tabutmag forum – tabutmag, edebiyat, sinema, tiyatro ve görsel sanatlar alanında ilgililere nitelikli ve özgün içerikler sunar.
György (George) Konrád (2 Nisan 1933 – 13 Eylül 2019), Macar filozof, roman ve deneme yazarı.

Yaşamı ve kariyeri
Bireysel Özgürlük konusuna yer verdiği eserleriyle biliniyordu. Konrád 2 Nisan 1933'te Berettyóújfalu, Macaristan'da doğdu. 1990'dan 1993'e kadar "Uluslararası PEN Kulübü"’nün Başkanı olarak görev almıştır.

Ölümü
Macar filozof ve yazar György Konrád 13 Eylül 2019'da Budapeşte, Macaristan'da 86 yaşında ölmüştür.

Eserleri

The Case Worker
The City Builder
The Loser
A Feast in the Garden
The Stone Dial

The Intellectual on the Road to Class Power (1978), Iván Szelényi ile
Antipolitics
The Melancholy of Rebirth (1995)
The Invisible Voice: Meditations on Jewish Themes
A jugoszláviai háború (és ami utána jöhet) (1999)
Jugoslovenski rat i ono što posle može da usledi) (2000)
A Guest in My Own Country: A Hungarian Life (2003)
Departure and Return (2011)
Paul Bowles (tam adı Paul Frederic Bowles, d. 30 Aralık 1910, Jamaica, Queens, New York – ö. 18 Kasım 1999, Tangier, Fas), Amerikalı yazar, besteci ve gezgin. En ünlü romanı, Çölde Çay adıyla filme de uyarlanan The Sheltering Sky (Esirgeyen Gökyüzü)'dür. Bernardo Bertolucci'nin yönettiği 1990 yapımı filmde John Malkovich ve Debra Winger oynamıştır. Time dergisi tarafından 1923'ten beri İngilizcede yazılmış en iyi 100 kitap arasında gösterilen Esirgeyen Gökyüzü insan ruhunun ıssızlığını ve yalnızlığını sorgular. Romanın, yazarın iyi bildiği Sahra Çölü'nde geçmesi de bu sorgulamayı simgeselleştirir. Bowles 89 yıllık yaşamının 53 yılını Fas'ta geçirmiştir.

Yine bir yazar olan Jane Bowles ile evli olan Paul Bowles, kısa öykülerini topladığı 14 kitabının yanı sıra, 3 cilt şiir kitabı, sayısız çeviri, gezi yazısı ve bir otobiyografi yayımlamıştır. Yazılarında yüksek oranda "rahatsız edici" öğeye yer verir. Bowles, ayrıca, müzik etnoloğudur. Geleneksel Fas müziğine hayran olmuştur. 1991 yılında, Rea Kısa Öykü Ödülüne değer görülmüştür.

Eserleri

1931 Sonata for Oboe and Clarinet
1937 Yankee Clipper, bale
1941 Pastorela, bale
1944 The Glass Managerie, oyun
1946 Cabin, sözler Tennessee Williams, müzik Paul Bowles
1946 Concerto for Two Pianos
1947 Sonata for Two Pianos
1949 Night Waltz
1953 A Picnic Cantata
1955 Yerma, opera
1979 Blue Mountain ballads, sözler Tennessee Williams, müzik Paul Bowles
1992 Black Star at the Point of Darkness
1995 Baptism of Solitude

1949 The Sheltering Sky - Çölde Çay (Esirgeyen Gökyüzü), Simavi Yayınları, 1991
1952 Let It Come Down - Yağsın Yağmur, Can Yayınları, 2018
1955 The Spider's House
1966 Up Above the World - Yükseklerde, Can Yayınları, 1995
1991 Too Far From Home

1950 A Little Stone
1950 The Delicate Prey and Other Stories
1959 The Hours after Noon
1962 A Hundred Camels in the Courtyard - Avluda Yüz Deve, Simavi Yayınları, 1991
1967 The Time of Friendship
1968 Pages from Cold Point and Other Stories
1975 Three Tales
1977 Things Gone & Things Still Here
1979 Collected Stories, 1939-1976
1982 Points in Time
1988 Unwelcome Words: Seven Stories
1988 A Distant Episode: The Selected Stories

1933 Two Poems
1968 Scenes
1972 The Thicket of Spring
1981 Next to Nothing: Collected Poems, 1926-1977

1957 Yallah, metin Paul Bowles, fotoğraflar Peter W. Haeberlin
1963 Their Heads are Green, gezi yazısı
1972 Without stopping; an autobiography, otobiyografi
1995 In Touch - The letters of Paul Bowles, yayına hazırlayan Jeffrey Miller

Yazarın başarılarından biri de, geleneksel sözlü Fas öykülerini çevirmek oldu. Mohammed Mrabet, Driss Ben Hamed Charhadi (Larbi Layachi), Abdeslam Boulaich ve Ahmed Yacoubi gibi hikâye anlatıcılarından dinlediklerini çevirdi. Bunların dışında, Faslı yazar Mohamed Choukri'den de çeviri yaptı.

