tabutmag forum – tabutmag, edebiyat, sinema, tiyatro ve görsel sanatlar alanında ilgililere nitelikli ve özgün içerikler sunar.
dışımızdaki şeylerin gerçekliğini bize belki de en çok hissettiren şey, önemsiz biri bile olsa, bir insanın, biz tanımadan önce ve tanıdıktan sonra, bize göre konumunda meydana gelen değişikliktir. ben akşamüzeri balbec'ten o küçük trene binen kişiydim hâlâ, aynı ruhu taşıyordum. ama bu ruhun içinde, saat altıda, müdürü, oteli ve personelini hayal etme imkânsızlığıyla birlikte varacağım anın belirsiz ve korkulu beklentisinin de bulunduğu yerde, şimdi, kozmopolit müdürün (aslında monaco vatandaşlığına geçmişti, ama kendi deyimiyle "rumen kökünden" idi - daima yanlış olduğunu fark etmediği, seçkin sandığı ifadeler kullanırdı) yüzündeki çıban izleri, asansörcüyü çağırmak için yaptığı hareket, asansörcünün kendisi, grand-hotel denen bu pandora kutusundan çıkmış bir dizi kukla bulunmaktaydı; inkâr edilmeleri, yerlerinden oynatılmaları imkânsızdı ve gerçekleşmiş olan her şey gibi kısırlaştırıcıydılar. ama hiç değilse benim karışmadığım bu değişiklik, (olan şey kendi başına ne kadar önemsiz de olsa) benim dışımda bir şeylerin olduğunu kanıtlıyordu; gezisinin başında güneş önündeyken, güneşi arkasında görünce saatler geçmiş olduğunu fark eden bir yolcu gibiydim. yorgunluktan ölüyordum, ateşim vardı, yatmak istiyordum, ama ihtiyacım olan eşyaların hiçbiri yoktu. hiç değilse yatağa birazcık uzanmak isterdim, ama ne faydası olacaktı? her birimiz için, maddi bedenimiz olmasa bile bedenimizin bilinci olan duyumlar bütününü, o yatakta dinlendirmem mümkün değildi; çevresindeki yabancı eşyalar, algılarını sürekli nöbette, savunmada tutmaya bedenimi mecbur etmek suretiyle görmemi, işitmemi, bütün duyularımı (bacaklarımı uzatsam bile), kardinal la balue'nün ne ayakta durabildiği, ne de oturabildiği kafeste olduğu kadar kısıtlı ve rahatsız bir konumda tutacaktı. bir odaya eşyaları dikkatimiz yerleştirir, alışkanlığımızsa onları kaldırıp bize yer açar. balbec'teki odamda (sadece ismen benimdi) bana yer yoktu; beni tanımayan eşyalarla doluydu; onlara fırlattığım güvensiz bakışı bana iade ettiler ve varlığıma hiç aldırmadan, kendi varlıklarının gündelik düzenini bozduğumu gösterdiler. duvar saati - evdeki saatimi sadece haftada birkaç saniye, ancak derin bir tefekkürden çıktığımda duyduğum halde - bir saniye bile ara vermeden, bilinmeyen bir dilde konuşuyor, herhalde benim için kırıcı olacak şeyler söylüyordu; çünkü ağır mor perdeler, söylediklerini cevap vermeden, ama üçüncü bir kişinin görüntüsünün kendilerini rahatsız ettiğini belirtmek için omuz silken insanların tavrıyla dinliyorlardı. perdeler bu yüksek tavanlı odaya neredeyse tarihî, guise dükü'nün katline ve daha sonra da cook acentasının bir rehberi eşliğindeki turistlerin ziyaretine uygun -ama uyumama kesinlikle uygun olmayan- bir hava veriyordu. duvarlar boyunca uzanan, küçük, camlı kitaplıkların varlığı, ama onlardan da çok, odayı enlemesine kesen büyük, ayaklı bir ayna, beni öyle tedirgin ediyordu ki, o ayna gitmeden benim gevşememin söz konusu olamayacağını hissediyordum. paris'teki odamın eşyalarının, benim kendi organlarımın birer ilavesi, kendi benliğimin genişlemesi oldukları için, tıpkı kendi gözbebeklerim gibi, rahatsız etmediği bakışlarımı, durmadan otelin en tepesinde yer alan, büyükannemin benim için seçmiş olduğu bu belvedere'nin aşırı yüksek tavanına çeviriyordum; görme ve işitmenin gerçekleştiği bölgeden de daha mahrem olan koku alma bölgesinde bile, vetiver kokusu neredeyse benliğimin içine giriyor, saldırısını son siperlerime kadar ilerletiyordu; binbir zahmetle, gereksiz ve aralıksız karşılıklarla, telaşlı burun çekişleriyle saldırıya direniyordum. artık bir dünyam, bir odam olmadığına göre, etrafımı çeviren düşmanlarca tehdit edilen, kemiklerine kadar yüksek ateşin istilasındaki vücudumdan başka vücudum olmadığına göre, yalnızdım, ölmek istiyordum. o sırada büyükannem içeri girdi ve içine kapanmış kalbimin önünde, yayılabileceği sonsuz mekânlar açıldı.

