tabutmag forum – tabutmag, edebiyat, sinema, tiyatro ve görsel sanatlar alanında ilgililere nitelikli ve özgün içerikler sunar.
"geçmişe bakıp, eski kültürler ve halkları araştırdığımızda, ölümün insan için her daim tatsız olduğunu ve muhtemelen de öyle kalacağını görürüz. bir psikiyatrın bakış açısıyla bu anlaşılabilir bir durumdur ve belki de en iyi, bilinçaltımızda kendi ölümümüzü asla kabullenemeyişimiz bilgisi ile açıklanabilir. bilinçaltımızda bu dünyadaki hayatımızın bir sonu olduğunu tasavvur etmek kabul edilebilir değildir ve eğer hayatımız sona erecekse, bu son her zaman dışarıdan, başka birinin kötü niyetli bir müdahalesine atfedilir. yani bilinçaltımızda ancak öldürülebiliriz; doğal nedenlerle ya da yaşlılık nedeniyle ölmek akıl almaz bir durumdur. bu nedenle, ölüm kötü bir eylemle, korkutucu bir olayla, intikam ve cezalandırma gerektiren bir davranışla ilişkilendirilir."

s.12
elisabeth kübler-ross
ölüm ve ölmek üzerine

çeviren: ekin uşşaklı
april yayıncılık
“o gece saatlerce uyuyamadım, ne zaman gözlerimi yumsam taksideki gibi hızla hareket eden paris beliriveriyordu zihnimde. sonra sakinledim. dört gün boyunca hiç panik atak geçirmedim diyebilirim. rive gauche tarafında be rue de rivoli boyunca dolaşırken ve bir de pompideu merkezi’nin en üst katındaki bir restorandayken çok kaygılandığım anlar oldu, o kadar. bazen ölesiye korktuğum şeyleri yapınca hiçbir şey olmadığını görmenin en iyi terapi olduğunu anlamaya başlıyordum. eğer dışarı çıkmaktan korkuyorsanız, dışarı çıkın. eğer kapalı mekânlardan korkuyorsanız, bir asansörde zaman geçirin. eğer ayrılık korkunuz varsa, kendinizi bir süre yalnız kalmaya zorlayın. depresyonda kendinizi rahat hissettiğiniz yer çoğunlukla dünya kadar bir alandan küçüle küçüle yatak kadar bir alana dönüşür. ya da rahat hissettiğiniz hiçbir yer kalmaz.

değişiklik. heyecan. bunlar yeni yerlerin neden olduğu hislerdir. bazen korkutucu da olsa insanı özgürleştirir. bilindik bir mekânda zihniniz yalnızca kendisine odaklanır. yatak odanızda yeni bir şeyleri fark etme ihtiyacı duymazsınız. dışarıdan gelebilecek bir tehlike yoktur, yalnızca içinizdekiler vardır. kendinizi yeni yerlere, tercihen yurtdışına gitmeye zorlarsanız, ister istemez tüm dikkatinizi dış dünyaya vermek zorunda kalırsınız.

paris’te geçirdiğim birkaç günün böylesi bir yardımı dokunmuştu.”

s.143—144
matt haig
yaşama tutunmak i̇çin nedenler

türkçesi: m. salih kurt
domingo
ÜÇ GÜN
Hamburg, 5 Haziran 1970.

Drei Tage (1970)

On beş veya on altı yıl evvel
Wellingsbüttel'e yakın bir yerde dolanıyor...

...ve akademi için Lessing'in "Genç Bilge" oyunundaki yaşlı Chrysander rolünün ezberini yapıyordum.

Her gün aynı şeyler tekrarlanıyordu.

Kalkıyordum, bahçeye çıkıyordum,
ilk cümleyi söylüyordum ve devam edemiyordum.

İkinci gün de aynı şeyler olup durdu.
Öğleden sonra dörde kadar üçüncü, dördüncü...

...ve beşinci cümleye kadar geldim,
ama devamını getiremiyordum.

Böyle devam etti bu
ve ilk sayfayı geçemedim bir türlü.

Dört hafta sonra oradan ayrıldım.

Şimdi aklıma geliyor bu, çünkü bir cümleden sonra devam edemeyişim "Kireç Ocağı"nda da aynı şekilde var.

Daha doğrusu, kitabın ana karakteri Konrad,
on beş yılda çalışmasının sadece ilk cümlesine kadar geliyor.

Yirmi yıldan beri yapmak istediği bir çalışma,
ama beceremiyor.

Birdenbire oturuyor ve herkesin hayal ettiği çalışmayı yazmayı başarıyor.

Fakat bunu sadece düşlüyor,
eşi odaya giriyor ve durumun farkına varıyor.

"Benim ardımdan, gerçekten de bu çalışmayı
yazabilir miydin? Yetti artık!" diyor kadın...

...ve adamın ellerinden her şeyi alıyor
ve her bir sayfasını yakıyor.

Adamın tek duyduğu, kadının
"Pekala, şimdi yeniden başlayabilir...

...ve yine 20 yıl bu cümle için uğraşabilirsin." deyişi oluyor.

BİRİNCİ GÜN

İlk anılarım, ilkokula kaydolmaya gidişime,
birinci sınıfın ilk gününe ait.

Yolum bir kasaptan geçiyordu. Kapısında kancalar, baltalar, bıçaklar düzenli bir biçimde asılıydı.

Bir yanda kanlı öte yanda göz kamaştırıcı
parlaklıkta kesim aparatları vardı.

Sonra koca göbekleriyle
yere düşen atların sesleri vardı...

...çöküyorlardı, kemikleri, irinleri, kanları...

Kasaptan sonra birkaç merdiven çıkınca mezarlık vardı...

...düzgün bir biçimde yatabileceğiniz
bir salon, bir morgdu.

Okulun ilk gününü, morgda bulunan peynircinin
soluk bir delikanlı olan oğlunu hala hatırlıyorum.

Genç bir kadın öğretmen vardı sınıfta,
kalbimin atışını hatırlıyorum.

Büyükannem beni daima
kendisiyle birlikte götürürdü.

Gerçi sabahları kendi başıma mezarlığın yanından geçerdim, öğlenleri ise beni morga götürüp havaya kaldırır ve şöyle derdi:

"Bak, orada başka bir kadın yatıyor."

Ölü insanlardan başka bir şey yoktu.

Herkes için çok büyük bir önem taşır aslında.
Bundan çeşitli sonuçlara varılabilir.

Benim için çocukluk, birbiri ardına
sıralanmış müzik parçaları gibidir.

Ama elbette ki
klasik olmayan müziklerdir.

Mesela...

...1944'te Traunstein'da okula
biraz daha uzakta yaşıyordum.

Büyükannem ile büyükbabam şehrin bir ucunda
yaşıyorlardı, okula dört kilometre uzaklıktaydım.

Yolun yarısında bir yerde bir çalılık vardı,
başka ne vardı hatırlamıyorum.