1964 A Life Full Of Holes, Driss Ben Hamed Charhadi (Larbi Layachi)
1968 Love With A Few Hairs, Mohammed Mrabet
1968 The Lemon, Mohammed Mrabet
1970 M'Hashish, Mohammed Mrabet
1974 The Boy Who Set the Fire, Mohammed Mrabet
1976 Look & Move On, Mohammed Mrabet
1976 Harmless Poisons, Blameless Sins, Mohammed Mrabet
1979 Five Eyes, Abdeslam Boulaich, Mohamed Choukri, Larbi Layachi, Mohammed Mrabet ve Ahmed Yacoubi

Ölümünden sonra yayımlananlar

2002 The Sheltering Sky, Let It Come Down, The Spider's House (Daniel Halpern, haz. Library of America) ISBN 1-931082-19-7

2002 Collected Stories and Later Writings (Daniel Halpern, haz. Library of America) ISBN 1-931082-20-0
John Hoyer Updike (d. 18 Mart 1932, Amerika Birleşik Devletleri, Pensilvanya - ö. 27 Ocak 2009, Amerika Birleşik Devletleri, Massachusetts) Amerikalı roman ve öykü yazarı, şair, sanat ve edebiyat eleştirmeni.

Updike, Protestan dindar, orta sınıf kasaba Amerika'sını anlattığı kitaplarıyla iki defa Pulitzer ödülünü kazandı. Eserlerinde genel olarak tekrarlanan temalar seks, inanç, ölüm ve ilişkiler olarak özetlenebilir.

Yapıtları 1950'lerden itibaren The New Yorker dergisinde yayınlandı. Toplamda 21 roman, 18 kısa hikâye kitabı, 12 şiir kitabı, 4 çocuk kitabı yazdı. Ayrıca diğer türlerde 12 eser verdi.

1 Şubat 2009 tarihinde akciğer kanserinden ölmüştür.
Susan Sontag (d. 16 Ocak 1933 – ö. 28 Aralık 2004) dünyaca tanınan Amerikalı deneme ve roman yazarı, kuramcı, eleştirmen ve insan hakları savunucusu.

2003'te Alman Yayıncılar Birliği’nin Geleneksel Barış Ödülü’nü kazandı.

Çocukluk ve gençlik yıllarını Arizona ve Los Angeles'ta geçiren Sontag'ın ilk romanı The Benefactor 1963'te yayımlandı. Alman yazar Daniel Schreiber 1994'te Susan Sontag: A Biography başlığıyla Sontag'ın biyografisini yazmıştır.
bu acıyı asla atlatamayacağım. (zamanın iyileştiren dokunuşu, vs'yle.) dondum kaldım, felç oldum, makine arızalandı. azalmasının, geri çekilmesinin tek yolu duyguyu bir şekilde dönüştürmem — üzüntüden öfkeye, umutsuzluktan onaylamaya çevirmek. eyleme geçmeliyim. kendimi bir şeyler yapılmış olan (yapan değil) olarak algıladığım sürece bu dayanılmaz acı beni terk etmeyecek —