s.218-219
marcel proust
çiçek açmış genç kızların gölgesinde

çeviren: roza hakmen
yky
bu bölümün başlığı, "kendisine karşı bir gelenek", ilk bakışta bir çelişki gibi görünüyor. "gelenek", zinciri kırıp, sürekliliği kesintiye uğratan şey olabilir mi? bu yadsıma, kendisini inkâr etmeden bir gelenek haline gelebilir mi? süreksizlik geleneği yalnızca geleneğin değil, aynı zamanda süreksizliğin de yadsınmasını imliyor. çelişki, "kendisine karşı bir gelenek" yerine "modern gelenek" gibi görünüşte daha az çelişkili sözleri geçirmekle de çözülmüş olmuyor. modern nasıl geleneksel olabilir?

örtük çelişkiye -bazen bunun tamamen bilincinde olarak, baudelaire'in "l'art romantique"deki düşünceleri gibi- rağmen, geçen yüzyılın başlangıcından bu yana modernlik bir gelenek olarak adlandırılmış ve yadsıma, değişimin ayrıcalıklı biçimi olarak değerlendirilmiştir. modernliğin bir gelenek olduğunu söylemek biraz hatalıdır; öteki gelenek demem gerekir. modernlik, günün geleneğini –bu her ne olursa olsun- değiştiren polemikçi bir gelenektir, ancak kısa bir süre sonra yerini, gene modernliğin anlık bir tezahürü olan bir başka geleneğe bırakır. modernlik hiçbir zaman kendisi değildir; o her zaman öteki'dir. modern olanın ayırt edici özelliği, yalnızca yenilik değil, ötekiliktir. tuhaf bir gelenek ve tuhaf olanın geleneği olan modernlik çoğulculuğa yazgılıdır: eski gelenek, hep aynıydı, modern her zaman farklıdır. eski gelenek geçmiş ile şimdi arasında bir birliği varsayar; kendi farklılıklarını vurgulamakla yetinmeyen modern, geçmişin bir değil, birçok olduğunu kesinler. böylece, modernin geleneği, köktenci ötekilik ve geçmişin çoğulluğudur. şimdiki zaman geçmişe tahammül etmeyecektir; bugün, dünün çocuğu olmayacaktır. modern olan, geçmişle bağlarını koparır, onu tümüyle yadsır. modernlik kendine yeterlidir; kendi geleneğini kendisi kurar. buna bir örnek, harold rosenberg'in sanat üzerine kitabının başlığıdır: the tradition of the new [yeninin geleneği]. yeni tam olarak modern anlamına gelmese de – bazı yenilikler modern değildir, bu başlık, zamanımız sanatı ile şiirinin kökenindeki paradoksu, onları haklı çıkaran ve yadsıyan entelektüel ilkeyi, onların besiniyle zehrini net ve özlü olarak dile getirmektedir. zamanımız sanatı ile şiirinin yaşam ve ölüm nedeni modernliktir.

s.13-14
octavio paz
çamurdan doğanlar
kendisine karşı bir gelenek

türkçesi: kemal atakay
can yayınları
porsuk nehrinin geçtiği kadınlar
hepsine yüzer kere rastladım en azdan
umutsuz sevdalara tutulmak onlarda
bozkıra doğru seyrele seyrele yaşamak onlarda
verdi mi adama her şeylerini verirler
ben gördüm ne gördümse kadınlarda
porsuk nehrinin geçtiği

kızılırmak parça parça olasın
bir parça ekmek siyah, on kuruşluk kına kırmızı
taş toprak arasında türküler arasında
karanlıkta bir yanları örtük bir yanları üryan
kocaman gözleriyle oy anam bu kadar dokunaklı
kimler ürkütmüş acaba bu kadar kadını

dicle kıyılarına tiren varınca
büyük bir gökyüzü git allahım git
genel olarak önce kaşları görünür
sonra bütünsüz uykuları kaşla göz arasında
yanaklarında çıban izi taşıyan kadınlar
gül kurusu

bir gün sizin de yolunuz düşer memlekete
siz de görürsünüz bunları kadınlarda
ödevleri yenilmek olan hep
bıçakla kemik arasında
susmakla ağlamak arasında
yenilmek
kadınlar

(1955)
cemal süreya
nehirler boyunca kadınlar gördüm

yapı kredi yayınları
altın sahil

otuz yedinci kattaki bir otel odasında aynı anda uyuyorlar. i̇kisi de saatin kaç olduğunundan emin değil, hâlâ biraz sarhoşlar, aralarında büyüyen sessizlik yüzünden biraz hissizler.

