Rainer Maria Rilke - tabutmag forum
Genç Bir Şaire Mektuplar

Gerçeği söylemek gerekirse, tarifsiz yalnızlıklar içinde yaşayıp gidiyoruz, özellikle en derin ve en önemli konularda hepsinden çok büyüyor yalnızlığımız.
(s.14)

Bir süre bu kitaplarda yaşayın, içlerinde öğrenmeye değer göreceğiniz ne varsa öğrenin hepsini, ama her şeyden önce onları sevin. Bin kat karşılığını göreceksiniz bu sevginin; yaşamınız ilerde nasıl bir akış izlerse izlesin, kesinlikle şuna inanıyorum ki, bu sevgi gelişiminizin dokusuna karışacak, yaşantılarınızın düş kırıklıklarınızın ve kıvançlarınızın en önemli ipliklerinden biri gibi yürüyüp gidecektir bu dokuda.
(s.16)

Bedensel haz duygusal bir yaşantıdır. Güzel bir yemişin saf seyrine ya da ağzı dolduran meyvenin dilde uyandırdığı saf duyguya benzer tıpkı: bize bağışlanan, büyük ve sonsuz bir yaşantıdır, dünyayı bir biliştir, tüm bilmelerde saklı o zenginlik ve parlaklıktır. Bizim bu yaşantıya sahip çıkmamız değildir kötü olan. Hemen herkesin ona aşırı yüklenmesi, ondan savurganlığa kaçması, onu uyarıcı bir nesne gibi yaşamının yorgun köşelerine yerleştirmesi, yaşamın doruk noktalarında ise kendisini toparlamasına yarayacak değil de, kendisini oyalayacak bir nesne gibi ona başvurmasıdır.
(s.25)

Anne babalarla çocuklar arasında her vakit patlak verdiği görülen yangının üzerine körükle gitmeyin. Böyle yapmanız çocuklardaki azımsanmayacak güç kaynağını kurutacak, beri yandan yaşlıların bir anlayıştan kaynaklanmasa da, etkinlik göstermekten ve karşıdakini ısıtmaktan geri kalmayan sevgisini yiyip yutacaktır. Onlara başvurup akıl istemeyin, onlardan anlayış göreceğinizi ummayın; ama bir miras gibi sizin için saklı tutulan bir sevginin yüreklerinde yaşadığına inanın, bu sevginin kendisinde bir gücü barındırdığına, bir kutsanmışlığı içerdiğine ve çok ilerilere gidebilmeniz için söz konusu kutsanmışlıktan dışarı ayak atmanız gerekmediğine inanın!
(s.29)

Yalnızlığınızın büyüklüğünü de duyumsarsanız buna sevinin; çünkü diye sorun kendinize, büyüklüğü içermeyen bir yalnızlık neye yarar? Topu topu tek bir yalnızlık vardır, o da büyüktür, kolay katlanılacak gibi değildir. Dolayısıyla, herkesin yaşamında öyle saatler vardır ki, insan yalnızlığı verip ne denli yavan ve ucuz olursa olsun bir beraberliği almak ister karşılığında; iyi kötü ilk rastlayacağı kişiyle, en sıradan bir kişiyle sözde birazcık bir anlaşma uğruna yalnızlığı elden çıkarmak ister. Ama belki de yalnızlığın büyüdüğü saatlerdir bunlar; çünkü onun büyüyüşü de tıpkı oğlanların büyümesi gibi birtakım acı ve sancılarla gerçekleşir ve baharın ilk günleri gibi hüzünle dolup taşar. Ancak, şaşırtmasın bu sizi. Bizlere gereken yalnızlıktır, büyük, içsel bir yalnızlık. Kendi içine yürümek ve saatler boyu kimselere rastlamamak… İşte erişilmesi gereken şey bizler için.
(s.33)

Anlamak yalnızlıktır.
(s.34)

Sevmek de iyidir, çünkü zordur sevmek. İnsanın insanı sevmesi: bize verilmiş ödevlerin hepsinden zoru budur belki, tüm sınırların ötesinde bir ödevdir, en son sınama ve deneme, diğer bütün uğraşların kendisi için bir hazırlık sayılacağı bir uğraştır. Bunun içindir ki genellikle bütün işlerde henüz toy gençler sevmenin üstesinden gelemez; sevmeyi öğreneceklerdir henüz. Tüm varlıklarıyla, yalnızlıklar ve korkular içinde hop hop atan yüreklerinin çevresinde bir araya toplanmış bütün güçleriyle sevmeyi öğrenmeleri gerekmektedir. Ama çıraklık denen şey, kendi içinde kapalı uzun bir dönem oluşturur hep, dolayısıyla sevmeyi öğrenmek de yaşamın hayli içerlerine dek uzanır, sürer epey zaman.
(s.40)

