tabutmag forum – tabutmag, edebiyat, sinema, tiyatro ve görsel sanatlar alanında ilgililere nitelikli ve özgün içerikler sunar.
mermer bir platformda toplanmıştık. bir avuçtuk artık. ardımızda yaptıklarımızdan çok yapamadıklarımız vardı. umutlarımız, ortak amaçlarımız, didişmelerimiz, gündelik küskünlüklerimiz, gün ışığı görmemiş gizlerimiz...

yıllar önce ki ilk günde, giriş katını doldurduğumuzda, çevremizde ne varsa bizimle birlikte tazeleniyordu. i̇stekli, yetenekli olduğumuz saptanmış, "burası sizindir" denmişti. kuşkuyla tanışmıyorduk. saptamayı yapanlara güvendiğimiz için, seçimlerine de güvenmiştik.

uzun bir yürüyüşün başındaydık. i̇ş bölümü yapıldı, alanlarımız belirlendi. her şey, biz nasıl istiyorsak öyle oldu. ya da sunulanın bize en uygun şey olduğunu düşünüyor, hemen benimsiyorduk. hırsla sarılıyorduk önümüze konanlara. burası bize verilmişti, bizimdi. olanaklar, olasılıklar, gelecek başımızı döndürüyordu. nasılsak öyle olan kendimizi, gerçekleştirmeyi amaçladığımız kendimizi, birbirimizi coşkuyla seviyorduk. "biz" diye söz ediyorduk oluşturduğumuz toplulukta. coşkumuzun var ettiği "biz"in vazgeçilmez üyeleri olarak güçlü hissediyorduk kendimizi. boşluklarımıza, gediklerimize, ilişkilerimizin ayrıntılarına, sakatlıklarımıza ayıracak zamanımız yoktu. ayrıca onları ortaya koyma konusunda kararsızdık. bir gün açık yüreklilikle konuşsak, ertesi gün konuştuklarımızın ağırlığıyla eziliyorduk. yine de biz geldik. sonsuza kadar genç kalacaktık.

i̇lk gün salonu doldurduğumuzda ne kadar gerçeksek mermer platformda toplandığımız o garip ikindi sonrasında da o kadar gerçektik. azalmıştık artık. bütün parçalanmıştı. birer birer kopup gidenlerin ardından acıyla, acıdan da çok acımayla bakardık. bizsiz nasıl var olabileceklerini anlayamazdık.

sen, aramızda ağır ağır dolanırdın. sofralarımızın vazgeçilmez konuğuydun. alnınla ağırlık, dilinle hafiflik taşırdın. ceketin, bedeninin parçası olmuştu. ceplerin ışıl ışıl renkli taşlarla, öykülerle, kabuklu böceklerle, billur su kutularıyla, gece kırpıntılarıyla, ipekten düş keseleriyle dolu olurdu. kime ne çıkacaksa, dağıtarak geçerdin.

sen uzaktan görününce, "i̇şte" derdi içimizden biri, "odisseus geliyor." eklerdi hemen biri: "partallar içinde." üçüncüsü yer açardı yanında. hevesle beklerdik anlatacaklarını. i̇çki üstüne içki sunardık, susma diye. nazlanmazdın.

dışımızdaydın. seni kendimizden saymasak da, sende bulduklarımızı kendimizin sayardık. sonra istemez olduk seni. canımızı sıkıyordun artık. cebindekilerin çoğunu görmüştük. alnın daha ağırdı yanımızdan geçerken, dilin de ağırdı artık. yüzüne bakamazdık eskittiklerimiz yüzünden.

platformda toplandığımızda yıpranmış, tökezlemiş, erginleşmeden ergin yaşa gelmiştik. kargaşa içindeydik.

aramızdan biri seçilecekti. bizi böyle bir seçim yapmaya kimin, neyin zorladığını bilmiyorduk. bildiğimiz tek şey seçimin zorunlu olduğuydu. kimse aday değildi. hiç böyle alabora olmamıştık. seçilenin ödülü felaketi olacaktı ya da felaketi ödülü. sürekli tırnaklarını kemiren, saçlarını savuran biri, tıslayan bir sesle, kıyıcı ve atak "sen!" dedi, "sen!" işaret parmağıyla beni göstererek, "sen olabilisin." platformun vadiye en yakın ucunda duruyordum. bir anda, orada bulunan bütün işaret parmakları bana yöneldi: "sen olabilirsin mevsimleri olmayan yalnızlığın bekçisi, sen olabilirsin duvarsız tapınağın bekçisi, yunus renginin bekçisi!.." dehşete düştüm. ömrümün doruğunu gösteriyordu lanetli parmakları. "hayır, hayır," diye direnmek istedim, "benim için çok fazla, taşıyamam..."

i̇şte tam o sırada göründün sütunların dibinde. onurla korkunun tutsağı olduğum anda. yalnız senin yaratabileceğin tören gerginliğiyle indin merdivenleri, gelip ortamızda durdun. soluk alamıyorduk. yüzünde yabansı bir sarılık, ellerini ceplerinden çıkardın; her şeyden uzaklaşmış, alaycı, acılı bir gülümseyişle yavaş yavaş açtın avuçlarını. bomboştular. ceplerin ve alnın her zamankinden ağır, ellerin boş... vadiye bakıyordun tutkuyla. biliyorduk, daha seçi başlamadan seziyorduk; giden sen olacaktın.

yürüyüp gittiğinde vadinin derinliklerine
bastığın yer
gün batımının kınaladığı kayıklardı
bir minyatürün lacivert zemini olsaydı
böyle kaybolmazdın.

nursel duruel - yazılı kaya
yapı kredi yayınları, s.33-35
bir düşünürün en önemli görevi, içindeki ses onu nereye götürürse götürsün, o sesin peşini bırakmamaktır. bunu yerine getirmeyenler büyük düşünür olamazlar. araştırmaların ve hazırlıkların ardından düşünen ve hata yapan kimselerin hataları, hiç zahmet etmeden doğru düşünceleri kabul edenlerin doğrularından çok daha kıymetlidir. düşünce özgürlüğü sadece büyük düşünürler yetiştirmek için elzem değildir, aksine, sıradan insanların ulaşabileceği en yüksek düşünce seviyesine ulaşmaları için olmazsa olmazdır. düşüncelerin yasaklandığı dönemlerde az da olsa büyük düşünürler çıkmıştır, çıkmaya da devam etmektedir, fakat böyle dönemlerde kafası çalışan bir topluma hiçbir zaman rastlanmamıştır. düşünce özgürlüğü olmadığı sürece, böyle bir toplum hiçbir zaman var olmayacaktır. farklı düşüncelerden korkmaya ara verilmiş bazı dönemlerde, insanlar bu türden bir niteliğe geçici olarak yaklaşmıştır. i̇nsanlığı ilgilendiren büyük sorunların ve ilkelerin tartışılmasının tabu olarak kabul edildiği toplumlarda ise düşünsel harekete rastlanmamaktadır. bir halkın düşüncelerini en temelinden sarsıp, sıradan insanları bile düşünür olma şerefine nail edecek itici güç, ancak ayrılık yaratacak kadar mühim konuların tartışılmasıyla ortaya çıkmaktadır.