s.34

susan sontag
bilinç tene kuşanınca
günlükler, 1964 — 1980

yayına hazırlayan: david rieff
türkçesi: begüm kovulmaz

everest yayınları
unutmak’tan türemiş alegorik bir tanrıçanın adı, hesiodos'a göre kavga tanrıçası eris'in kızı. hades ülkesinde unutuş'u simgeleyen, ölüler diyarında suyunu içenlere hayatlarını ve acılarını unutturan bir ırmak.
«insan uzaklara özgü bir varlıktır» der heidegger; «hep kendinden başka yerdedir.» dünyanın hiçbir köşesi yok ki insan güvenle, «ben buyum!» diyebilsin. çünkü yapılışı gereği insan, ancak kendinden başka olanla bağlantıları içinde varolur. heidegger, «durmaksızın artan bir varlıktır insan,» der; «bir anda varolan şeye indirgenseydi yok olurdu!» her düşünce her bakış, her eğilim bir aşkınlıktır. bundan ötürü, sevinci incelerken şunu görüyoruz: sevinç yalnız geçmişi değil, geleceği de içine alıyor, bütün dünyayı kucaklıyor. dağın doruğunda gölgede yatan kimse, yalnızca orada, bedenini dinlendirdiği o toprak parçası üzerinde değildir: gördüğü şu dağlardadır aynı zamanda, şimdi bir yokluk gibi uzakta kalmış kentlerdedir. bu yokluk, bu ayrılık, kentlerden uzak kalış sevinç verir ona. gözlerini yumsa, bir şey düşünmemeye çalışsa bile, gene de oradaki kımıltısız sıcakla çatışma içinde duyar kendini, uzaktan uzağa da olsa.

dışında dünya olmasaydı, tek başına insan da olamazdı.

s.30
simone de beauvoir
denemeler

türkçesi: asım bezirci
payel yayınevi, 1989
mermer bir platformda toplanmıştık. bir avuçtuk artık. ardımızda yaptıklarımızdan çok yapamadıklarımız vardı. umutlarımız, ortak amaçlarımız, didişmelerimiz, gündelik küskünlüklerimiz, gün ışığı görmemiş gizlerimiz...

yıllar önce ki ilk günde, giriş katını doldurduğumuzda, çevremizde ne varsa bizimle birlikte tazeleniyordu. i̇stekli, yetenekli olduğumuz saptanmış, "burası sizindir" denmişti. kuşkuyla tanışmıyorduk. saptamayı yapanlara güvendiğimiz için, seçimlerine de güvenmiştik.

uzun bir yürüyüşün başındaydık. i̇ş bölümü yapıldı, alanlarımız belirlendi. her şey, biz nasıl istiyorsak öyle oldu. ya da sunulanın bize en uygun şey olduğunu düşünüyor, hemen benimsiyorduk. hırsla sarılıyorduk önümüze konanlara. burası bize verilmişti, bizimdi. olanaklar, olasılıklar, gelecek başımızı döndürüyordu. nasılsak öyle olan kendimizi, gerçekleştirmeyi amaçladığımız kendimizi, birbirimizi coşkuyla seviyorduk. "biz" diye söz ediyorduk oluşturduğumuz toplulukta. coşkumuzun var ettiği "biz"in vazgeçilmez üyeleri olarak güçlü hissediyorduk kendimizi. boşluklarımıza, gediklerimize, ilişkilerimizin ayrıntılarına, sakatlıklarımıza ayıracak zamanımız yoktu. ayrıca onları ortaya koyma konusunda kararsızdık. bir gün açık yüreklilikle konuşsak, ertesi gün konuştuklarımızın ağırlığıyla eziliyorduk. yine de biz geldik. sonsuza kadar genç kalacaktık.

i̇lk gün salonu doldurduğumuzda ne kadar gerçeksek mermer platformda toplandığımız o garip ikindi sonrasında da o kadar gerçektik. azalmıştık artık. bütün parçalanmıştı. birer birer kopup gidenlerin ardından acıyla, acıdan da çok acımayla bakardık. bizsiz nasıl var olabileceklerini anlayamazdık.

sen, aramızda ağır ağır dolanırdın. sofralarımızın vazgeçilmez konuğuydun. alnınla ağırlık, dilinle hafiflik taşırdın. ceketin, bedeninin parçası olmuştu. ceplerin ışıl ışıl renkli taşlarla, öykülerle, kabuklu böceklerle, billur su kutularıyla, gece kırpıntılarıyla, ipekten düş keseleriyle dolu olurdu. kime ne çıkacaksa, dağıtarak geçerdin.

sen uzaktan görününce, "i̇şte" derdi içimizden biri, "odisseus geliyor." eklerdi hemen biri: "partallar içinde." üçüncüsü yer açardı yanında. hevesle beklerdik anlatacaklarını. i̇çki üstüne içki sunardık, susma diye. nazlanmazdın.

dışımızdaydın. seni kendimizden saymasak da, sende bulduklarımızı kendimizin sayardık. sonra istemez olduk seni. canımızı sıkıyordun artık. cebindekilerin çoğunu görmüştük. alnın daha ağırdı yanımızdan geçerken, dilin de ağırdı artık. yüzüne bakamazdık eskittiklerimiz yüzünden.