Kişi için olgunlaşmanın, kendi içinde bir şey olmanın, dünya olmanın, bir başkası uğruna kendisi için bir dünya olmanın yolunda yüce bir fırsattır sevgi; kişiye yöneltilen, alçakgönüllü diye nitelenemeyecek geniş kapsamlı bir istektir, bir kimseyi başkaları arasından seçip ötelere çağıran bir güçtür.
(s.41)

Güneş yerinde duruyor, sonsuz boşlukta yalnız bizleriz devinen.
(s.49)

Sizi şimdiye kadar en iyi saatlerinizde olduğunuzdan daha iyi duruma getirebilecek her şey iyidir. Bütün kanınıza işlemişse, gelip geçici bir esriklik değilse, bir bulanık hüzün olmayıp baktığınız zaman dibini görebileceğiniz bir sevinçse bu, tüm açılıp yayılmalar iyidir. Bilmem anlatabiliyor muyum?
(s.56)

Kuşkunuz da iyi bir özelliğe dönüşebilir, yeter ki eğitin onu. Bilici olmalı kuşkunuz, eleştirici olmalı. Size bir şeyi zehir etmek istedi mi sorun bakalım, neden şu ya da bu şey çirkinmiş, kanıtlar isteyin, sınamadan geçirin kendisini. Belki o zaman çaresiz kalacak, ne yapıp edeceğini bilemeyecektir; ama belki de kafa tutacaktır size. Sakın arkasını bırakayım demeyin, kanıt isteyin hep ve her defasında böyle davranın, böyle uyanık ve şaşmaz. Bakacaksınız bir gün gelecek, kuşkunuz sizi mahveden bir nesne özelliğini yitirecektir; hizmetinize çalışan en iyi uşaklardan birine dönüşecek, belki de yaşamınızın kurulup çatılmasına katkı yapan tüm güçlerin en akıllısı olacaktır.
(s.56)

Kendi kendinize sorun: Büyük olmayan yalnızlık, yalnızlık mıdır? Ancak bir tek yalnızlık vardır, o da büyüktür ve katlanılması güçtür. Öyle bir an gelir ki, insan yalnızlığını kolayca elde edilen herhangi bir beraberlikle değişmek ister. Hiç uymadığı halde uyar gibi görünüp yanındaki herhangi biriyle, hatta en düzeysiz biriyle bile birlikte olmayı düşünür. Ama yalnızlığın büyüdüğü anlar, belki bu anlardır. Onların büyümesi, erkek çocukların büyümesi gibi acılar içinde olur; ilkyazın başlangıcı gibi de üzücüdür. Yalnız bu sizi şaşırtmamalı. İçe dönmek ve kendinle baş başa kalmak… İnsan buna alışabilmeli.

Herkesin yaşamında öyle saatler vardır ki, insan yalnızlığını verip ne denli yavan ve ucuz olursa olsun bir beraberliği almak ister karşılığında; iyi kötü ilk rastlayacağı kişiyle, en sıradan bir kişiyle sözde birazcık bir anlaşma uğruna yalnızlığı elden çıkarmak ister… Ama belki de yalnızlığın büyüdüğü saatlerdir bunlar, çünkü onun büyüyüşü de tıpkı oğlanların büyümesi gibi birtakım acı ve sancılarla gerçekleşir ve baharın ilk günü gibi hüzünle dolup taşar. Ancak, şaşırtmasın bu sizi. bizlere gereken yalnızlıktır, büyük, içsel bir yalnızlık. kendi içine yürümek ve saatler boyu kimselere rastlamamak…

***

Sayın Herr Kappus,

Mektubunuz ancak birkaç gün önce elime geçti. Gös­termiş olduğunuz büyük ve içten güveninize var olun de­mek isterim; daha çoğu da elimden gelmez. Dizeleriniz üzerinde duramayacağım; çünkü eleştirmek, benim işim değil. Sanat eserlerini eleştirmeye kalkınca da birçok an­laşmazlıklar doğar.