bu itici güce bir kez avrupa’nın reform sonrası dönemlerde, bir kez de kıta avrupası’yla ve burjuvaziyle sınırlı olmasına rağmen on sekizinci yüzyılın ikinci kısmında yaşanan düşünce hareketinde rastlanmıştı. bunlardan daha kısa süren bir harekete ise goethe ve fichte dönemi almanya’sında tanık olunmuştu. bu üç dönem, düşünceler açısından birbirlerinden oldukça farklıydı. fakat bu üçünün de ortak noktası, fikirlerin otoritenin hakimiyetinden kurtulmuş olmasıydı. her birinde eski düşüncelerin despotizmi alaşağı edilmişti ve yeni bir baskı bunun yerini almamıştı. avrupa’yı günümüz anlamında avrupa yapan da bu üç dönemde meydana gelen itici güçtür. i̇nsanların düşüncelerindeki her gelişmede ve kurumların her değişiminde bu dönemlerin etkisi vardır. maalesef ki, bir süredir bu itici gücün tükenmek üzere olduğunu görmekteyiz. düşünce özgürlüğümüzü yeniden elimize alana kadar yenilik beklememiz anlamsız olur.

john stuart mill - özgürlük üzerine
çevirmen: berkay tartıcı, kutu yayınları, s.49-50
anlatamıyorum
(moro romantico)

ağlasam sesimi duyar mısınız,
mısralarımda;
dokunabilir misiniz,
gözyaşlarıma, ellerinizle?

bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
bu derde düşmeden önce.

bir yer var, biliyorum;
her şeyi söylemek mümkün;
epiyce yaklaşmışım, duyuyorum;
anlatamıyorum.

nisan 1940
(garip i, 1941)

s.60
orhan veli kanık
bütün şiirleri
yky
“anlam imkânı “kairos” karakterlidir. yunan mitolojisinden alınan bu isim, felsefede “en uygun zaman” karşılığında kullanılır. böyle bir imkânı gerçekleştirmezsek, bir daha geri gelmemek üzere geçip gider. oysa bir kez imkânı gerçekleştirdikten sonra artık her zaman için gerçekleştirmişiz demektir. bir imkâna çevirmiş olduğumuz gerçekliği, geçmişin içine yerleştirip, kaybolup gitmekten kurtarmış oluruz. çünkü geçmiş zaman içinde aşılıp korunur gerçeklik. geçicilikten kurtulur. anlayacağımız, geçmişin içindeki hiçbir şey geri getirilmez halde yitip gitmiş değildir; kaybolmazlık güvencesi içindedir. i̇nsan alışılageldiğimiz gibi, geçmişi bir anız tarlası gibi görür; gözden kaçırdığı geçmişteki o ağzına kadar dolu ambarlardır. yaptığımız, yarattığımız, yaşadığımız, deneyimlediğimiz her şeyi bu ambarların içine yerleştirmişizdir ve hiç kimse bir daha onları dünyadan yok edemez.”

viktor e. frankl
hayatın anlamı ve psikoterapi
bu, benim elim. hareket ettirebiliyorum. kanım damarlarımda akıyor. güneş tepemizde parlıyor. ve ben, antonius block… ölüm’le satranç oynuyorum!
"rusların birkaç doktoru varmış cephede.
babamın işi şuymuş: muharebe
bittikten sonra yaralıların yanlarına gider,
oturur ve sorarmış: 'ecelinle mi ölmek istersin
saati gelince, yoksa ben mi bitireyim?'
çoğu, 'beni böyle bırakma,' dermiş. bir sigara yakar,
ikisi beraber içerlermiş. babam küçük defterini çıkarır-
bizde künye yoktu, biliyorsunuz- adamın adını,
karısının, çocuklarının adlarını, adresini ve son
sözlerini yazarmış. sigara bittiğinde
asker usulca yana çevirirmiş başını. babam
savaş boyunca dört yüz adamın işini bitirmiş böyle.
hiç çıldırmadı. kardeşleriydi onlar.

gelip toronto'ya yerleşti. yazları
elinde bir hortumla bahçede dikilir, çimleri
sulardı. zaman alırdı tabii bu. aya
konuşurdu, rüzgâra. 'büyüdüğünüzü duyabiliyorum'-
derdi çimlere. 'işte geldik, gidiyoruz.
hepimiz aynıyız. hepimiz bir şeyin
parçalarıyız. bir sığınağımız var.' on üçümde falandım,
sordum, 'baba, fıskiye diye bir şey icat ettiler artık,
biliyorsun?' çimleri sulamaya devam etti.
'bu benim hayatım. anlamıyorsun madem, kapa çeneni."

robert bly
çev.: ergun tavlan

heves dergisi, 14
...bir kez daha baktım; kolunun üstüne attığı trençkotla, şapkasız, ağır ağır ama hedefe doğru yürüyordu, anlarsın ya, nereye gittiğini çok iyi bilen biri gibiydi; hiçliğe gidiyordu. anladım ki onu bir daha görmeyeceğim. birini bir daha görmeyeceğini bilince insan delirecek gibi oluyor.

