Giorgio Agamben - tabutmag forum
“I look someone in the eyes: either these eyes are cast down – and this is modesty, that is, modesty for the emptiness lurking behind the gaze – or they look back at me. And they can look at me shamelessly, thereby exhibiting their own emptiness as if there was another abyssal eye behind it that knows this emptiness and uses it as an impenetrable hiding place. Or, they can look at me with a chaste impudence and without reserve, thereby letting love and the word happen in the emptiness of our gazes.”

“Birinin gözlerine bakarım: o kişi ya gözlerini indirir (utanma/tevazudur bu, yani bakışın ardındaki boşluğun utanması/tevazuu) ya da o da gözlerini bana diker, gözleri bana boşluklarını teşhir ederek arsızca bakabilir: sanki ardında bu boşluğu tanıyan ve onu nüfuz edilemez bir gizlenme yeri olarak kullanan uçurumsu bir başka göz varmışçasına; veya hayasızca, hiç çekinmeden, bakışlarımızın boşluğunda aşkın ve sözün geçmesine/vuku bulmasına müsaade ederek.”

— Giorgio Agamben, “The Face” in Means without end (2000)
Korku kötü bir rehber fakat [birinin] görmüyormuş gibi yaptığı birçok şeyin ortaya çıkmasına neden oluyor. Sorun, hastalığın ciddiyeti hakkında fikir vermek değil, bu salgının etik ve politik sonuçlarını sorgulamaktır. Ülkeyi felç eden panik dalgasının gösterdiği ilk şey toplumumuzun artık çıplak hayattan başka bir şeye inanmadığıdır. İtalyanların pratikte her şeyi, normal yaşam koşulları, sosyal ilişkiler, iş, hatta arkadaşlıklar, duygusal yakınlıklar ve dini & politik kanaatler, hastalanma tehlikesine feda etmeye hazır oldukları açıktır. Bu çıplak hayat ve onu kaybetme tehlikesi insanları birleştiren bir şey değil, onları kör eden ve ayıran bir şeydir. Diğer insanlar, Alessandro Manzoni’nin romanında anlatılan vebada olduğu gibi artık yalnızca ne pahasına olursa olsun kaçınması gereken ve kendini en az bir metre uzakta tutması gereken yayıcılar olarak görülüyor. Ölülerin -bizim ölülerimizin- cenaze hakkı yok ve sevdiklerimizin bedenlerine ne olacağı belli değil. Komşuluklarımız ortadan kaldırıldı ve kilisenin bu konuda sessiz kalması merak uyandırıcı. Bu şekilde yaşamayı alışkanlık haline getiren bir ülkede insan ilişkilerinin ne kadar süreceğini kim bilir? Ve hayatta kalmaktan başka ahlaki değeri olmayan bir toplum nedir?

Salgının net bir şekilde ortaya çıkmasına neden olan ve ilkinden daha az rahatsız edici olan diğer şey, hükümetlerin bizi bir süredir alıştırdığı “istisna durumların” normal koşullar haline gelmesidir. Geçmişte daha ciddi salgınlar oldu ama hiç kimse bu nedenle şimdiki gibi acil bir durum ilan etmeyi düşünmedi. Bu durum hareket etmemizi bile engelliyor. İnsanlar uzun yıllar süren kriz ve aciliyet durumlarında yaşamayı o kadar alışkanlık haline getirdiler ki hayatlarının tamamen biyolojik bir duruma indirgendiğini ve durumun sadece sosyal ve politik değil aynı zamanda insani ve duygusal boyutu olduğunu fark etmediler. Uzun yıllar olağanüstü durumda yaşayan bir toplum özgür bir toplum olamaz. Aslında “güvenlik nedenleri” denilerek özgürlüğü feda edilen ve bu nedenle kendisini yıllarca süren korku ve güvensizlik durumunda yaşamaya mahkûm eden bir toplumda yaşıyoruz.