Ne zaman onun yanından geçsem,
bir kadın oradan sıçrar ve bağırırdı:

"Büyükbabanı Dachau toplama kampına
göndereceğim bir gün!"

1945'te bir başka hikaye, bir başka müzik,
belki on iki ton müziği söz konusuydu.

Erkek kardeşimin bir arkadaşı vardı,
yedi yaşındaydı, bense on dört yaşındaydım.

Elini bir bazukanın içine soktu
ve tamamen parçalara ayrıldı.

Vachendorf'da oldu bu olay. Erkek kardeşimle beraber bisikletle cenazeye katılmaya gidiyorduk.

Yukarıdaki borudan ayağımı zar zor çıkarıyordum,
erkek kardeşim ise gidonun önünde yukarıda oturuyordu.

Yolda giderken çiçek topladık.

Ancak cenazeye giderken yarı yolda
ormandan genç bir adam çıktı...

...ve benimle kardeşimi bisikletten zorla indirdi,
çiçekleri parçaladı...

...ve bisikleti çiğneyerek dümdüz etti.

Önce tekerleği sonra gidonu en son da
çamurluğu parçalara ayırdı.

Ardından beni tokatladı,
kardeşimin karnına vurdu.

Polonyalı veya Çek'ti,
tam bilmiyorum.

Çok tuhaftı.
Derenin kenarında oturmuş ağlıyorduk.

Geriye yürüyerek döndük,
artık cenazeye gitmek söz konusu değildi.

Eve vardığımızda
bu tuhaf hikayeyi anlattık.

Bunun gibi pek çok hikaye var.

Ah ışıkmış bu,
güneş dönmüş zanettim.

İşe yarayan iki okul vardır elbette:
Bir yanda yalnızlık, soyutlanma, dışlanma vardır.

Daha sonra, yalnızlığın, soyutlanmanın ve dışlanmanın oluşturduğu başkalarına güvensizlik izler bunu.

Ve o zamanlar,
ben hala bir çocuktum...

Annem beni başkasına vermişti.

Bir yıl boyunca Hollanda Rotterdam'da
balıkçı filikasından bir kadının himayesine bırakıldım.

Annem beni her üç ya da dört
haftada bir ziyaret ederdi.

O zamanlar beni çok umursadığını düşünmüyorum. Sonrasında elbette ki durum tamamen değişti.

Bir yaşındayken Viyana'ya taşındık.

Annemin aksine beni gerçekten seven dedemin yanına gittiğimde bile güvensizlik yine de devam etti.

Sonra onunla yürüyüşlerim oldu. Daha sonra
kitaplarımda anlattığım tüm o karakterler...

...erkek karakterler her biri benim
anne tarafımdan dedemdi aslında.

Fakat dedemin olduğu tüm o
karakterlere rağmen, yalnızdım.

İnsan sadece kendi başına gelişebilir.

Kendi içinden çıkamadığı bilinciyle
insan daima yalnızdır.

Geri kalan her şey bir sanrıdır, şüphelidir.
Asla değişmez bu.

Okul yıllarında tamamen yalnızsınızdır.

Sıra arkadaşınız vardır ve yalnızsınızdır.
İnsanlarla konuşursunuz, yalnızsınızdır.

Fikirleriniz vardır, gariptir,
size aittir, her zaman yalnızsınızdır.

Ve bir kitap yazdığınızda, veya benim gibi kitaplar
yazdığınızda çok daha yalnızsınızdır.

Kendini anlaşılır kılmak imkansızdır.

Tek başınalıktan, yalnızlıktan çok daha
yoğun bir yalnızlık, bir soyutlama doğar.

Nihayetinde, yer değiştirirsiniz. Daha çabuk başka
yere gidersiniz, daha büyük şehirlere kaçarsınız.

Küçük şehirler size yeterli gelmez.
Viyana yeterli değildir, Londra yeterli değildir.

Dünyanın başka yerlerine
gitmelisinizdir.

Yabancı dillerin konuşulduğu
bir yerlere gidip gelmeye çalışırsınız.

Belki de Brüksel'dir orası,
ya da Roma'dır.

Bu yüzden, nereye giderseniz gidin daima
yalnızsınızdır, kendinizle bir başınasınızdır.

Gittikçe berbatlaşan
işlerinizle yalnızsınızdır.

Kendi ülkenize geri dönersiniz,
çiftlik evine geri yerleşirsiniz...

...kapıları kapatırsınız, benim gibiyseniz
günlerce içeride kapalı kalırsınız...

...ve sizi memnun eden
ve gittikçe büyüyen şey işiniz olur.

İnşa ettiğiniz kelimelerdir,
cümlelerdir işiniz.

Aslında bir oyuncak gibidir, birbiri ardına
dizersiniz parçaları, tıpkı müzikal süreç gibi.

Belli bir seviyeye ulaştığınızda, inşa ettiğiniz şey
dördüncü veya beşinci kata ulaştığınızda...

...olan biten her şeyi görürsünüz,
bir çocuk gibi yıkarsınız her şeyi.

Tüm bunlardan kurtulduğunuzu düşündüğünüz an, bir yerlerden ülser çıkıverir.

Bunu vücudunuzdaki yeni bir çalışma,
yeni bir roman olarak ele alırsınız ve gittikçe büyür.

Esasında, bir kitap, belki de habis bir ülserden,
kanserli bir urdan başka bir şey değildir.

Ameliyat edip çıkartırsınız ve
metastazların zaten tüm vücuda bulaştıklarını...

...ve bir kurtuluşun artık
mümkün olmadığını bilirsiniz.

Zaman geçtikçe kötüleşir, daha güçlenir
ve bir kurtuluş ve geri dönüş olmaz.

Benden önce gelen insanlar,
atalarım, harika insanlardı.

Böyle bir şeyin soğuk bir bankta otururken
aklıma gelmesi de tesadüf değildir.

Her şeylerdi: Pis zenginler, aşağılık fakirler,
suçlular, canavarlar...

Neredeyse hepsi bir açıdan sapık,
mutlu ve çok gezmişlerdir.

Çoğu bir noktada
aniden kendilerini öldürdüler...

...hele ki hayatlarını hiçbir zaman
bir kurşun veya bir atlayışla...

...sonlandırma fikrine sahip
olmayacağı düşünülenler.

Biri bir gün
hava şaftına atladı...

...öbürü kafasına bir kurşun sıktı.

Üçüncüsü arabasını nehre sürdü.

Bu insanları düşünmek
hoş olduğu kadar korkunç da.

Sanki tiyatronun önünde
oturmuşuz da perde açılmış gibi.

Karşımızda sahnede gördüğümüz insanlar var
ve onları iyiler ve kötüler olarak ayırıyoruz.

Sadece iyi ve kötü karakterler olarak değil,
iyi ve kötü oyuncular olarak da ayırıyoruz.

Bu düşünceyi zaman zaman tekrar düşünmek
kesinlikle çok zevklidir.

İKİNCİ GÜN

Zor olan, başlamaktır.