Sándor Márai
s.273
YKY

Türkçesi: Esen Tezel
binlerce pazartesi geçti ömrümde
hangisiydi o çıkaramıyorum
bir kiraz yediğimi hatırlıyorum kurtluydu
demek oldukça eski

bir de saçmasapan şeyler
bir kızın dizaltını örneğin
bir adamın çirkin sigara içişini

nasıl yaşanıyor bu vesayetli dünyada
hangi çılgınlar nasıl dayanıyor buna
kimsenin soyunu sopunu bulmak görevim değil
kendi öykümü düzenlemek yetiyor bana
güzel bir öğle vakti
eski güzel bir akşamı hatırlayarak
sonra dopdolu şeyler
damacanalar gibi
içim kabarıyor

sonu olsun diyorum
neyin sonu ama
hiç değilse bu taş basamakların

turgut uyar
büyük saat
s.619
yky
35. dehanın ışığı, başka, doğru-düzgün bir insanınkinden daha çok değildir— ama deha, bu ışığı belli türden bir mercekle yakıcı bir noktada toplar.

36. yaşamın üstünde beygir üstündeki kötü binici gibi oturuyorum. hemen şimdi yere çalınmamamı da yalnızca atın iyi huyluluğuna borçluyorum.

37. insanlar, bugün, bilim adamlarının kendilerine bir şeyler öğretmek için; şairlerin, müzisyenlerin vb. ise hoşça vakit geçirtmek için varolduklarını sanıyorlar. berikilerin kendilerine öğretecek bir şeyleri olduğu akıllarına hiç gelmiyor.

18. başkasının derinlikleriyle oynama!

ludwig wittgenstein “yan değiniler”,
çev: oruç aruoba
altıkırkbeş yayınları,
1999, s.31, s.21
kraliçe elizabeth
i̇nsan kendisi olmak için kendini unutur mu?*

kral richard
kendini hatırlarken kendine haksızlık ediyorsa, evet.

s.174
*elizabeth, “sırf ana kraliçe olacağım diye - ki zaten öyleydim - bana yapılanları nasıl unutabilirim,” diyor.

iv. perde, iv. sahne

william shakespeare
iii. richard

remzi kitabevi
türkçesi: bülent bozkurt
çok temiz ve berrak; çok güzel mânâsında kullanılır bir tâbirdir. eski türkçeden beri kullanılan arı kelimesi tertemiz ve pak mânâsındadır. duru da hakezâ katışıksız ve pürüzsüz mânâsındadır. aydan arı, günden duru şeklinde de kullanılmaktadır.

"Karşı yatan kara dağını aşmağa gelmişim,
Akıntılı güzel suyunu geçmeğe gelmişim,
Geniş eteğine, dar koltuğuna kısılmağa gelmişim,
Tanrının emri ile, Peygamberin kavli ile,
Aydan arı, sudan duru kız kardeşin Banu Çiçek'i,
Bamsı Beyrek'e istemeğe gelmişim."

Dede Korkut
Kam Büre Bey Oğlu Bamsı Beyrek Boyu
İnan bana seni seviyorum,
sesimi boya,
seni özlüyorum,
üzüntümü boya,
inan bana seni özledim,
kederimi boya,
seni başkalarının kederiyle düşünüyorum
düşüncemi boya.

boşlukta hava olmadığını söyledin,
ne ben seni çağırabiliyorum,
ne de sen beni duyabiliyorsun

bana bir ışık getir
ışıksız nasıl boyayabilirim

mohammad ebrahim jafari
apansız çöküveren kaba huzurda kavrayıverdi beni, sadece bileklerime varıncaya kadar da değil, muazzam bir huzursuzluk. bu odayı bir deli gömleği gibi geçirdim üstüme, ve şimdi de çıkarmam gerekiyor, bırakın ineyim aşağıya, duygusu.

s.14
thomas bernhard
don

çeviren: mustafa tüzel
yky
“bu yalnızlığın kapıları önünde ben de eşsiz ve derin bir inançla dolu olarak duruyorum; çünkü bunu, birbirinin yalnızlığını korumayı, iki kişi arasındaki birleşmenin yüksek amacı sayıyorum. çünkü ancak derin yalnızlıkları ritmik olarak kesen birleşmeler gerçek birleşmelerdir.”

s.14 —önsöz
rainer maria rilke
seçilmiş şiirler — duino ağıtları

türkçesi: a. turan oflazoğlu
i̇z yayıncılık
dışımızdaki şeylerin gerçekliğini bize belki de en çok hissettiren şey, önemsiz biri bile olsa, bir insanın, biz tanımadan önce ve tanıdıktan sonra, bize göre konumunda meydana gelen değişikliktir. ben akşamüzeri balbec'ten o küçük trene binen kişiydim hâlâ, aynı ruhu taşıyordum. ama bu ruhun içinde, saat altıda, müdürü, oteli ve personelini hayal etme imkânsızlığıyla birlikte varacağım anın belirsiz ve korkulu beklentisinin de bulunduğu yerde, şimdi, kozmopolit müdürün (aslında monaco vatandaşlığına geçmişti, ama kendi deyimiyle "rumen kökünden" idi - daima yanlış olduğunu fark etmediği, seçkin sandığı ifadeler kullanırdı) yüzündeki çıban izleri, asansörcüyü çağırmak için yaptığı hareket, asansörcünün kendisi, grand-hotel denen bu pandora kutusundan çıkmış bir dizi kukla bulunmaktaydı; inkâr edilmeleri, yerlerinden oynatılmaları imkânsızdı ve gerçekleşmiş olan her şey gibi kısırlaştırıcıydılar. ama hiç değilse benim karışmadığım bu değişiklik, (olan şey kendi başına ne kadar önemsiz de olsa) benim dışımda bir şeylerin olduğunu kanıtlıyordu; gezisinin başında güneş önündeyken, güneşi arkasında görünce saatler geçmiş olduğunu fark eden bir yolcu gibiydim. yorgunluktan ölüyordum, ateşim vardı, yatmak istiyordum, ama ihtiyacım olan eşyaların hiçbiri yoktu. hiç değilse yatağa birazcık uzanmak isterdim, ama ne faydası olacaktı? her birimiz için, maddi bedenimiz olmasa bile bedenimizin bilinci olan duyumlar bütününü, o yatakta dinlendirmem mümkün değildi; çevresindeki yabancı eşyalar, algılarını sürekli nöbette, savunmada tutmaya bedenimi mecbur etmek suretiyle görmemi, işitmemi, bütün duyularımı (bacaklarımı uzatsam bile), kardinal la balue'nün ne ayakta durabildiği, ne de oturabildiği kafeste olduğu kadar kısıtlı ve rahatsız bir konumda tutacaktı. bir odaya eşyaları dikkatimiz yerleştirir, alışkanlığımızsa onları kaldırıp bize yer açar. balbec'teki odamda (sadece ismen benimdi) bana yer yoktu; beni tanımayan eşyalarla doluydu; onlara fırlattığım güvensiz bakışı bana iade ettiler ve varlığıma hiç aldırmadan, kendi varlıklarının gündelik düzenini bozduğumu gösterdiler. duvar saati - evdeki saatimi sadece haftada birkaç saniye, ancak derin bir tefekkürden çıktığımda duyduğum halde - bir saniye bile ara vermeden, bilinmeyen bir dilde konuşuyor, herhalde benim için kırıcı olacak şeyler söylüyordu; çünkü ağır mor perdeler, söylediklerini cevap vermeden, ama üçüncü bir kişinin görüntüsünün kendilerini rahatsız ettiğini belirtmek için omuz silken insanların tavrıyla dinliyorlardı. perdeler bu yüksek tavanlı odaya neredeyse tarihî, guise dükü'nün katline ve daha sonra da cook acentasının bir rehberi eşliğindeki turistlerin ziyaretine uygun -ama uyumama kesinlikle uygun olmayan- bir hava veriyordu. duvarlar boyunca uzanan, küçük, camlı kitaplıkların varlığı, ama onlardan da çok, odayı enlemesine kesen büyük, ayaklı bir ayna, beni öyle tedirgin ediyordu ki, o ayna gitmeden benim gevşememin söz konusu olamayacağını hissediyordum. paris'teki odamın eşyalarının, benim kendi organlarımın birer ilavesi, kendi benliğimin genişlemesi oldukları için, tıpkı kendi gözbebeklerim gibi, rahatsız etmediği bakışlarımı, durmadan otelin en tepesinde yer alan, büyükannemin benim için seçmiş olduğu bu belvedere'nin aşırı yüksek tavanına çeviriyordum; görme ve işitmenin gerçekleştiği bölgeden de daha mahrem olan koku alma bölgesinde bile, vetiver kokusu neredeyse benliğimin içine giriyor, saldırısını son siperlerime kadar ilerletiyordu; binbir zahmetle, gereksiz ve aralıksız karşılıklarla, telaşlı burun çekişleriyle saldırıya direniyordum. artık bir dünyam, bir odam olmadığına göre, etrafımı çeviren düşmanlarca tehdit edilen, kemiklerine kadar yüksek ateşin istilasındaki vücudumdan başka vücudum olmadığına göre, yalnızdım, ölmek istiyordum. o sırada büyükannem içeri girdi ve içine kapanmış kalbimin önünde, yayılabileceği sonsuz mekânlar açıldı.