platformda toplandığımızda yıpranmış, tökezlemiş, erginleşmeden ergin yaşa gelmiştik. kargaşa içindeydik.

aramızdan biri seçilecekti. bizi böyle bir seçim yapmaya kimin, neyin zorladığını bilmiyorduk. bildiğimiz tek şey seçimin zorunlu olduğuydu. kimse aday değildi. hiç böyle alabora olmamıştık. seçilenin ödülü felaketi olacaktı ya da felaketi ödülü. sürekli tırnaklarını kemiren, saçlarını savuran biri, tıslayan bir sesle, kıyıcı ve atak "sen!" dedi, "sen!" işaret parmağıyla beni göstererek, "sen olabilisin." platformun vadiye en yakın ucunda duruyordum. bir anda, orada bulunan bütün işaret parmakları bana yöneldi: "sen olabilirsin mevsimleri olmayan yalnızlığın bekçisi, sen olabilirsin duvarsız tapınağın bekçisi, yunus renginin bekçisi!.." dehşete düştüm. ömrümün doruğunu gösteriyordu lanetli parmakları. "hayır, hayır," diye direnmek istedim, "benim için çok fazla, taşıyamam..."

i̇şte tam o sırada göründün sütunların dibinde. onurla korkunun tutsağı olduğum anda. yalnız senin yaratabileceğin tören gerginliğiyle indin merdivenleri, gelip ortamızda durdun. soluk alamıyorduk. yüzünde yabansı bir sarılık, ellerini ceplerinden çıkardın; her şeyden uzaklaşmış, alaycı, acılı bir gülümseyişle yavaş yavaş açtın avuçlarını. bomboştular. ceplerin ve alnın her zamankinden ağır, ellerin boş... vadiye bakıyordun tutkuyla. biliyorduk, daha seçi başlamadan seziyorduk; giden sen olacaktın.

yürüyüp gittiğinde vadinin derinliklerine
bastığın yer
gün batımının kınaladığı kayıklardı
bir minyatürün lacivert zemini olsaydı
böyle kaybolmazdın.

nursel duruel - yazılı kaya
yapı kredi yayınları, s.33-35
bir düşünürün en önemli görevi, içindeki ses onu nereye götürürse götürsün, o sesin peşini bırakmamaktır. bunu yerine getirmeyenler büyük düşünür olamazlar. araştırmaların ve hazırlıkların ardından düşünen ve hata yapan kimselerin hataları, hiç zahmet etmeden doğru düşünceleri kabul edenlerin doğrularından çok daha kıymetlidir. düşünce özgürlüğü sadece büyük düşünürler yetiştirmek için elzem değildir, aksine, sıradan insanların ulaşabileceği en yüksek düşünce seviyesine ulaşmaları için olmazsa olmazdır. düşüncelerin yasaklandığı dönemlerde az da olsa büyük düşünürler çıkmıştır, çıkmaya da devam etmektedir, fakat böyle dönemlerde kafası çalışan bir topluma hiçbir zaman rastlanmamıştır. düşünce özgürlüğü olmadığı sürece, böyle bir toplum hiçbir zaman var olmayacaktır. farklı düşüncelerden korkmaya ara verilmiş bazı dönemlerde, insanlar bu türden bir niteliğe geçici olarak yaklaşmıştır. i̇nsanlığı ilgilendiren büyük sorunların ve ilkelerin tartışılmasının tabu olarak kabul edildiği toplumlarda ise düşünsel harekete rastlanmamaktadır. bir halkın düşüncelerini en temelinden sarsıp, sıradan insanları bile düşünür olma şerefine nail edecek itici güç, ancak ayrılık yaratacak kadar mühim konuların tartışılmasıyla ortaya çıkmaktadır.

bu itici güce bir kez avrupa’nın reform sonrası dönemlerde, bir kez de kıta avrupası’yla ve burjuvaziyle sınırlı olmasına rağmen on sekizinci yüzyılın ikinci kısmında yaşanan düşünce hareketinde rastlanmıştı. bunlardan daha kısa süren bir harekete ise goethe ve fichte dönemi almanya’sında tanık olunmuştu. bu üç dönem, düşünceler açısından birbirlerinden oldukça farklıydı. fakat bu üçünün de ortak noktası, fikirlerin otoritenin hakimiyetinden kurtulmuş olmasıydı. her birinde eski düşüncelerin despotizmi alaşağı edilmişti ve yeni bir baskı bunun yerini almamıştı. avrupa’yı günümüz anlamında avrupa yapan da bu üç dönemde meydana gelen itici güçtür. i̇nsanların düşüncelerindeki her gelişmede ve kurumların her değişiminde bu dönemlerin etkisi vardır. maalesef ki, bir süredir bu itici gücün tükenmek üzere olduğunu görmekteyiz. düşünce özgürlüğümüzü yeniden elimize alana kadar yenilik beklememiz anlamsız olur.