Ahmak biri için hiç zor değildir bu,
zorluğun ne olduğunu bilmez bile o.

Çocuklar yapar ve kitaplar üretir;
art arda kitaplar ve çocuklar çıkar ortaya.

Her şeye karşı kayıtsızdır;
bir şey üzerine düşünmez bile.

Ahmak insan zorluk nedir bilmez, kalkar, yıkanır,
dışarı adımını atar, çiğnenir, ezilir, umurunda değildir.

En baştan beri
yalnızca direniş vardır.

Direniş! Nedir direniş? Direniş, materyaldir.
Beynin direnişe ihtiyacı vardır.

Beyin direnişleri toplayarak
malzemeleri oluşturur.

Pencereden dışarı bakmak direniştir...

...birine mektup yazmanın gerekmesi direniştir, elbette bunu istemeyiz, ama bize bir mektup gelir, direniştir bu.

Her şeyi çöpe atarız, yine de mektuba
cevap veririz zamanı geldiğinde.

Dışarı çıkarsınız, bir şeyler alırsınız, bir bira içersiniz, usandırıcı gelir her şey, direniştir bu.

Hasta düşersiniz, hastaneye gidersiniz,
işler zorlaşır, bu da direniştir.

Aniden ölümcül hastalıklar ortaya çıkar, yok olur,
size yapışıp kalır; bunlar da direniştir elbette.

Kitaplar okursunuz, direniştir bu!

Kitaplarla ilginiz olmasın istersiniz...

...düşüncelerle ilginiz olmasın istersiniz, dille veya
kelimelerle veya cümlelerle ilginiz olmasın istersiniz...

...hikayelerle ilginiz olmasın istersiniz,
hemen hemen hiçbir şeyle ilginiz olmasın istersiniz.

Yine de uyursunuz, uyanırsınız.
Uyumanın sonucunda uyanırsınız.

Uyanmanın sonucunda ayağa kalkarsınız.
Ayağa kalkmalısınız, tüm direnişlere karşı dik durmalısınız.

Odanızdan dışarı çıkmalısınız.

Kağıt çarpar yüzümüze,
cümleler çarpar yüzümüze.

Aslında nereden çıktığını bilmediğimiz aynı
monoton cümleler vardır karşımızda, değil mi?

Bunlardan yeni direnişler ortaya çıkar.

Bunu fark edince tek istediğiniz uyumak olur.
Daha fazla bilmek istemesiniz. Arzu aniden azalır...

Neden karanlık?

Kitaplarımda neden daima aynı karanlık var?

Çok basit:

Kitaplarımda her şey yapaydır.

Diğer bir deyişle, tüm karakterler,
durumlar, vakalar bir oyundaymış gibi...

...sahnede canlanırlar ve
sahne alanı tamamen karanlıktır.

Dörtgen şeklindeki sahneye
çıkan karakterler...

...doğal ışığın altındakinden
daha belirgin hatlara sahiplerdir.

Aşina olduğumuz nesir de
buna benzerdir.

Karanlıkta her şey netleşir.

Durum sadece görüntülerde ve
betimlemede böyle değildir, dilde de böyledir.

Kitabın sayfalarını
kapkaranlık düşünmeniz gerekmektedir.

Kelime aydınlanır ve bu aydınlanma
açıklık hatta aşırı açıklık kazandırır.

En baştan beri kullandığım
sanatsal araç budur.

Kitaplarımı açtığınızda bir tiyatroda
olduğunuzu hayal etmeniz gerekir.

İlk sayfada perdeyi açarsınız.

Ad görünür,
tamamen karanlıktır.

Yavaş yavaş arka plandan,
karanlıktan, kelimeler gelir.

Kelimeler yavaş yavaş hem iç
hem dış doğayı içeren olaylara dönüşür.

Özellikle yapay oldukları için böylesi
bir dönüşüm geçirmiş olurlar kelimeler.

İnsanların bir yazarı nasıl hayal ettiğini bilmiyorum, ancak bu konuda her türlü hayal yanlıştır.

Söz konusu bensem,
ben bir yazar değilim, yazan biriyim sadece.

Ama öte yandan,
Almanya'dan mektuplar alıyorum...

...veya taşra kasabalardan,
büyük şehirlerden, yayıncılardan...

...veya büyük şirketlerden
mektuplar geliyor.

Oralarda sahneye çıkıyorum.
Acıklı ve kasvetli bir yazar olarak sunuluyorum.

Methiyelerde veya bilimsel
olmayan konuşmalarda bile...

...böyle tanıtılıyorum uzun zamandır.

Şu veya bu şekilde sınıflandırılmış
bir yazar vardır karşılarında.

Kitapları kasvetlidir, karakterleri kasvetlidir, tabiatı kasvetlidir,dolayısıyla karşımızdaki kişi de kasvetlidir.

Böyle bir methiye sizi siyah takımlar içinde
kasvetli birine indirger.

Elbette ki ciddi bir yazar olarak
tanımlanıyorum.

Bela Bartok'un
ciddi bir bestekar olması gibi.

İtibarım böyle yayılıyor.
Ancak temelde rezil bir itibar bu.

Beni son derece rahatsız ediyor.

Öte yandan, doğal olarak neşeli bir yazar da değilim. Öykü anlatan birisi değilim...

...öykülerden nefret ederim.
Öykü yok edicisiyim ben.

Çalışmalarımda herhangi
bir öykünün belirtisi olursa...

...veya uzakta bir nesrin tepesinin ardında bir öykünün imasını bile görürsem onu alaşağı ederim.

Cümlelerde de durum budur.

Oluşabilecek tüm cümlelerin başını
daha oluşmadan ezmekten zevk duyarım.

Öte yandan...

Hayır, aklıma bir şey gelmiyor.
Tok karnına bir şey gelmiyor. Aynı eski hikaye.

Bitti.

En çok yalnız olmayı seviyorum.

İdeal durum temelde budur.

Evim de aslında kocaman bir hapishanedir.
Böyle olmasını seviyorum.

Mümkün olduğu kadar boş duvarlar.

Boş ve soğuk.

Çalışmama olumlu etkileri var.

Kitaplarım veya yazdıklarım
yaşadığım yere benziyor.

Kimi zaman bir kitaptaki bölümler,
evdeki odaları andırıyor bana.

Duvarlar yaşıyorlar, değil mi?

Sayfalar da duvarlar gibidir,
bu kadarı da yeterlidir.

Sadece yoğun bir biçimde
bakmanız gerekmektedir.

Beyaz bir duvara baktığınızda, onun aslında
beyaz ve boş olmadığını fark edersiniz.

Uzun bir zaman yalnız olursanız, yalnız olmaya
alışırsanız, yalnız olmayı tecrübe ederseniz...

...sıradan insanların bir şeyler keşfedemeyeceği
her yerde bir şeyler keşfedersiniz.

Duvarda çatlaklar, pürüzler, düzensizlikler,
haşereler keşfedersiniz.