s.218-219
marcel proust
çiçek açmış genç kızların gölgesinde

çeviren: roza hakmen
yky
bu bölümün başlığı, "kendisine karşı bir gelenek", ilk bakışta bir çelişki gibi görünüyor. "gelenek", zinciri kırıp, sürekliliği kesintiye uğratan şey olabilir mi? bu yadsıma, kendisini inkâr etmeden bir gelenek haline gelebilir mi? süreksizlik geleneği yalnızca geleneğin değil, aynı zamanda süreksizliğin de yadsınmasını imliyor. çelişki, "kendisine karşı bir gelenek" yerine "modern gelenek" gibi görünüşte daha az çelişkili sözleri geçirmekle de çözülmüş olmuyor. modern nasıl geleneksel olabilir?

örtük çelişkiye -bazen bunun tamamen bilincinde olarak, baudelaire'in "l'art romantique"deki düşünceleri gibi- rağmen, geçen yüzyılın başlangıcından bu yana modernlik bir gelenek olarak adlandırılmış ve yadsıma, değişimin ayrıcalıklı biçimi olarak değerlendirilmiştir. modernliğin bir gelenek olduğunu söylemek biraz hatalıdır; öteki gelenek demem gerekir. modernlik, günün geleneğini –bu her ne olursa olsun- değiştiren polemikçi bir gelenektir, ancak kısa bir süre sonra yerini, gene modernliğin anlık bir tezahürü olan bir başka geleneğe bırakır. modernlik hiçbir zaman kendisi değildir; o her zaman öteki'dir. modern olanın ayırt edici özelliği, yalnızca yenilik değil, ötekiliktir. tuhaf bir gelenek ve tuhaf olanın geleneği olan modernlik çoğulculuğa yazgılıdır: eski gelenek, hep aynıydı, modern her zaman farklıdır. eski gelenek geçmiş ile şimdi arasında bir birliği varsayar; kendi farklılıklarını vurgulamakla yetinmeyen modern, geçmişin bir değil, birçok olduğunu kesinler. böylece, modernin geleneği, köktenci ötekilik ve geçmişin çoğulluğudur. şimdiki zaman geçmişe tahammül etmeyecektir; bugün, dünün çocuğu olmayacaktır. modern olan, geçmişle bağlarını koparır, onu tümüyle yadsır. modernlik kendine yeterlidir; kendi geleneğini kendisi kurar. buna bir örnek, harold rosenberg'in sanat üzerine kitabının başlığıdır: the tradition of the new [yeninin geleneği]. yeni tam olarak modern anlamına gelmese de – bazı yenilikler modern değildir, bu başlık, zamanımız sanatı ile şiirinin kökenindeki paradoksu, onları haklı çıkaran ve yadsıyan entelektüel ilkeyi, onların besiniyle zehrini net ve özlü olarak dile getirmektedir. zamanımız sanatı ile şiirinin yaşam ve ölüm nedeni modernliktir.

s.13-14
octavio paz
çamurdan doğanlar
kendisine karşı bir gelenek

türkçesi: kemal atakay
can yayınları
porsuk nehrinin geçtiği kadınlar
hepsine yüzer kere rastladım en azdan
umutsuz sevdalara tutulmak onlarda
bozkıra doğru seyrele seyrele yaşamak onlarda
verdi mi adama her şeylerini verirler
ben gördüm ne gördümse kadınlarda
porsuk nehrinin geçtiği

kızılırmak parça parça olasın
bir parça ekmek siyah, on kuruşluk kına kırmızı
taş toprak arasında türküler arasında
karanlıkta bir yanları örtük bir yanları üryan
kocaman gözleriyle oy anam bu kadar dokunaklı
kimler ürkütmüş acaba bu kadar kadını

dicle kıyılarına tiren varınca
büyük bir gökyüzü git allahım git
genel olarak önce kaşları görünür
sonra bütünsüz uykuları kaşla göz arasında
yanaklarında çıban izi taşıyan kadınlar
gül kurusu

bir gün sizin de yolunuz düşer memlekete
siz de görürsünüz bunları kadınlarda
ödevleri yenilmek olan hep
bıçakla kemik arasında
susmakla ağlamak arasında
yenilmek
kadınlar

(1955)
cemal süreya
nehirler boyunca kadınlar gördüm

yapı kredi yayınları
altın sahil

otuz yedinci kattaki bir otel odasında aynı anda uyuyorlar. i̇kisi de saatin kaç olduğunundan emin değil, hâlâ biraz sarhoşlar, aralarında büyüyen sessizlik yüzünden biraz hissizler.