İç olaylar, çoğunlukla bizi inandırmaya çalıştıkları halde, elle tutulup sözle söylenemiyor, çoğu da anlatılamıyor. Bunlar, sözcüğün hiç giremediği yerde olu­yorlar, ölümlü hayatınız yanında ölümsüzlük kazanan bü­yülü varlıklarıyla sanat eserleri açıklanamıyor.

Öncelikle bunu belirttikten sonra, size, sadece, dizele­rinizin kendine özgü bir biçimi olmadığını, ama kişiliğini­zi bulma yolunda sessiz, gizli ipuçları verdiğini söyleyebi­lirim. Bunu en belirgin şekilde “Ruhum” adını verdiğiniz son şiirinizde sezdim. Burada dile gelmek isteyen bir özel­lik göze çarpıyor.

“Leopardi’ye” adlı güzel yazınızda da belki, bu “büyük yalnız” ile bir yakınlığınız olacak. Ama yine de, şiirleriniz, henüz özel, size özgü değil. Sonuncu­su, Leopardi’nin olanı bile değil. Şiirlerinizle birlikte gön­derdiğiniz mektup, dizelerinizi okurken hissettiğim ama söyleyemediğim birçok eksiği açıklıyor.

Dizelerinizin güzel olup olmadığını soruyorsunuz. Bu­nu bana soruyorsunuz, belki benden önce başkalarına da sordunuz. Onları dergilere gönderiyorsunuz, başka şiirler­le karşılaştırıyorsunuz. Yazı kurumları bu çalışmalarınızı beğenmeyince de canınız sıkılıyor. Peki öyleyse (öğüt ver­memi siz istediniz) size yalvarıyorum, bütün bunlardan vazgeçin. Siz dışa bakıyorsunuz ve bunu yapmamalısınız. Size hiç kimse öğüt vermez, hiç kimse bir yardımda bulu­namaz.

Yalnız bir tek yol vardır: İçinize dönün. Size yaz diyen nedeni araştırın. Kökleri, yüreğinizin en derinliklerinde dal budak salıyor mu, buna bakın. Yazmanız yasak edilin­ce, artık yaşayamayacak mısınız? Bunu söyleyin. En çok da, gecenizin en sessiz bir anında, yazmalı mıyım diye kendi kendinize sorun. Buna içinizin derinliklerinden bir karşılık bulmaya bakın.

Eğer bu karşılık “evet” ise, bu ağırbaşlı soruya, bütün gücünüzle, sadece yazmalıyım di­yebiliyorsanız, o zaman yaşamınızı bu gereksiniminize uygun olarak kurun. Yaşamınız en uçarı, en başıboş anı­nıza kadar bu içgüdünüzün bir belirtisi, bir belgesi olmalı. İşte o zaman doğaya yaklaşmış olursunuz. O zaman da ilk insanlar gibi, gördüğünüzü, yaşadığınızı, sevdiğinizi ve yitirdiğinizi söylemeye çalışın.

Aşk şiirleri yazmayın. Her şeyden önce de bilinen, hiç­bir özelliği bulunmayan biçimlerden kaçının. Bunlar en güç olanlardır; çünkü bol bol vardır, sonra da iyileri, hem de çoğu parlak olanların yanında, öz yaratıcılık için bü­yük, olgun bir güç ister. Bunun için genel konulardan ka­çının ve günlük yaşamınızdan gelen konulara sığının.

Acı­larınızı, arzularınızı, aklınızdan geçenleri ve her hangi bir güzelliğe karşı olan inancınızı, anlatın bütün bunları, iç­ten, usul usul, alçak gönüllükle, açıkça anlatın; anlatabil­mek için de, çevrenizdeki eşyaları, düşlerinizin görülerini, anılarınızın konularını kullanın.

Günlük yaşamınız size zengin görünmüyorsa, bundan yakınmayın. Kendinizden yakının, zenginliklerinizi göre­cek yeterlikte sanatçı olmadığınızı söyleyin; çünkü yara­tan için yoksulluk olmadığı gibi, yoksul, verimsiz bir yer de yoktur. Duvarları, dünyanın hiçbir gürültüsünü duyur­mayan bir cezaevinde bile olsanız -gene hiç değilse bir ço­cukluğunuz, anılarınızın bu değerli, görkemli zenginliği­niz, bu hazneniz yok mudur? Gözlerinizi oraya çevirin.