Duvarda inanılmaz bir hareket vardır.

İşin aslı, duvarlar ile kitabın sayfaları arasında
pek bir fark yoktur.

Dışarıdan bakan insanlar
yaşam biçimimi monoton bulurlar.

Etrafımdaki insanların çok daha
heyecan verici bir yaşamı var...

...veya daha heyecan verici değilse bile
en azından daha ilginç bir yaşamı var.

Benim için komşularımın yaşamları
ki, gayet basit bir yaşam sürerler...

...zanaat işleri yaparlar, yan komşum çiftçidir,
çaprazımda yaşayan kağıt işçisidir...

...tam yanımdaki marangozdur...

...mahallenin diğer kısmındakiler de
ya kağıt işçisi ya esnaf ya da çiftçidir.

Onları çok ilginç bulurum.

Her biri tam olarak aynı şekilde yüzbinlerce defa
tekrarlanan uğraşılar olsa da bana çok çarpıcı geliyor.

Bana her seferinde
yeniymiş gibi geliyor.

Günlük yaşamım bana monoton,
can sıkıcı, içeriksiz geliyor.

En korkunç bulduğum şey,
nesir yazmaktır.

Benim için açık ara
en zor şey budur.

Bunu fark ettiğim ve bilincinde olduğum andan beri artık sadece nesir yazmaya ant içmiştim.

Elbette ki bambaşka
bir şey de yapabilirdim.

Farklı pek çok disiplin
üzerinde çalışmıştım...

...ama hiçbiri bana
korkutucu gelmiyordu.

Mesela, gençken çizim dersleri almıştım ve muhtemelen
orta karar bir çizimci olabilirdim, benim için pek de zor olmazdı bu.

Müzik çalışmıştım, enstrüman çalmak, müzik yapmak, yani beste yapmak epey kolay gelmişti bana.

Kaderimin orkestra şefi olmak olduğunu
düşündüğüm bir dönem vardı.

Müzik estetiği üzerine okudum
ve teker teker enstrümanları öğrendim.

Fakat bana kolay geldiği için
hepsini bıraktım.

Sonrasında bir oyuncu veya yönetmen
veya dramaturg olmak istedim.

Bir süreliğine beni kendisine
bağladı bunlar.

Heyecan vericiydi. Çokça oynadım, yönetmenlik yaptım, özellikle komik rollerde oynadım.

İşletme okuluna da gittim, dolayısıyla tüccar
olabileceğimi düşündüğüm bir dönem de oldu.

Bu alanda kendimi geliştirme fikri
ilgimi çekiyordu.

Genç yaşlarımdan beri, on yedi veya on sekiz yaşlarımda,
kitaplar kadar hiçbir şeyden nefret etmedim.

Dedemle yaşıyordum, yazıyordu o
ve kocaman bir kütüphanesi vardı.

Daima bu kitapların arasında olmak,
kütüphanenin içinde dolaşmak benim için korkunçtu.

Peki ne oldu da yazmaya başladım?
Neden kitaplar yazdım?

Hem de aniden kendime karşı
bir duruş sergileyerek...

Çünkü daha önce dediğim gibi,
benim için direniş her şey demektir.

Ben bu müthiş direnişi istiyordum.

Bu sebeple de
nesir yazıyorum.

Belki de daha on sekiz yaşındayken hastaneye kaldırılmış
ve bir yıl orada yatmış olmam bir sebep olabilir.

Orada artık öleceğim düşünülerek
vücudum yağlandı.

Oradan sanatoryuma geçtim.

Aylarca orada, dağlarda yattım.
Önümde daima aynı dağ manzarası vardı.

Gri bir örtünün olduğu tahta bir yatakta
tek bir kalın yün battaniyeyle yatıyordum.

Sonbahar ve kış boyunca,
gece ve gündüzleri dışarıda duruyordum.

Tamamen can sıkıntısından...

...sonuçta durmaksızın tek bir dağın karşısında yatamazsınız...

...yani elbette ki hareket edemiyordum...

...ve böylece yazmaya başladım.
Sebep ve vesile buydu muhtemelen.

Can sıkıntısından ve bir dağ ile
yalnız başına kalmaktan...

...ki dağın adı Heukareck'ti...

...Schwarzach St. Veit'in tepesinde,
iki bin metre yükseklikteydi.

Aylar boyunca bakarsınız, ama daima aynıdır,
asla değişmez, çünkü gölgeli tarafıdır orası.

Durum böyle olunca da ya delirirsiniz
ya da yazmaya başlarsınız.

Ben de elime kurşun kalem ve kağıt aldım
ve kendim için notlar aldım.

Kitaplara, yazmaya,
kalemlere olan nefretimi yazarak aştım.

Hiç kuşku yok ki, şu an uğraştığım
tüm sıkıntının sebebi budur.

Bitti.

Aslında rahat bırakılmaktan
başka bir şey istemiyorum.

Çok güç bir şey bu
ve zaman geçtikçe...

...dış dünyadaki değişikliklerle
ilgilenmekten bile vazgeçtim.

Aslında her zaman
aynı değişiklikler olur.

Bunlarla başkaları ilgilensin.

Beni sadece
benim süreçlerim ilgilendirir.

Çok merhametsiz olabiliyorum.

Çiftliğimdeyken veya
herhangi bir şehirdeyken...

...Brüksel olsun ya da
Viyana ya da Salzburg...

...fark etmez, herhangi bir yerde
etrafımdaki her şeyin çöküp çökmemesi...

...veya olduğundan daha da saçma
olup olmaması umurumda olmuyor.

Benim için anlamsızdır bu.
Beni ileriye götürmüyor.

En azından kendimi
kendime götürmüyor.

Yeni bir fikre de götürmüyor.

Evet, bitti.
Bunu kesebiliriz, değil mi?

- Gördüğümüz gibi kaydedilecek, değil mi?
- Evet, bunun gibi.

ÜÇÜNCÜ GÜN

Felsefe ile ilgili olan yazılı metinler
son derece tehlikelidirler. Özellikle benim için.

Sıklıkla saatlerce, günlerce,
haftalarca lafı geveleyip duruyorum.

Kimseyle irtibat kurmak istemiyorum,
hiçbir şey istemiyorum.

Öte yandan, en önemli
bulduğum yazarlar...

...aslında en büyük karşıtlarım
veya düşmanlarımdır.

Sizi çoktan teslim almış insanlarla
sürekli bir şekilde tartışıyorsunuz.

Mesela Musil'e kapılmıştım ben,
Pavese'ye, Ezra Pound'a.

Elbette ki şiirsel değildir onlar,
kesinlikle nesir insanlarıdır.

Birkaç kelimeyle kurulmuş
gayet basit cümleler, bir tasvir vardır.

Pavese'nin günlüğünde vardır bu,
Lermontov'un kaba taslaklarından birinde...

...doğal olarak Dostoyevski'de, Turgenyev'de,
aslında tüm Ruslarda...

