve kendi olmayı çok güç bir olay görür ve diğerlerine benzemeyi, bir taklitçi, yığın içinde kaybolan bir numara olmayı daha basit ve güvenli bulur.

Özet olarak, umutsuzluğun bu biçimi insanların gözünden kaçar. Bu_ şekilde ben'ini kaybeden bu tür umutsuz kişi dünyada başarmak, uygun olmak için belirsiz bir yeteneğe kavuşur. Burada hiçbir güçlük yok, burada ben ve sonsuzlaşması bir engel olmaktan çıkmıştır; kaydırak taşı gibi pürüzsüz olan insanımız her yerde tedavüldeki para gibi dolaşır. Umutsuz bir kişi olarak ele alınması bir yana, tam da istenilen insan olarak gösterilir. Genelde insanlar korkulacak neyin olduğunu, nedenin ne olduğunu bilmemektedirler. Ve yaşamı engellemek yerine kolaylaştıran ve sizi keyifle dolduran bu umutsuzluk, doğal olarak umutsuzluk gibi ele alınmamaktadır.

Bilgelik kurallarından başka bir şey olmayan atasözlerinin neredeyse hepsinde görüldüğü gibi, insanların görüşü budur. Susarak bir kez pişman olunmasına karşın, konuşulduğu için on kez pişman olunduğunu savunan özdeyiş de bu anlamdadır; niçin? Çünkü maddesel bir olgu olan sözlerimiz bizi sıkıntılara sokabilir ki bu gerçektir. Ama susmak da pek o kadar masum değildir! Hele, tehlikelerin en kötüsü olduğu zaman. Susan insan aslında kendi kendisiyle baş başa olmak zorundadır ve gerçek onu cezalandırarak, sözlerinin sonuçlarını üstüne yıkarak onun imdadına yetişmemektedir. Bu anlamda susmanın bir bedeli yoktur. Ama aynı zamanda korkulacak şeyin nerede olduğunu bilen kişi, içsel bir yönelimle ve dışta hiçbir iz bırakmadan her kötülükten, her hatadan daha fazla korkar. İnsanların gözünde tehlike, kaybetme olasılığı nedeniyle riske girmektir. Hiç riskin olmayışı, işte bilgelik. Buna rağmen hiç riske girmemek, bu kadar kolay bir şeymiş gibi kaybedilmiş olmasına rağmen riske girerek kaybedilmeyecek şeyi kaybetmek ne korkunç kolaylıktır: Kaybedilen nedir? Kendin. Çünkü riske girersem ve aldanırsam, o zaman(!) yaşam beni kurtarmak için cezalandırır. Ama hiç riske girmezsem bana kim yardım eder? Belirgin anlamıyla hiçbir şey tehlikeye atılmadığı sürece (bu, kendi ben'inin bilincinde olmaktır) alçakça bu dünyanın tüm olanaklarına kavuşurum; ve ben'imi kaybederim.

Sonsuzluğun umutsuzluğu budur. Bir insan mükemmel bir biçimde görünürde insanî, geçici bir yaşam sürebilir, başkalarının övgüleri ile şerefe, itibara ve dünyasal tüm amaçların ele geçirilmesine doğru yol alabilir. Çünkü yüzyılımız, söylendiği gibi sadece kendi cinsinin dünyaya adanmış, yeteneklerini kullanan, paraları yığan, söylendiği gibi başarıya ulaşmış insanlarından, önceden öyle olacakları görülen artistlerden, vd.'den oluşmuştur, bunların isimleri belki tarihe geçecektir, ama gerçekten kendileri mi idiler? Hayır, tinsel olarak, ben'leri; her şeyi tehlikeye atacak ben'leri, Tanrı karşısında mutlak olarak ben'leri yoktu... ne kadar bencil olsalar da ben'leri yoktu.

Ölümcül Hastalık Umutsuzluk
Fransızcadan Çeviren: Mehmet Mukadder Yakupoğlu
“Bu dünyadan hiçbir şeye, en ufak bir şeye bile sahip olmadığımı duymak için tüm kıyafetlerimi soyunup suya atlamanın yanı sıra, en çok keyif aldığım şey, kendimden yabancılaşmak için yabancı bir dilde (tercihen, yaşayan bir yabancı dilde) konuşmaktır.”

“Next to taking off all my clothes, owning nothing in the world, not the least thing, and then throwing myself in the water, I find most pleasure in speaking a foreign language, preferably a living one, in order to become estranged from myself.”

Günlüğüne düştüğü bir not, 1841
Çev.: ardor—mohr