"gökyüzüne bak! işığa bak!" diye haykırıyor kadın.

adam bunu çoktan görmüş - nasıl görmez ki? devasa yatak, pencerelerle kaplı bir duvara bakıyor. perdeleri açık bırakmışlar. pencere kaplı duvar şimdi gökyüzünden bir duvara benziyor; rengi neredeyse çivit mavisi, aralarında ise değerli bir mineralin yeni keşfedilmiş damarları açığa çıkarılmışçasına renkli pırıltılar serpiştirilmiş. henüz şafak sökmemiş.derece derece azalsa da hâlâ gece, ama bir kobalt aynadaki camın gerisinde kalan gümüş renk gibi, ışık saçan ertesi günü çoktan arkasına almış bir gece bu.

adam, sürüklendikleri bu altın sahilin cam kayalıklarını oluşturarak yükselen ve etrafını saran tüm binaların camlarında gökyüzünün yansımasını görebiliyor. her şehrin böyle köşeleri olduğunu biliyor ve hiçbirine güvenmiyor. ne kadar gerçekçi bir biçimde zarif görünürse görünsünler, buraların birer yanılsama olduklarını düşünüyor; gerçek-bir-yer-olmayan yerler olarak şehirlerin hakiki hayatından çıkarılmış, yansımaların aydınlatılmış pislikler gibi nehrin yüzeyinde yüzen alanlar .yeniyetmelik çağındayken bir arkadaşıyla birlikte gecelerini büyüdükleri şehrin altın sahili keşfederek geçirmelerini, o yere karşı hissettikleri huşu ve küçümseme karışımı duyguyu hatırlatıyor.

artık altın sahillerden üstün olduğunu hissetmiyor. kendisi gibi uyuyanlardan kaçının onun şu an yaptığı gibi doğrulup oturduğunu; yüksek binaların üst katlarındaki şu muazzam pencerelerdeki, şu devler için yapılmış ve şehrin ışıldayan ufkunu kuşatmak üzere ölçeklendirilmiş pencerelerdeki perdelerin ardındaki odalardan sessizce dışarı baktığını merak ediyor. hâlâ huzur içinde uyuyanlara hem imreniyor hem de bu zamana kadar gördüğü şafakların hepsinden daha unutulmaz olacağını şimdiden bildiği bu adı konmamış, erken vakitlerin gökyüzünü kaçırdıkları için onlara acıyor. geleceğin bu iki duygudan hangisini daha haklı çıkaracağını merak ediyor. bir seferinde, sevgili olmalarından kısa süre sonra, kadın ona, "seninle tanışmak başıma gelen en talihli şey mi yoksa en talihsiz mi emin değilim," demişti.

adam gülmüştü.

"şaka yapmıyordum," dedi kadın.

"biliyorum," dedi adam. "seninle tanışmak hakkında düşündüklerimin aynısı sana olduğu için gülüyorum sadece."

"gördün mü? belki de kader olduğunda böyle oluyordur bu. biri hep diğerinin hissettiğini hissediyordur., hem de aynı anda, onunla birlikte." o da güldü.

"bir tür duygusal telepati, ha?"

"duygusal deyince kulağa fazlasıyla salgısal bir şeymiş gibi geliyor," dedi kadın, gözlerini devirerek. aralarında ikisine özel şakalarda kullandığı o muzip tonda konuşuyordu. "salgı bezlerindeki bir şeyden bahsetmiyorum ben; yıldızlardaki bir şeyden bahsediyorum."

şimdi, yatakta adamın yanında, "neden bununla birlikte görmemiz gerekiyordu ki?" diye fısıldıyor merhametsiz bir şekilde söylenmiyor bu söz. adam onun ne demek istediğini anlıyor. bu umulmadık gökyüzünü yalnızca birbirlerinden dolayı gördüklerini kastediyor; bunun ikisi arasında hatırlanacak fazladan bir şey olduğunu anlatmak istiyor. adam da buna cevap vermesi gerekmediğini, bunun yalnızca kadının kendi kendine konuşmasına kulak misafiri olmaya benzediğini biliyor. neredeyse kendisi artık orada değilmiş gibi; kadın bilinmeyen bir saatte, bir altın sahilin kenarında tek başına uyanmış gibi...

Stuart Dybek
Chicago Kıyıları

Çevirmen: Başak Bekişli
Yüz Kitap

s.110-111
topal'ın evveli

i̇nsanlar bilmiyorlar buruk oğlak. benim bildiklerimi çok azı hariç, bilmiyorlar. başta kaybetmeyi bilmiyorlar. ölümün soğuk yüzü burunlarının ucuna kadar sokulmadan ne olduğunu hayal bile edemiyorlar. kimseyi ayıpladığımdan değil. ben de bilmezdim başıma gelmeden. dağlana dağlana yaralarım, öğrendim. üstüne toprak ata ata kapattım acılarımı. yalnızlığın koynunda uyuttum sancılarımı. kaybetmemeye yemin ettim. benim demezsen kaybetmezsin. neyim varsa emanet belledim. emanet bekler gibi başını bekledim. aç kalmayacak kadar yedim, örtünecek kadar giyindim. harmanı savurdum; ama bir daneyi zayi etmedim. toprağı sürdüm ama bir evlek yeri boş bırakmadım. malı davarı sağdım; ama bir damla sütü yere damlatmadım. bir eş, iki evlat yitirdim; ama tek kalan oğulu sefil etmedim hayatta. ele güne avuç açtırmadım, muhannete muhtaç etmedim. kimsenin yüzüne karşı bu oğul benimdir, demedim. ana olamazdım ona elbet. say ki baba da olamadım. kendi öğrendi baka baka, düşe kalka. kaybede kaybede. en son üç parmağını bıraktı memleket uğruna. şimdi onun dahi emanet olduğunu biliyor. esaslı baba oldu benim gözümde. bir iki dil döktü. çalışıp kazandığını istemeye kalktı ima yollu. müsaade etmedim. kaybetmiş adam yine kaybetmeye meyyaldir diye… i̇stedim ki demir gibi erisin önce. dövüle dövüle gelsin kendine. pek anlamadı ya. ses etmedi yine. bu iyiye işaret. su böyle verilir çeliğe. böyle sertleşir.