Valery hariç
Fransızlar hiç ilgimi çekmedi.

Valery'den
"Monsieur Teste"...

Bu kitabın sayfalarını
o kadar karıştırdım ki...

...her defasında yeni bir nüshasını almam gerekiyor. Dağılıyor çünkü daima, parçalara ayrılıyor.

Henry James ile de
tartışıyorum sürekli.

Bir parça düşmanlık bile
söz konusu.

Ancak daima değişiyorum.

Bu insanlara kıyasla gülünç bir durumda
olduğunuzu düşünürsünüz çoğu zaman.

Ancak zaman geçtikçe güç kazanırsınız,
çoğundan daha güçlü olursunuz.

Onları ezebilirsiniz.

Kendinizi Virginia Woolf'un
veya Forster'in üstünde görebilirsiniz.

Böylece yazmak zorunda kalırım.

Ustalaşmak zorunda kaldığım
bir sanat olur bu.

Anlamı olan tek okul budur,
sizi ileriye götürür.

Bir bütün olarak var olamaz,
parçalara ayırmanız gerekir.

İyi ve güzel olan her şey
daha fazla şüpheli hale gelir.

Üstelik elbette ki yol boyunca
en beklenmedik noktada kopmanız gerekmektedir.

Bu açıdan, bir bölümü sonuna dek
düzgün bir biçimde yazmak yanlıştır.

En büyük hata, bir yazarın
sonuna dek bir kitap yazmasıdır.

İnsanlarla olan ilişkilerinizi aniden kesmeniz,
aslında iyi bir şeydir.

Melankoli oldukça güzel bir durumdur.

Ona kolayca
ve seve seve kapılırım.

Kırsalda çalışırken çok az
veya hemen hemen hiç kapılmam...

...ama şehirdeyken
hemen kapılırım.

Bana göre Viyana'dan
daha güzel bir yer yoktur.

O şehirdeyken daima
bir melankoli halinde oluyorum.

Orada yirmi yıldır tanıdığım
melankolik insanlar var.

Viyana'nın sokakları...

...şehrin atmosferi...

...üniversite şehri olması
pek tabii ki...

Orada insanların bana söylediği
değişmeyen cümleler var.

Muhtemelen ben de bu insanlara
aynı cümleleri söylüyorum.

Melankoli için muhteşem bir ön şart.

Parkın bir köşesinde oturursunuz...

...saatlerce...

...bir kafede oturursunuz...

...saatlerce...

...melankoli.

Geçmişin genç yazarları,
artık genç olmayan yazarlar var.

Birdenbire artık genç olmayan birini fark edersiniz,
ama genç biri gibi davranır o.

Muhtemelen benim de artık genç biri
olmamama rağmen genç biri gibi davranmam gibi.

Zaman geçtikçe güçleşir bu,
ama oldukça güzelleşir.

Viyana'daki mezarlıklara veya
bana yakın olan Döblinger Mezarlığı'na...

...veya "Neustift am Wald"daki
mezarlığa gitmeyi çok severim.

Daha önceki ziyaretlerimden
tanıdığım isimleri görmek hoşuma gidiyor.

Melankoli bir dükkana girdiğinizde
vurur sizi:

Yirmi yıl önce inanılmaz bir hızla
hareket eden aynı satıcı kadının...

...artık yavaşlamış olduğunu görürsünüz.

Torbalara ağır ağır doldurur şekeri.

Parayı eline alışı ve kasayı kapatışı
tamamen farklılaşmıştır.

Kapıdaki zil aynı sesi çıkarır,
ama melankoliktir.

Bu durum haftalarca sürebilir.

Belki de melankolinin
tek veya ideal ilacı...

...devamlı bir biçimde
melankoli hapı içmektir.

Daima kardeşimle
olmayan bir konuşmayı...

...annemle olmayan bir konuşmayı sürdürdüm.

Aynı şekilde babamla da olmayan
bir konuşmayı sürdürdüm.

Artık var olmayan ve bir daha asla var olmayacak
bir geçmişle var olmayan bir konuşma sürüyor.

Uzun ve var olmayan cümlelerle
süren bir konuşma bu.

Var olmayan bir doğayla
süren bir diyalog...

...var olmayan ve asla kavram olmayacak
kavramlarla süren bir münasebet.

Daima kusurlu olan
bir konu ile süren bir ilişki.

Cevap vermeyen meselelerle
süren bir görüşme.

Her şeyi mahveden mutlak
bir sessizlik var...

...içinden asla çıkamayacağımız
mutlak bir umutsuzluk var.

Sadece hayal etmeye devam
edebilmek amacıyla...

...kendiniz için inşa ettiğiniz
hayali beklentiniz var.

Temas edebileceğinizi düşündüğünüz...

...anı eriten meselelerle
yüzleşme girişiminiz var.

Yanılgı olduğu ortaya çıkan
hakikatlerle kurduğunuz ilişki var.

Hiçbir zaman bir arada olmamış
bir zaman dilimini...

...bir araya getirme çabanız var.

Doğası gereği yanlış olduğu
kanıtlanması gereken şeylerin temsilini...

...hayal gücünde el yordamıyla
araştırma girişiminiz var.

Cümlelerden ortaya çıkmış şeylerle
oluşmuş kimliğiniz var...

...ve siz ne cümleler hakkında
ne de o şeyler hakkında bir şey biliyorsunuz.

Tekrar ve tekrar
hiçbir şey bilmiyorsunuz.

Elbette ki bu, kendinizi uzak
tutmanız gereken günlük meseledir.

Her şeyi geride
bırakmak zorundasındır...

...arkada kalan kapıyı sadece kapatmak değil,
çarparak çekip gitmek gerekir.

Her şey defalarca kendi başına ve
gitgide sessizce yok olmak zorundadır.

Ömrümüz boyunca
hakim olamadığımız...

...ve en sonunda da
hakim olamayacağımız karanlıktan çıkıp...

...önümüzdeki diğer ikinci
nihai karanlığa girmeliyiz.

Mümkün olduğu kadar çabuk,
doğrudan doğruya...

...filozofumsu ukalalıklar
yapmadan girmeliyiz.

Belki de gözlerimizi kapatarak,
karanlığı erkene çekebiliriz.

Gözlerimizi sadece nihai
karanlığa girdiğimizden...

...emin olduğumuzda açarız tekrar.