john stuart mill - özgürlük üzerine
çevirmen: berkay tartıcı, kutu yayınları, s.49-50
anlatamıyorum
(moro romantico)

ağlasam sesimi duyar mısınız,
mısralarımda;
dokunabilir misiniz,
gözyaşlarıma, ellerinizle?

bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
bu derde düşmeden önce.

bir yer var, biliyorum;
her şeyi söylemek mümkün;
epiyce yaklaşmışım, duyuyorum;
anlatamıyorum.

nisan 1940
(garip i, 1941)

s.60
orhan veli kanık
bütün şiirleri
yky
“anlam imkânı “kairos” karakterlidir. yunan mitolojisinden alınan bu isim, felsefede “en uygun zaman” karşılığında kullanılır. böyle bir imkânı gerçekleştirmezsek, bir daha geri gelmemek üzere geçip gider. oysa bir kez imkânı gerçekleştirdikten sonra artık her zaman için gerçekleştirmişiz demektir. bir imkâna çevirmiş olduğumuz gerçekliği, geçmişin içine yerleştirip, kaybolup gitmekten kurtarmış oluruz. çünkü geçmiş zaman içinde aşılıp korunur gerçeklik. geçicilikten kurtulur. anlayacağımız, geçmişin içindeki hiçbir şey geri getirilmez halde yitip gitmiş değildir; kaybolmazlık güvencesi içindedir. i̇nsan alışılageldiğimiz gibi, geçmişi bir anız tarlası gibi görür; gözden kaçırdığı geçmişteki o ağzına kadar dolu ambarlardır. yaptığımız, yarattığımız, yaşadığımız, deneyimlediğimiz her şeyi bu ambarların içine yerleştirmişizdir ve hiç kimse bir daha onları dünyadan yok edemez.”

viktor e. frankl
hayatın anlamı ve psikoterapi
bu, benim elim. hareket ettirebiliyorum. kanım damarlarımda akıyor. güneş tepemizde parlıyor. ve ben, antonius block… ölüm’le satranç oynuyorum!
"rusların birkaç doktoru varmış cephede.
babamın işi şuymuş: muharebe
bittikten sonra yaralıların yanlarına gider,
oturur ve sorarmış: 'ecelinle mi ölmek istersin
saati gelince, yoksa ben mi bitireyim?'
çoğu, 'beni böyle bırakma,' dermiş. bir sigara yakar,
ikisi beraber içerlermiş. babam küçük defterini çıkarır-
bizde künye yoktu, biliyorsunuz- adamın adını,
karısının, çocuklarının adlarını, adresini ve son
sözlerini yazarmış. sigara bittiğinde
asker usulca yana çevirirmiş başını. babam
savaş boyunca dört yüz adamın işini bitirmiş böyle.
hiç çıldırmadı. kardeşleriydi onlar.

gelip toronto'ya yerleşti. yazları
elinde bir hortumla bahçede dikilir, çimleri
sulardı. zaman alırdı tabii bu. aya
konuşurdu, rüzgâra. 'büyüdüğünüzü duyabiliyorum'-
derdi çimlere. 'işte geldik, gidiyoruz.
hepimiz aynıyız. hepimiz bir şeyin
parçalarıyız. bir sığınağımız var.' on üçümde falandım,
sordum, 'baba, fıskiye diye bir şey icat ettiler artık,
biliyorsun?' çimleri sulamaya devam etti.
'bu benim hayatım. anlamıyorsun madem, kapa çeneni."

robert bly
çev.: ergun tavlan

heves dergisi, 14
...bir kez daha baktım; kolunun üstüne attığı trençkotla, şapkasız, ağır ağır ama hedefe doğru yürüyordu, anlarsın ya, nereye gittiğini çok iyi bilen biri gibiydi; hiçliğe gidiyordu. anladım ki onu bir daha görmeyeceğim. birini bir daha görmeyeceğini bilince insan delirecek gibi oluyor.