Bu uzak geçmişin uyumuş duygularını canlandırmaya bakın.

O zaman kişiliğiniz oturacak, yalnızlığınız da büyüyecek ve yavaş yavaş aydınlanan, başkalarının gürültüleri de uzaktan, içinde bir yankı bulmadan gelip geçen bir saray olacaktır. Bu içe dönüşten, bu kendi dünyanıza dalmak­tan dizeler doğarsa, o zaman siz, bunların güzel dizeler olup olmadığını sormayı aklınızdan bile geçirmezsiniz. Artık sanat dergilerini de, sizinle ilgilenmeleri için uğraş­tırmazsınız; çünkü siz, onlarda, sevgili ve sizde içkinleşmiş olanları, yaşamınızdan bir parçayı görecek, yaşamı­nızdan bir ezgi duyacaksınız.

Sanat eseri ancak yaratma gereksiniminden doğarsa güzeldir. Onun yargısı, doğuşunun bu türündedir: Bunun bir başka yolu yoktur. Bu yüzden, sayın Herr Kappus, si­ze şundan başka bir öğüt veremeyeceğim: İçinize dönün, yaşamınızın kaynadığı derinlikleri yoklayın; onun kayna­ğında siz, yaratmanız gerekiyor mu sorusunun karşılığını bulacaksınız.

İçinizdeki ezgileri, size seslendikleri gibi alın. Belki sanatçı olarak doğduğunuzu tanıtlar. Boyun eğin o zaman alınyazınıza, yükünü ve büyüklüğünü de dıştan gelebilecek bir karşılık beklemeden taşıyın; çünkü yaratan, başlı başına bir dünya olmalı ve her şeyi bağlandığı doğada bulmalı.

Ama belki, içinize, yalnızlığınıza bu inişten sonra ge­ne, şair olmaktan vazgeçmek zorunda kalırsınız dediğim gibi, yazmamak için, insanın yazmadan da yaşayabilece­ğini duyması yeter. O zaman da gene, sizden dilediğim bu içe dönüş boşuna değildir. Yaşamınız, o andan başlayarak öz yollar bulacaktır. Bu yollarında iyi, zengin ve genişli­ğinin sözle ifade edebileceğinden çok olmasını dilerim.

Size daha ne söyleyeyim? Hepsini, değerine göre be­lirttiğimi sanıyorum.

Sonunda, gönül hoşluğu içinde, ağır­başlılıkla gelişerek, kendinizi olgunlaşmaya bırakmanız için öğüt vermek istiyordum. Bunu da, soruları, ancak iç­ten, duygularınızın, hem de en sessiz anlarınızda ancak yanıtlayabileceği soruları, dışa bakıp, dıştan yanıtlamasını beklerseniz, kösteklemiş olursunuz. Yazınızda, Profesör Horacek’ in adıyla karşılaştığıma çok sevindim. Bu alçak gönüllü bilgine karşı olan büyük saygım, yıllar boyunca da sönmeyen gönül borcumu içimde saklıyorum.

Yalvarı­rım, kendisine benim bu duygularımı söyleyin. Onun bu güne kadar beni düşünmesi kendi iyiliğindendir; ben de bunu değerlendirmesini biliyorum.

Dostça inanarak göndermiş olduğunuz dizeleri size ge­ri verirken, bir daha, bu büyük ve içten inancınıza teşek­kür ederim. Açık ve güvendiğim bilgilerime dayanarak, sorularınıza verdiğim bu yanıtımla, belki de kendimi oldu­ğumdan üstün göstermeğe çalışmışımdır. Özür diler, duygularınızı paylaşırım.

***

Paris, 17 Şubat 1903

Bir duygunun etkisini ve özünü içte, karanlıkta, söylenemeyende, bilinçaltında, akılla erişilemez olanda olgunlaşmaya bırakmalı, büyük bir alçakgönüllülükle hiç ses çıkarmadan durup yeni bir aydınlığın yere ineceği anı beklemeli: sanat yaşantısı denilen de budur işte. Anlamak için, yaratmak için gereken sanat yaşantısı budur. Burada zaman ölçüsü yoktur, yıl yoktur. On yıl hiçtir. Sanatçı olmak, hesaplamamak, saymamak demek değildir. Sanatçı olmak demek, özünü zorlamadan, rahatça, bahar fırtınalarına göğüs gererek, ya ardından bir yaz gelmezse diye kaygıya düşmeyen bir ağaç gibi olgunlaşmak demektir. Yaz yine de gelir ama yalnızca sabredenlere, önlerinde sonsuzluk varmış gibi tasalanmadan, sessiz ve yürekleri geniş olanlara gelir. Ben bunu günden güne daha iyi anlıyorum. Onu, gönül borcu duyduğum acılar içinde öğreniyorum: sabır her şeydir.1