Çeviri:
Matthias Kyska

Editörler:
Kerem Duymuş
“heidegger’e göre resim insanın varlığı ele geçirmesine ve elinde tutmasına aracılık eden ortamdır. bu teori günümüzün medyatik resimlerini açıklamaz, çünkü bunlar bir "varlığı” temsil etmeyen simulakradır. bunların temelinde varlığı “önüne koyma ve onu bu şekilde konmuş olarak sürekli önünde bulundurma” niyeti yoktur. göndermesi olmayan simulakra olarak, bağımsız bir hayat sürdürdükleri söylenebilir neredeyse. güç ve hükmetmenin ötesinde de urlaşırlar. “varlık”tan daha çok hayat ve varlığa sahiptirler neredeyse. multimedyanın enformasyon ve iletişim kütlesi bir “çerçeve” (ge-stell) olmaktan ziyade karman çorman bir yığındır (gemenge).*

şeffaflık toplumu sadece hakikatten değil görünüşten de yoksundur. ne hakikat ne de görünüş şeffaftır. tümüyle şeffaf olan tek şey boşluktur. bu boşluğu bertaraf etmek için bir enformasyon yığını devreye sokulur. enformasyon ve resim yığını, içinde boşluğun kendini hâlâ gösterdiği bir bolluktur. enformasyon ve iletişimin artması kendi başına dünyaya aydınlık getirmez. şeffaflık kâhinliğe yol açmaz. enformasyon yığını hakikat oluşturmaz. ne kadar çok enformasyon serbest kalırsa dünya o kadar karmaşıklaşır. hiperenformasyon ve hiper-iletişim karanlıkta bir ışık olamaz.”

s.61
byung-chul han
şeffaflık toplumu

çeviren: haluk barışcan
metis kitap

* sanal dünya gerçek'in direncinden ve öteki'nin olumsuzluğundan yoksundur. ağırlıksız olumluluğunun karşısına heidegger "toprak"ı çıkarırdı bir kez daha. toprak saklı olanı, açılamaz olanı, kendini kapatanı simgeler. “toprak, her tür nüfuz etme girişiminin kendine çarparak paramparça olmasına yol açar. ...açıkça kendisi olarak aydınlıkta göründüğü zamanlar öz olarak açılamazlığının kendisine teslim edilmiş ve korunmuş olduğu, her tür açma girişiminden kaçtığı, yani kendisini sürekli kapalı olarak muhafaza ettiği zamanlardır sadece. ...toprak öz olarak kendini kapatandır.” (holzwege, frankfurt a.m. 2003, s. 33). bilinmeyen, “gökyüzü”ne de yazılıdır: “bilinmeyen tanrı böylelikle gökyüzünün barizliği sonucu bilinmeyen olarak görünür” (vorträge und aufsätze, a.g.y., s. 197). heidegger'in "saklı olmayış” olarak “hakikat”i de aynı şekilde “saklılık” içine yerleştirilmiştir. “saklı olmayan” bir “saklılık”tan “çekip alınır” (wegmarken, ge- samtausgabe, cilt 9 [yol i̇şaretleri, toplu eserler cilt 9], frankfurt a.m. 1976, s. 223). yani “hakikat”te bir “çatlak” vardır. “çatlak”ın olumsuzluğu heidegger'de "acı"dır. olumluluk toplumu “acı”dan kaçınır. saklı olmayış olarak hakikat ne olumsuzluktan yoksun ışık ne de şeffaf ışınımdır. saklı olandan beslenir daha ziyade. karanlık ormanla çevrili “açıklık”tır. her tür olumsuzluktan yoksun apaçıklık ve şeffaflıktan farkı da budur.
uyku sırasında sağladığı rahatlık dolayısıyla, yastığı öpme âdeti için söylenir bir tâbirdir. genellikle uykuya yatmadan önce gerçekleştirilirmiş.
şöyle söylemek uygun düşerse; diğer bir deyişle mânâsında kullanılır bir tâbirdir. i̇fâde ve anlatım anlamına gelen tâbir kelimesi ile uygun, doğru anlamındaki câiz kelimesi dilimize arapçadan geçmiştir.
bilgili ve anlayışlı kişiler için açıklama yapmaya gerek yoktur mânâsında kullanılır bir tâbirdir. dilimize arapçadan geçmiş olan ârif kelimesi irfan sahibi demektir. târif kelimesi ise gereklilik, ihtiyaç anlamına gelir.
çok uygun, münâsip ya da elverişli bulmayı ifâde etmekte kullanılır bir tâbirdir. farsçadan dilimize geçen, önü açık, uzun kollu bir tür cübbe için kullanılan kaftan kelimesi, türkçeden de çek, macar ve i̇ngiliz dillerine geçmiştir.
karşılıklı fikir alışverişi yapmak için kullanılır bir tâbirdir. düşünce alışverişi de denebilir. fikir kelimesi arapçadan dilimize geçmiştir. teâti kelimesi de arapçada alışveriş mânâsına gelmektedir.
i̇stifini bozmadan ve ağır ağır mânâsında kullanılır bir tâbirdir. türk mûsikisinde usûlleri bir mertebe ağırlaştıran ağır terimi üzerinden kelime oyunu yoluyla oluşturulmuştur.
toplumun tüm kesimlerinin benimsediği ortak değerler bütünü için kullanılır bir tâbirdir. i̇ki kelime de dilimize arapçadan geçmiştir. mâşerî kelimesi topluma dair mânâsına gelmektedir.
açıklama gerektirmeyecek kadar açık ve net olan anlamında kullanılır bir tâbirdir. açıklama mânâsındaki izah kelimesi dilimize arapçadan geçmiştir. kurtulmuş mânâsındaki vâreste sözcüğü ise farsça kökenlidir.
ortaya çıkma ve boy gösterme anlamında kullanılır bir tâbirdir. sunmak ve göstermek mânâsındaki arz kelimesi dilimize arapçadan geçmiştir. beden ve vücut mânâsındaki endam ise farsçadan geçmiştir.
bir gün gelecek ve o zaman, bir dizi boyunca sonsuz olarak iletilen andırışla, görüntünün kendisi, taşıdığı adla birlikte, kimliğini kaybedecektir. campbell, campbell, campbell, campbell.

bu bir pipo değildir (s.50-51)
michel foucault

çeviren: selahattin hilav
yky
“kısacası, bir şey anlayamıyorum. diğer insanların acısının doğasını, seviyesini, hiçbir şeyi anlayamıyorum. belki de onların "pratik" ıstırabı, o yemek yemekle dindirilen türden ıstırap, aslında ıstırabın en aşırı biçimidir; belki de cehennemin en derin katlarındaki işkenceler gibi o kadar korkunç bir ıstıraptır ki benim “bir düzine lanetim" onun yanında önemsiz kalır. bilmiyorum.

yine de, durum buysa, buna nasıl tahammül ediyorlar? her günü pes etmeden, umutsuzluğa kapılmadan, intihar etmeden, hatta siyaset tartışmaya devam ederek nasıl atlatıyorlar? bu kadar katı egoist olabilirler mi? i̇şlerin böyle olması gerektiğinden o kadar eminler ki kendilerinden bir kez bile şüphe duymuyorlar mı? eğer öyleyse, sanırım katlanmak daha kolay olabilir. merak ediyorum, insanların böyle olup olmadığını ve onları mutlu eden şeyin bu olup olmadığını merak ediyorum. bilmiyorum işte... acaba geceleri rahat uyuyorlar mı, sabah dinç uyanıyorlar mı? nasıl rüyalar görüyorlar? yolda yürürken ne düşünüyorlar? para mı? eminim tek mesele bu değildir. i̇nsanlar yemek için yaşıyor sözünü duymuş olsam da para için yaşadıklarına dair bir şey duyduğumu hatırlamıyorum. hayır. fakat özellikle söyleyecek olursam... hayır, bunu da anlayamıyorum. düşündükçe daha da anlayamaz hâle geliyorum ve kendimi, yalnızca benim tamamen farklı olduğum şeklindeki korkunç, rahatsız edici düşüncenin saldırısına uğramış buluyorum. i̇nsanlarla genelde konuşamam bile. neyi nasıl söylemem gerektiğini de hiç bilmiyorum.