Sándor Márai
s.273
YKY

Türkçesi: Esen Tezel
binlerce pazartesi geçti ömrümde
hangisiydi o çıkaramıyorum
bir kiraz yediğimi hatırlıyorum kurtluydu
demek oldukça eski

bir de saçmasapan şeyler
bir kızın dizaltını örneğin
bir adamın çirkin sigara içişini

nasıl yaşanıyor bu vesayetli dünyada
hangi çılgınlar nasıl dayanıyor buna
kimsenin soyunu sopunu bulmak görevim değil
kendi öykümü düzenlemek yetiyor bana
güzel bir öğle vakti
eski güzel bir akşamı hatırlayarak
sonra dopdolu şeyler
damacanalar gibi
içim kabarıyor

sonu olsun diyorum
neyin sonu ama
hiç değilse bu taş basamakların

turgut uyar
büyük saat
s.619
yky
35. dehanın ışığı, başka, doğru-düzgün bir insanınkinden daha çok değildir— ama deha, bu ışığı belli türden bir mercekle yakıcı bir noktada toplar.

36. yaşamın üstünde beygir üstündeki kötü binici gibi oturuyorum. hemen şimdi yere çalınmamamı da yalnızca atın iyi huyluluğuna borçluyorum.

37. insanlar, bugün, bilim adamlarının kendilerine bir şeyler öğretmek için; şairlerin, müzisyenlerin vb. ise hoşça vakit geçirtmek için varolduklarını sanıyorlar. berikilerin kendilerine öğretecek bir şeyleri olduğu akıllarına hiç gelmiyor.

18. başkasının derinlikleriyle oynama!

ludwig wittgenstein “yan değiniler”,
çev: oruç aruoba
altıkırkbeş yayınları,
1999, s.31, s.21
kraliçe elizabeth
i̇nsan kendisi olmak için kendini unutur mu?*

kral richard
kendini hatırlarken kendine haksızlık ediyorsa, evet.

s.174
*elizabeth, “sırf ana kraliçe olacağım diye - ki zaten öyleydim - bana yapılanları nasıl unutabilirim,” diyor.

iv. perde, iv. sahne

william shakespeare
iii. richard

remzi kitabevi
türkçesi: bülent bozkurt
çok temiz ve berrak; çok güzel mânâsında kullanılır bir tâbirdir. eski türkçeden beri kullanılan arı kelimesi tertemiz ve pak mânâsındadır. duru da hakezâ katışıksız ve pürüzsüz mânâsındadır. aydan arı, günden duru şeklinde de kullanılmaktadır.

"Karşı yatan kara dağını aşmağa gelmişim,
Akıntılı güzel suyunu geçmeğe gelmişim,
Geniş eteğine, dar koltuğuna kısılmağa gelmişim,
Tanrının emri ile, Peygamberin kavli ile,
Aydan arı, sudan duru kız kardeşin Banu Çiçek'i,
Bamsı Beyrek'e istemeğe gelmişim."

Dede Korkut
Kam Büre Bey Oğlu Bamsı Beyrek Boyu
İnan bana seni seviyorum,
sesimi boya,
seni özlüyorum,
üzüntümü boya,
inan bana seni özledim,
kederimi boya,
seni başkalarının kederiyle düşünüyorum
düşüncemi boya.

boşlukta hava olmadığını söyledin,
ne ben seni çağırabiliyorum,
ne de sen beni duyabiliyorsun

bana bir ışık getir
ışıksız nasıl boyayabilirim

mohammad ebrahim jafari
apansız çöküveren kaba huzurda kavrayıverdi beni, sadece bileklerime varıncaya kadar da değil, muazzam bir huzursuzluk. bu odayı bir deli gömleği gibi geçirdim üstüme, ve şimdi de çıkarmam gerekiyor, bırakın ineyim aşağıya, duygusu.

s.14
thomas bernhard
don

çeviren: mustafa tüzel
yky
“bu yalnızlığın kapıları önünde ben de eşsiz ve derin bir inançla dolu olarak duruyorum; çünkü bunu, birbirinin yalnızlığını korumayı, iki kişi arasındaki birleşmenin yüksek amacı sayıyorum. çünkü ancak derin yalnızlıkları ritmik olarak kesen birleşmeler gerçek birleşmelerdir.”

s.14 —önsöz
rainer maria rilke
seçilmiş şiirler — duino ağıtları

türkçesi: a. turan oflazoğlu
i̇z yayıncılık