1 Saadeddin Ustaosmanoğlu’nun Tasarruf hakkına dair eleştirisinde bu yazının bir kısmı olduğu gibi geçiyor. Mevcut alıntıların kaynağını (henüz) doğrulamadığımız için, tüm yazınların tekrar gözden geçirilmesi gerekmektedir.
“Bir şeye başlamak korkunç bir şiddet eylemi. Hiçbir şeye başlayamıyorum. Başlangıç olması gereken yeri atlayıp ortasından giriyorum o işe.”

“Genç İşçinin Mektubu” (12 Şubat 1922)
“the star, whose light my face reflects,
has been dead for a thousand years.”

“ışığı yüzüme vuran yıldız
ölü binlerce yıldır.”

― Rainer Maria Rilke, Lament (1918)
“Eğer değişiyorsam, daha önce olduğum kişi değilimdir artık; eğer sürekli bir başkası oluyorsam, o halde hiçbir tanıdığım, yakınım yoktur benim. Ama bana tümüyle yabancı olanlar için yazmam mümkün değil ki.”

― Rainer Maria Rilke, Malte Laurids Brigge’nin Notları (1910)
“That is longing: to dwell in the flux of things,
to have no home in the present.”

“Özlemektir bu: şeylerin akışında yaşamak,
şimdide bir evi olmamak.”

— Rilke, Advent (1898)
"Sen, ey dipsiz ruhum,
güven bana. İhanet etmem sana.
Kanım sayısız sesle can buluyor
hamurumun hasret olduğunu söyleyen.

Gölgesinde dünyaya geldiğim
hangi gizemin dalgaları dövüyor bedenimi şimdi?
Sonunda ilk defa seninle başbaşa kaldım—

ruhum, hissetme gücüm."
“Daha önce söylemiş miydim? Görmeyi öğreniyorum. Evet, henüz acemiyim, ağır ilerliyor daha. Ama zamanımın çoğunu buna ayırmak niyetindeyim. Çünkü birbirinden farklı ne kadar çok yüz olduğunu daha önce hiç farketmemişim. Yüzlerin sayısı insanların sayısından fazla, çünkü her kişinin birden çok yüzü var. Kimileri aynı yüzü yıllarca giyiyor; haliyle, yıpranıyor yüz, kirleniyor, kırış kırış oluyor, bir yolculukta giyilen eldivenler gibi genişliyor. Bunlar kanaatkâr, basit insanların yüzü. Böyleleri yüzlerini değiştirmez, hatta hiç yıkamamıştır da, ‘iş görüyor işte,’ derler, hem kim aksini kanıtlayabilir ki? Ancak, birçok yüzü olanlar düşünüldüğünde, ister istemez soruyor insan, ne yapıyorlar bu kadar çok yüzü? Saklıyorlar. Çocuklarının giymesine uygun gördükleri yüzler bunlar. Ama bazen köpekleri de bunlardan birini giyip dışarı çıkıyor. Hem neden olmasın ki? Bir yüz bir yüzdür.”

The Notebooks of Malte Laurids Brigge (1910)
Cüzzamlının şarkısı

Gör, herkesin yüz çevirdiği biriyim ben.
Adımı bile kimse bilmez bu şehirde,
cüzzamlının tekiyim işte.
Vururum elimdeki tahtaları birbirine,
duyururum bu aşağılayıcı sesi
yakınımdan geçip giden herkese.
Ve duyanlar bu tahta seslerini,
kaçırır gözlerini benden uzağa,
bilmek istemez başıma ne geldiğini.

Tahtalarımın sesinin ulaştığı yere dek
evimde gibiyimdir, ama belki de siz
bu sesi öyle güçlü çıkarırsınız ki
şimdi yakınımdan geçmeye korkanların hiçbiri
göze alamaz uzağımdan bile geçmeye.
Ben de daima yürüyebilirim böylece,
karşılaşmadan hiç kimseyle,
hatta bir çocukla bile.

Hayvanları ise korkutmak istemem zaten.