gaddar değilim ben. ne yapıyorsam ona olan merhametimden, sevgimden. yüzüne karşı söyleyemediklerimi dağda bayırda sana söylüyorum buruk oğlak. devran böyle dönüyor. razı olduğun kadarı düşüyor payına. fazlasını talep edenin elindeki de gidiyor. ben bire üç kaybettim. hasan’ım bire beş kazanıyor. çocukları zehir gibi. hele hatice nur. gözbebeğimiz. hiç görmediği ninesinin kopyası. çok taze daha, çok toy. aynı ninesinin o yaşlarda olduğu gibi. dünyayı sigaya çekecek gücü var. çok soruyor, çok sorguluyor. gönlüne kafasına uyanı yapıyor. kadınımın huyları var onda. anasına pek benzemiyor. halbuki kız halaya çeker derdi büyükler. o yüzden aldım seher'i hasan'a. anasının bana yoldaşlığı nasılsa, onun da öyle olsun diye oğluma. allah var huyu iyidir. toz kondurmam. şükür ki torunum benzedi ninesine. şükür ki anasından hasan'a, hasan'dan hatice nur'a miras bir damar kaldı. yaşadığıma değdi hayat. çabama değdi.
kadınımı uzunpınar'dan belenardıç'a yayan yapıldak kaçırdığımda o on beş ben on yedi yaşımızdaydık. gelinin, damadın küçüğü olmazdı o vakitler. ama kız kavrayıp kaçırmanın kavgası büyük olurdu. oldu da. ağaları baba evimizin kapısına satırlarla dayanınca anlamıştım. korktum mu? allah var korktum. vallahi canımdan değil. sevdiğimi elimden alırlar mı acaba diye korktum. bir evin bir oğluydum. babam da öyle. arkamızda duracak hısım, akraba, emmi, dayı da yoktu. uzunpınarlılar kalabalık. vardım, küreği kavradım. vuruşacaktım ölümüne. gençlik işte. tam kapıya yürürken, sevdiğim kadınım, nuriye’m tuttu kolumdan: “geri dur. sen bilmezsin onların huyunu. ziyan vermeden bırakmazlar işin ucunu. bana güvenirsen bırak konuşayım.” dilim lal oldu sanki. bakakaldım. vardı, er gibi kapıyı açtı. sol eli belinde, sağ eli yumruk, haykırdı şaşkın şaşkın kendine bakan ağalarına:

“bana bakın bana. bundan böyle ben belenardıç geliniyim. gücünüz kudretiniz beni buradan sökmeye yetmez. sevdiğim adama vardım diye zulmedecekseniz aha karşınızdayım. karar benim kararım. kanımız aynı kan. yüreğiniz yetiyorsa dökersiniz. rahmetli babam, beni size hoş tutun diye emanet etti. mal gibi istediğinize peşkeş çekin diye değil! öleceğimi bilsem sevdiğimden vazgeçmem. hadi şimdi elinizden geleni ardınıza komayın.”

yaşı biraz büyük olanlar bu sözlerden dönüşü olmadığını anlamışlardı işin. uzatmadı uzunpınarlılar. düğün dernek yapıldı. nuriye’m oldu evdeşim. sandım ki o benim. senesine hasan doğdu. dedim bu da benim. beş yıla varmadan yine gebe kaldı nuriye’m. hastane yolu mu biliriz biz. ebe kadın baktı, dedi: “yavrular ikiz…” demez olaydım, “benim yavrularım onlar benim.” nah senin, dedi felek. kimine kavun kimine kelek! yedinci ay tamam oldu demişti nuriye’m. eli yüzü şişmeye başladı o gün. bir sancıdır tuttu bunu. su içecek mecali kalmadı. bir koşu ebeyi aldım getirdim. “yavrulardan ümidim yok; ama gelini kurtarsak bari. öldüyseler içeride zehirler bebeler gelini” deyince dünyam yıkıldı dünyam. kolay mı bir kere benim dediğinden vazgeçmek. veren allah tamam da alanın o olduğuna iman etmek? i̇nsan bir kere eline geçeni ebediyen kendisine aitmiş gibi benimsiyor. hâlbuki kazın ayağı öyle değil. kader ağlarını örüp pustuğu yerden gülümsüyor. kadınım da iki kuzusuyla göçüp gitti o gün. keyfini süremedik yalan dünyanın. yirmisinde ölür mü insan? neden ulan nuriye’m neden ulan? hasan beş yaşına varmadan öksüz kaldı. bir daha asla, kimin bu çocuk diye soranlara benim demedim. hep emanet işte, sahip çıkanı yoksa bu kapının, diye cevap verdim.

ene buruk oğlak eneee! ulan boynu küpeli. ulan uzun kulaklı. gören dert ortağım sanacak. i̇nsan insanı böyle dinlemez. yarım saattir başın dizimde, kıpırdamadın bile. üç gün sonra et tuttuğunda bıçağın altına da uzatacak mısın bu boynunu böyle? o gün de koklayacak mısın gömleğimin yenini? yoksa sen de herkes gibi gaddar olduğumu mu düşüneceksin? neyse ki senin düşünmek gibi derdin yok. gam, tasa, keder bilmezsin. ah be buruk oğlak. i̇nsanın yalan dünyada niye kimsesi yok?

sinan terzi
derdimize çare bir çiçek

ötüken neşriyat
kaktüsü, odamda kısmen güneş alan bir yere, aziz vlas biblosunun ve şans getiren ortası delikli bir taşın yanına yerleştirdim. birkaç ay sonra, hırvatistan’daki savaş patlak verdi. şpegely’in filmi, plitviçe, borovo selo...

onu düzenli olarak her beş günde bir suladım ve yerinden oynatmamaya özen gösterdim.

vaktizamanında anneannem bana kaktüslerin yerinin değiştirilemeyeceğini söylemişti. onlar yalnızca tek bir yerde olabilirdi. o yerin nasıl olduğu veya en güzel yer olup olmadığı çok da önemli değildi, o yerin onlara ait olmasıydı mühim olan. o kaktüsün üzerine titredim ve ona karşı hiçbir hatam olmamış olmamasına ben bile hayret ettim.

tıpkı hevesli tezgâhtarların önemli günler öncesinde çıkarıp sunduğu o küçük, sempatik hediyeler gibi telef olmak yerine kaktüs büyümeye başladı. dikenleri uzadı, tıpkı küçük bir kirpi kadar narindi. şişmanladı. güneşi, ardından yavaşça zorlamaya başladı. artık bir çocuğun baş parmağı kadar değildi. kız arkadaşım odaya geldiğinde ise kaktüsün benim ihmalkârlığımda boğulmadığına sevindi.