i̇şte bu noktada aklıma soytarılık geldi.”

s.14
osamu dazai
i̇nsanlığımı yitirirken

türkçesi: peren ercan
i̇thaki yayınları
hemen her akşam işten sonra, içlerinden biri pavel'in evine gelirdi. hep birlikte okurlar, kitaplardan bölümler aktarırlardı. tasalıydılar ve yıkanmaya zaman bulamıyorlardı. kitapçıklarını ellerinden bırakmadan akşam yemeğini yiyorlar, çaylarını da çalışırken içiyorlardı. konuşmaları gitgide anlaşılmaz hale geliyordu ana için.

pavel sık sık:
"bize bir gazete gerek!" diyordu.

çalkantılı ve hayhuylu bir yaşantıya dalmaktaydılar. gittikçe artan bir susuzlukla kitaptan kitaba koşuyorlardı. tıpkı çiçekten çiçeğe konan arılar gibi...

bir gün, vesovşikov:
"bizden söz edilmeye başlanıyor,” dedi. “mutlaka yakında yakalayacaklar bizi..."

"su testisi su yolunda kırılır,” dedi küçükrusyalı.
andrey her geçen gün biraz daha hoşuna gidiyordu pelageya'nın. "küçük anne" diye çağırdığı zaman, tatlı bir çocuk elinin yanağını okşadığı duygusuna kapılıyordu. eğer pavel'in işi çıkarsa, pazar günleri odunu o yarıyordu. bir gün omuzunda bir tahtayla geldi. baltayı aldı, evin girişindeki çürük bir basamağı ustalıkla çabucak değiştiriverdi. başka bir gün, yıkılmak üzere olan tahta perdeyi onardı. çalışırken, tatlı, yanık havalar çalardı ıslıkla.

bir gün ana, oğluna dedi ki:
"küçükrusyalı'yı evimize alsak mı, ha? ne dersin? i̇kiniz için de iyi olur, birbirinizin evine koşuşturmaktan kurtulursunuz."

pavel omuzlarını silkti.
"ne diye sıkıntıya sokacaksınız ki kendinizi?” diye sordu.

"o da laf mı canım! ben ömrüm boyunca sıkıntıya katlandım, hem de nedenini bilmeden. i̇yi bir çocuk için seve seve katlanabilirim sıkıntıya."

pavel:
“canınız nasıl istiyorsa öyle yapın!” diye karşılık verdi. “eğer kendisi kabul ederse, ben de sevinirim...”

ve küçükrusyalı onların evine taşındı.

s.54
maksim gorki
ana

yordam kitap
türkçesi: zaven biberyan
cinayet. ne büyük kelime. hele de bizimki gibi küçük memleketler, bizim gibi küçük garibanlar için. ama insan, kapısını hangi kelimenin ne zaman çalacağını bilemiyor işte. hayat, insanı en çok kestirilemez oluşuyla yoruyor.

bütün bunların başıma geldiği günün sabahı, çarşı içi, polis ve tevatürle doluydu. keresteci i̇brahim'i öldürmüşler, lafı almış yürümüştü. sabah gönen yakınlarında, bezirci köyünün azıcık dışında, kafası kopuk, bir çuval içinde gömülü bulmuşlar. i̇ki haftadır ortalarda yoktu. karısı çalmadık kapı bırakmamıştı. benim dükkâna bile iki sefer gelip i̇brahim'i sormuş, ikincide koyverip hüngür şakır ağlamıştı sümüğünü çeke çeke. bu sabah ortaya çıkmış işte. ehliyet bulmuşlar cüzdanından da öyle tanımışlar, kafasından hâlâ haber yok. kadın perişan.

terör dediler. evvelsi hafta kahvede, devsolcu bayram'la kapışmışlar. bir ıvır zıvır siyaset meselesinden, yaka paçaya gelmişler. tam kafayı böğrüne çakıyormuş ki elinden almışlar bayram'ın. dev-sol yapmış olabilir diye söylediler. borç meselesi dedi bir başkası. keresteci i̇brahim'in çok borcu varmış. ev, dükkân, araba, kereste çektikleri kamyonet hep ipotekliymiş. manyaslı'nın büyük oğlu mirza'ya, evle, arabayla, dükkânla ödenmeyecek borcu varmış. manyaslı da alıvermiş kellesini i̇brahim'in.

böyle ölü metrukesi gibi, çuvalla gömmüş sonra da kalanını. olur mu olur. dostu varmış, diyen de oldu. kürt akif' in dalgasına ev açmış, bitirimin müebbetlik oluşunu fırsat bilip. gül gibi yaşayıp gidermiş ilk evvela. derken kulağına gitmiş akif'in olan biten, yeğenlerini salmış i̇brahim'e. kaldırtmış. gençler heyecanlı tabii, vur dedin mi öldürürler. öldürmüşler. hem öldürmek ne, kafasını gövdesinden ayırmışlar, eşya gibi taksim etmişler. ben anlatanların yalancısıyım. pek umurumda da değil aslını sorarsanız. ben başıma geleni bilirim.

uykunun kış odalarını soluk kokusuyla doldurduğu bir saatti. güneşin dünyaya sırt döndüğü, karanlığın soğukla cisimleştiği bir kış gecesi. o günün gecesi işte. karısının arayıştan perişan düşüp kara habere razı geldiği günün gecesi. kapıya vuruldu uzun uzun, patırtılı, özensiz. don paça fırladım yatağımdan. kapının arkasındaki ses, "polis" dedi.

tövbe bismillah, bizim polislik ne işimiz olur. açtım kapıyı. bizimle emniyete kadar geleceksin, dediler. neden diye sormak bile geçmedi aklımdan. kapısına polis gelen insan değiliz ki. bilemedim. onlar açıkladılar mahmur şaşkınlığımı aralayarak. "mehmet çalışkan değil mi? i̇fadenize başvurulacak, üzerinize bir şeyler alın da çıkalım." giyindim. düştüm önlerine. apartmanın önünde bekleyen ekip arabasına bindim. bir mavi bir kırmızı, bir mavi bir kırmızı ışığıyla insanın elini ayağına dolaştıran minibüse. o kadar geç bir vakitti ki, bir tek yüz görmedim camlarda. bir yanlışlık uğruna tüm mahalleye rezil olmak da var, öyle ya.