Virüs için savaştan söz edilmesi şaşırtıcı değil. Acil durum önlemleri bizi sokağa çıkma yasağı koşullarında yaşamaya zorunlu kılıyor. Fakat görünmez bir düşmana sahip olan ve her insanda gizlenebilen bir savaş, en saçma savaştır. Gerçekte ise bu bir iç savaştır. Düşman dışarıda değil, içimizdedir. Endişe verici olan sadece şimdi fazla olan şeyler değil, bundan sonra gelecek olan şeylerdir.

Savaşlar, dikenli tellerden nükleer enerji santrallerine kadar bir dizi meymenetsiz teknolojiyi barışa miras bıraktığından, acil sağlık durumundan sonra bile hükümetlerin daha önce gerçekleştiremediği deneylerin devam etmesi için girişimlerde bulunulması muhtemeldir: Üniversite ve okulların kapatılıp çevrimiçi dersler verilmesi, bir araya gelmenin ve politik-kültürel nedenlerle konuşmaların durdurulup yerine dijital mesajlaşmanın getirilmesi ve mümkün olan her yerde insanlar arasındaki temas için makinalar temin etmek gibi uygulamalar bu girişimlerdir.

Çeviren: Elif Başak Aslanoğlu
Şiir kime seslenir? Bu soruyu ancak bir şiirin muhatabının gerçek bir insan değil bir mecburiyet olduğu anlaşıldığı taktirde yanıtlamak mümkündür.

Mecburiyet, aşina olduğumuz kipsel kategorilerin hiçbiriyle örtüşmez, mecburiyetin nesnesi ne gerekli ne tesadüfi, ne mümkün ne de imkânsızdır.

Bunun yerine, ilk şey mantıksal olarak ikinciyi ima etmediğinde ya da onu olgular alanında var olmaya zorlamadığında ilk şey varsa diğeri de olacaksa bir şeyin başka bir şeyi kesin kıldığı ve talep ettiği söylenebilir. Mecburiyet öylece tüm gerekliliklerin ve olasılıkların ötesindedir. Tıpkı sadece onu kabul edenin yerine getirebileceği bir söz gibi.

Benjamin bir keresinde Prens Mişkin’in hayatının herkes unutsa bile unutulmaz kalmayı talep ettiğini yazmıştı. Aynı şekilde hiç kimse okumasa bile şiir okunmak ister.

Bu ayrıca okunması talep edildiği sürece şiirin okunaksız kalması gerektiğini söyleyerek de ifade edilebilir. Aslını söylemek gerekirse şiirin okuyucusu yoktur.

Tüm şiirinin nihai niyetini ve handiyse neye adandığını tanımlarken César Vallejo’nun aklında olan şey buydu belki de, diyecek hiçbir şey bulamadı, tek söylediği por el analfabeto a quien[1] escribo idi. Görünüşte gereksiz olan bu formülasyonu düşünmeye değer: “okuma yazma bilmeyene yazıyorum.” Burada por, “yerine”den çok “için” anlamına gelir. Tıpkı Primo Levi’nin Auschwitz jargonunda Muselmänner olarak adlandırılan hiçbir şekilde tanık olunamayanlara -onlar yerine- tanık olduğunu söylemesi gibi. Şiirin gerçek muhatabı onu okuyacak durumda olmayanlardır. Ama bu aynı zamanda okuyamayanlara mukadder olan kitabın, bir anlamda yazmayı bilmeyen bir el tarafından yazıldığı anlamına gelir. Şiir bütün yazıları kaynaklandığı ve her daim yöneldiği okunaksıza geri veren şeydir.

[1] İspanyolca. “Yazdığım okuma yazma bilmeyenler için” (ç.n.)
İngilizceye Çeviren: Daniel Heller-Roazen
Türkçeleştiren:Nalan Kurunç
Redaksiyon: Öznur Karakaş
Kaynak