- sana benzemeye başlamış.

- kaktüs mü?

- yani, sana benzemek denemez, daha çok bedeninin bir parçası olmuş gibi.

kabul ediyorum ki bu durumu fark etmemiştim ancak bunu bana söylemesinin ardından kaktüse bu gözle bakmaya başladım. kaktüs, hayatımızın küçük, neşeli bir ayrıntısı hâline gelmişti. etrafındaki bütün sevgiyi hatıramızda yer etmeye değer hâle getiren bir ayrıntı.

vukovar’ın harap edildiği o günlerde, kapının ardında âdeta buzdan bir nefes hissettim. hayat, hakkında bildiğimden çok daha farklı bir mesele hâline gelmişti. yaşamak, artık ciddi bir müessese. yapılan her hatanın kadere ait olabileceğini hissettim ama yine de bunun nasıl ya da neden olduğunu kafamda berraklaştıramıyordum.

1992 martının son günlerinde kız arkadaşım şehri terk etti. tıpkı bir geziye gidermişçesine…

vedasız.

nisan ayının ilk günlerinde bodrum katına taşındım. elma ağacının üstüne bir havan topu isabet etti. pencerelere ateş ettiler, gardırobun yanındaki şifonyerin eski avusturya modeli aynasını, pirinç tanesinden küçük şarapnel parçaları paramparça etti. cam, âdeta dünya haritasının üzerindeki meridyen çizgilerine dönüştü. telefonlar hâlâ çalışıyordu, ona bunları anlatmaya çalıştım. anlamadı. muhtemelen bunların bir kısmını kafamda kurduğumu düşündü.

her beş günde bir üst kata çıkıp kaktüsü suladım. artık yüzü çetnik mevzilerine dönüktü. ürkekçe güneşe doğru baktım ve baktığım her anda bir kurşun bekledim. aşağısı sıcak, nemli ve sıkış tıkıştı. etraf çürük patates kokuyordu. gözlerimi ise kömür tozu yakıyordu. muhtemelen ana rahminde de durum bundan iyi değildi.

o, ölümün yalnızca saraybosna’da olduğunu zannediyordu. tamamen uzaklaşmış ve acınacak bir hâle gelmişti. bana yeni zelanda’ya gitmek isteyip istemediğimi sordu. sorusunu; bodrum katında olduğumu, o ülkenin bana hayli uzak olduğunu ve bilhassa o ülkede nasıl mutlu olabileceğimi bilmediğimi söyleyerek yanıtladım. kaktüsü hiçbir zaman sormadı. ben de hatırlatmak istemedim.

i̇nsanlar, karanlıkta yalnız kaldıklarında değişirler. bu süreç, duygudan yoksun gelişir. sabahleyin yatağına güzelce uzanmış bir adamın, akşamına saçlarına aklar düşmüş bir şekilde uyandığı bir hikâye biliyorum. rüyasında ne gördüğünü söyleyecek tek bir kişi bile yok. o günlerde kışa karşı ümitsiz bir korku besliyordum.

bir sabah, o beşinci gün, evdeki tüm sular donmuştu. tam o anda aklıma kaktüslerin kışa dayanamadığı geldi. kaktüsü aldım ve aşağı getirdim. bodrum katına, kömür tozu yaktığımız sobanın tam karşısına. ne çok yakın ne çok uzak. tıpkı düşündüğüm gibi hem insanlara hem de kaktüslere uyan bir yerdi.

bir sonraki gün kaktüsü, saksının kenarında uzanmış olarak buldum. ne hâlde mi? tepetaklak, sanki güneş aşağıda bir yerlerdeymiş gibi... onu son kez suluyordum, yolun sonunda olmamıza rağmen.

savaş, bana asabiyeti ve yapay bir dinginlik duygusunu miras bıraktı. ne zaman biri beni sarsacak bir şeylerden bahsetse, içimde bir yerde tıpkı gürültüyü kesen teyp kayıtları gibi kırmızı bir ışık yanar ve ben hiçbir şey hissetmemeye başlarım. ancak o kaktüsü düşündüğümde, işte o zaman hiçbir şey yardım edemez bana. kaktüs, üzüntünün ufak bir tezahürü gibi… görünüşte tehlikesiz, tıpkı çingene kadınların sattığı acı bademler gibi. vaktiyle insanlar, atlar ayakta ölür, diye üzülürlermiş. beni ise kaktüslerin, goethe’nin şiirindeki o çocuk gibi takatten düşmesi kederlendirir. çok da önemli değil, yalnızca hayatta detayları korumamız gerektiğine dair bir uyarı. geride başka bir şey de yok.

milenko yergoviç
saraybosna marlborosu

çevirmen: özge deniz
kutu yayınları
s.32-35
akşam trene bindiğimde karmaşık duygular içindeydim; basbayağı yorgun ya da sabahı serbest geçirdikten sonra belki dinlenmiş haldeydim; işsizlikten dolayı hoşnutsuz ama diğer yandan bunun meziyetinden teselli duyuyordum. kompartımanın bunaltıcı, tozlu havası ve diğer yolcular, içimdeki iyi niyetli temaşanın son bulmasına yol açtı.