bir kere, daha dükkânı babam işletiyorken, bir bekçiden alacağını tahsil için girmiştim emniyetin kapısından içeri. babam gönderip, "bekçi ziya'yı bul, çocuğu gönder de son taksiti vereyim, dediydi; al parayı gel," diye tembihlemişti. bir on-on beş dakika beklemiştim gösterilen sandalyeye oturup. bekçi gelip yaptığımız pvc'nin parasını vermişti, çıkıp gelmiştim ben de. daha da bilmem karakolu, emniyeti. muhakkak bir yanlışlık olacak.

bir müddet girişte, ayakta beklettiler karakola varınca. sonra alıp alt kata indirdiler, nezarete. "burada bekleyeceksin," dediler. "memur bey," diyebildim. yol boyunca lafımı hazırlamıştım. "bir yanlışlık oldu galiba, neden çağırmışlar acaba beni?" ben bilmem, der gibi bir baş sallamayla kapadı üstüme nezaret kapısını polis. cevap vermedi. gidişini, ara kapıyı kapatıp bizi bu tarafta kendi halimize bırakışını seyrettim.

benden başka üç kişi daha vardı içeride. birini azıcık tanıyor, birini de biliyordum. üçüncü aşina bir yüzdü ama kimdir nedir çıkaramadım. azıcık tanıdığıma doğru yüzümü dönüp, "selamünaleyküm," dedim. selamımı alıp elleriyle bankı gösterdiler oturayım diye. gazeteciydi biri. gazete dediysem, yalnızca abone olan esnafa gönderilen, matbaa makineleri boş durmasın diye çıkarılan, arada verilen bir-iki resmî ilanla dönen yerel bir gazetenin sahibiydi. "mehmet abi, hayır olsun?" diye sordum. "ne oldu anlamadım, apar topar getirdiler. sizi niye aldılar ki?" dudağını büzdü adam, hayret ve uykuyla, "anlamadım ki be kardeşim," dedi. "i̇fade dediler, karakolda öğrenirsin, dediler. getirdiler."

mahir ünsal eriş - kara yarısı
can yayınları, s.87-89
anne ben geldim, üstüm başım
uzak yolların tozlarıyla perişan
çoktan paralandı ördüğün kazak
üzerinde yeşil nakışlar olan

anne ben geldim, yoruldum artık
her yol ağzında kendime rastlamaktan
hep acılı, sarhoş ve sarsak
şiirler çırpıştıran bir adam

kurumuş kuyunun suyu, incirin
sütü çoktan çekilmiş
bir zamanlar dünya sandığım bahçeyi
ayrık otları, dikenler bürümüş

kapıdaki çıngırak kararmış nemden
at nalı ve sarmısak duruyor ama
oğlum, mektup yaz diyen
sesin hâlâ kulaklarımda

anne ben geldim, ağdaki balık
bardaktaki su kadar umarsızım
dizlerin duruyor mu başımı koyacak?
anne ben geldim, oğlun, hayırsızın.

ahmet erhan
özgürlüğe kavuştuğumuzda kendimi doğal olarak nahoş bir durumda buldum; yine de yaşadığım zorluklar, umduğumdan daha fazla olsa da beklediğimden daha azdı. guitry'nin hapse girdiği, brasillach'ın idam edildiği bir dönemde, benim kabahatimin —tıpkı babamınki gibi— fazla önemli kabul edilmediği ortaya çıktı, zira karşısına çıktığım sorgucular beni yerden yere vursalar da yaptıklarım cümle âleme ilan edilmedi, en azından louise'in kulağına gitmedi.

ben amerika'ya gidene kadar, neredeyse savaştaki kadar mütevazı bir hayat sürdük. elime geçen bütün i̇ngilizce kitapları okuyordum, bunların çoğu günün birinde benim de yazmak isteyebileceğim türden şeylerdi —tabii yeniden yazacak olursam. neredeyse yegâne lüksümüz amerikan filmlerine gitmekti, bunlar genelde dört beş yıl önce çekilmiş olurdu, savaştan sonra bastırılmış şeylerin neşeyle geri dönüşü havasında paris'e üşüşmüşlerdi. louise scripte olarak, paté'ye program metinleri yazarak üç beş kuruş bir şey kazanıyordu, ben de i̇ngilizceden teknik, hatta askeri belgeleri çevirerek hemen hemen onun kadar kazanıyordum, hatta bir keresinde somerset maugham'ın bir romanını çevirmiştim. yine de çektiğim onca sıkıntıya rağmen, ailemin evinde sakladığım paradan faydalanmak bir an olsun aklıma gelmemişti. onu göç için ayırmıştım, bu konuyu louise'e ancak gerçekleşeceğine emin olmadıkça açmak niyetinde değildim.

zira akılsızlığımın yükü içimde bütün ağırlığıyla yatıyordu —benim için savaş bitmemişti. bu yıllar fransızlar için korkunçtu, barthes'ın da bir yerlerde yazdığı o neredeyse bir yıl süren kışların mitik soğukluğu ve insafsızlığı berbattı; yine de hırpalanmış kıtamızın yıkıntıları arasında hayat kıpırdanıyordu. tıpkı bir maceranın başlangıcında olduğu gibi her şey yeniden mümkün, düşünmeye değer geliyordu; "esas filmden" önceki meşum bir kısa filmde, toplama kamplarının kurtuluşunun görüntüleri bir haber bandı olarak bize ihsan edildi, bana ihsan edildi; ölmüş yahudilerin siyah-beyaz ışıltısıyla aydınlanan bir sinemada sessiz, savunmasız oturuyordum, bu görüntüler korkunçlaştıkça çoktan soluklaşmış, artık akıl erdiremediğimiz bir tarihe ait gibi geliyordu insana, geleceğimizle yüzleşmek için onlara sırtımızı dönmemiz gerekiyordu.

benim değil, bizim geleceğimiz: yoğun ve canlı kamudan dışlandığımı biliyordum. sadece paris, fransa değil, avrupa'nın bütünü, şerefsizce ve rezilce katıldığım bir suçun sahnesiydi. kalsaydım neye dönüşecektim? gezgin bir nazi'ye mi? bu, küçük düşürücüydü. hâlâ gençtim, yaşamak istiyordum. tavanı kurbanın üzerine inen, duvarları daralan gotik bir işkence odası gibi üzerime üzerime geliyordu avrupa, ıslah olabilmek için amerika'ya gitmem gerektiğine her geçen gün daha fazla inanıyordum; onun o rengârenk, fırsatlar yamalı bohçasında, tarafsız, tantanalı uçsuz bucaksızlığında kendimi toparlayacaktım, gerçi orada ne yapabileceğimi, başarılı olup olamayacağımı pek bilmiyordum, hele bana entelektüel ve tinsel bir kurtuluş sunacağını hiç beklemiyordum.

gilbert adair - yazarın ölümü
çevirmen: aslı biçen, yapı kredi yayınları, s.48-50