bir değerlendirme yapmak istiyorum: orta yaşlı sayılabilecek biri olmam ve yeni farkına varmış olmamdan dolayı henüz üstüne fazla düşünemediğim basit bir şekilde söze dökeceğim. yanlış hatırlamıyorsam bir sene kadar önce ruhumda bir sonbahar çiçeği gibi fırladı, bütün yeniliklerde olduğu gibi kulağa saf gelen sözcükler şöyleydi: hayat ne kadar güzel, yaşadığım için çok mutluyum, en önemsiz anlarda bile bunun farkında olmalıyım, her şey bir anda tersine dönebilir ve her şeye hasret kalabilirim. fikrin özünün bu olduğunu sanmıyorum, yine de şunu ekleyebilirim: insanlar bunları genellikle "kapalı" bir ifade gibi okur ya da duyarlar, en azından bir an dahi olsa bu yaklaşımın yararlı olduğunun anlaşılmasıyla küçük şeylere duyulan bağlılık; bir tür çaresizlik felsefesi. bu şekilde onlar için mutluluk küçük şeylerde gizlidir, gerisi teferruattır.

benim yaklaşımıma göre durum farklı: ben mutluluğun karşı konulamaz bir ön duygu olduğunu düşünüyorum, insan acı çekmek pahasına da olsa, selamete giden çetin yolda, hazırlıksız olarak, ona doğru büyük adımlarla ilerlemekten başka bir şey yapamaz. doğru anladıysam insan, dikkatini küçük mutluluklara vererek büyüğe giden yolun önünü açıyor. öğrencilerimin benden nefret edeceklerinden çekinmesem o zaman her yerde özellikle burada, duygularımın neredeyse özünü oluşturan "eskatolojik perspektif"i ima ederdim.

tren çiçeklenmiş ağaçların arasından ilerledi. güneş doğrudan kompartımanın camından içeri parlıyordu. tarlaların yeşillikleri koyulaşırken gökyüzü aydınlanmaya başladı. manzara usta bir ressamın tablosu gibiydi ve yolcular samimi insanlar gibi görünüyordu. kendimi mutluluk vadisinin zirvesinde hissettim, her canlının karşılaştığı can sıkıntısı ve zorluklardan oluşan küçük tepelere rağmen. hayatı tasvip ediyorum. peki, daha sonra yenilenmiş bir ruhla uyandığımda, içimden yükselen bu kutsal duygu bir meyve değil de sonuç ya da ödül olabilir mi?

johan daisne
bir gece... bir tren

çevirmen: gül özlen,
alef yayınları,
s.17-18
gidersen yıkılır bu kent

gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider
bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
yanlış adresteydik, kimsesizdik belki
sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar
biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı
üşür müydük nar çiçekleri ürpeririken

gidersen kim sular fesleğenleri
kuşlar nereye sığınır akşam olunca

sessizliği dinliyorum şimdi ve soluğunu
sustuğun yerde birşeyler kırılıyor
bekleyiş diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun
adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına
öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor
bir de seni ekliyorum susuşlarıma

selamsız saygısız yürüyelim sokakları
belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar
geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar
adını bilmediğimiz dostlar kalır yalnız
yüreğimize alırız onları, ısıtırız
gardiyan olamayız kendi ömrümüze her akşam

gidersen kar yağar avuçlarıma, üşürsün
bir ceylan sessizliği olur burada aşklar

fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında
durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler
ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde
menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri
bir su sesi bir fesleğen kokusu şimdi uzak
yangınları anımsatıyor genç ölülere artık

bulvar kahvelerinde arabesk bir duman
sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere
bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun
i̇syan olur milyon kere, hiç bilmez miyim
sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın
devriyeler basıyor karartılmış evleri yine

gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür
bir tufan olurum sustuğun her yerde

ahmet telli - gidersen yıkılır bu kent
belki yine gelirim, everest yayınları
"geçmişe bakıp, eski kültürler ve halkları araştırdığımızda, ölümün insan için her daim tatsız olduğunu ve muhtemelen de öyle kalacağını görürüz. bir psikiyatrın bakış açısıyla bu anlaşılabilir bir durumdur ve belki de en iyi, bilinçaltımızda kendi ölümümüzü asla kabullenemeyişimiz bilgisi ile açıklanabilir. bilinçaltımızda bu dünyadaki hayatımızın bir sonu olduğunu tasavvur etmek kabul edilebilir değildir ve eğer hayatımız sona erecekse, bu son her zaman dışarıdan, başka birinin kötü niyetli bir müdahalesine atfedilir. yani bilinçaltımızda ancak öldürülebiliriz; doğal nedenlerle ya da yaşlılık nedeniyle ölmek akıl almaz bir durumdur. bu nedenle, ölüm kötü bir eylemle, korkutucu bir olayla, intikam ve cezalandırma gerektiren bir davranışla ilişkilendirilir."

s.12
elisabeth kübler-ross
ölüm ve ölmek üzerine

çeviren: ekin uşşaklı
april yayıncılık
“o gece saatlerce uyuyamadım, ne zaman gözlerimi yumsam taksideki gibi hızla hareket eden paris beliriveriyordu zihnimde. sonra sakinledim. dört gün boyunca hiç panik atak geçirmedim diyebilirim. rive gauche tarafında be rue de rivoli boyunca dolaşırken ve bir de pompideu merkezi’nin en üst katındaki bir restorandayken çok kaygılandığım anlar oldu, o kadar. bazen ölesiye korktuğum şeyleri yapınca hiçbir şey olmadığını görmenin en iyi terapi olduğunu anlamaya başlıyordum. eğer dışarı çıkmaktan korkuyorsanız, dışarı çıkın. eğer kapalı mekânlardan korkuyorsanız, bir asansörde zaman geçirin. eğer ayrılık korkunuz varsa, kendinizi bir süre yalnız kalmaya zorlayın. depresyonda kendinizi rahat hissettiğiniz yer çoğunlukla dünya kadar bir alandan küçüle küçüle yatak kadar bir alana dönüşür. ya da rahat hissettiğiniz hiçbir yer kalmaz.

değişiklik. heyecan. bunlar yeni yerlerin neden olduğu hislerdir. bazen korkutucu da olsa insanı özgürleştirir. bilindik bir mekânda zihniniz yalnızca kendisine odaklanır. yatak odanızda yeni bir şeyleri fark etme ihtiyacı duymazsınız. dışarıdan gelebilecek bir tehlike yoktur, yalnızca içinizdekiler vardır. kendinizi yeni yerlere, tercihen yurtdışına gitmeye zorlarsanız, ister istemez tüm dikkatinizi dış dünyaya vermek zorunda kalırsınız.

paris’te geçirdiğim birkaç günün böylesi bir yardımı dokunmuştu.”

s.143—144
matt haig
yaşama tutunmak i̇çin nedenler

türkçesi: m. salih kurt
domingo