"gökyüzüne bak! işığa bak!" diye haykırıyor kadın.

adam bunu çoktan görmüş - nasıl görmez ki? devasa yatak, pencerelerle kaplı bir duvara bakıyor. perdeleri açık bırakmışlar. pencere kaplı duvar şimdi gökyüzünden bir duvara benziyor; rengi neredeyse çivit mavisi, aralarında ise değerli bir mineralin yeni keşfedilmiş damarları açığa çıkarılmışçasına renkli pırıltılar serpiştirilmiş. henüz şafak sökmemiş.derece derece azalsa da hâlâ gece, ama bir kobalt aynadaki camın gerisinde kalan gümüş renk gibi, ışık saçan ertesi günü çoktan arkasına almış bir gece bu.

adam, sürüklendikleri bu altın sahilin cam kayalıklarını oluşturarak yükselen ve etrafını saran tüm binaların camlarında gökyüzünün yansımasını görebiliyor. her şehrin böyle köşeleri olduğunu biliyor ve hiçbirine güvenmiyor. ne kadar gerçekçi bir biçimde zarif görünürse görünsünler, buraların birer yanılsama olduklarını düşünüyor; gerçek-bir-yer-olmayan yerler olarak şehirlerin hakiki hayatından çıkarılmış, yansımaların aydınlatılmış pislikler gibi nehrin yüzeyinde yüzen alanlar .yeniyetmelik çağındayken bir arkadaşıyla birlikte gecelerini büyüdükleri şehrin altın sahili keşfederek geçirmelerini, o yere karşı hissettikleri huşu ve küçümseme karışımı duyguyu hatırlatıyor.

artık altın sahillerden üstün olduğunu hissetmiyor. kendisi gibi uyuyanlardan kaçının onun şu an yaptığı gibi doğrulup oturduğunu; yüksek binaların üst katlarındaki şu muazzam pencerelerdeki, şu devler için yapılmış ve şehrin ışıldayan ufkunu kuşatmak üzere ölçeklendirilmiş pencerelerdeki perdelerin ardındaki odalardan sessizce dışarı baktığını merak ediyor. hâlâ huzur içinde uyuyanlara hem imreniyor hem de bu zamana kadar gördüğü şafakların hepsinden daha unutulmaz olacağını şimdiden bildiği bu adı konmamış, erken vakitlerin gökyüzünü kaçırdıkları için onlara acıyor. geleceğin bu iki duygudan hangisini daha haklı çıkaracağını merak ediyor. bir seferinde, sevgili olmalarından kısa süre sonra, kadın ona, "seninle tanışmak başıma gelen en talihli şey mi yoksa en talihsiz mi emin değilim," demişti.

adam gülmüştü.

"şaka yapmıyordum," dedi kadın.

"biliyorum," dedi adam. "seninle tanışmak hakkında düşündüklerimin aynısı sana olduğu için gülüyorum sadece."

"gördün mü? belki de kader olduğunda böyle oluyordur bu. biri hep diğerinin hissettiğini hissediyordur., hem de aynı anda, onunla birlikte." o da güldü.

"bir tür duygusal telepati, ha?"

"duygusal deyince kulağa fazlasıyla salgısal bir şeymiş gibi geliyor," dedi kadın, gözlerini devirerek. aralarında ikisine özel şakalarda kullandığı o muzip tonda konuşuyordu. "salgı bezlerindeki bir şeyden bahsetmiyorum ben; yıldızlardaki bir şeyden bahsediyorum."

şimdi, yatakta adamın yanında, "neden bununla birlikte görmemiz gerekiyordu ki?" diye fısıldıyor merhametsiz bir şekilde söylenmiyor bu söz. adam onun ne demek istediğini anlıyor. bu umulmadık gökyüzünü yalnızca birbirlerinden dolayı gördüklerini kastediyor; bunun ikisi arasında hatırlanacak fazladan bir şey olduğunu anlatmak istiyor. adam da buna cevap vermesi gerekmediğini, bunun yalnızca kadının kendi kendine konuşmasına kulak misafiri olmaya benzediğini biliyor. neredeyse kendisi artık orada değilmiş gibi; kadın bilinmeyen bir saatte, bir altın sahilin kenarında tek başına uyanmış gibi...

Stuart Dybek
Chicago Kıyıları

Çevirmen: Başak Bekişli
Yüz Kitap

s.110-111
topal'ın evveli

i̇nsanlar bilmiyorlar buruk oğlak. benim bildiklerimi çok azı hariç, bilmiyorlar. başta kaybetmeyi bilmiyorlar. ölümün soğuk yüzü burunlarının ucuna kadar sokulmadan ne olduğunu hayal bile edemiyorlar. kimseyi ayıpladığımdan değil. ben de bilmezdim başıma gelmeden. dağlana dağlana yaralarım, öğrendim. üstüne toprak ata ata kapattım acılarımı. yalnızlığın koynunda uyuttum sancılarımı. kaybetmemeye yemin ettim. benim demezsen kaybetmezsin. neyim varsa emanet belledim. emanet bekler gibi başını bekledim. aç kalmayacak kadar yedim, örtünecek kadar giyindim. harmanı savurdum; ama bir daneyi zayi etmedim. toprağı sürdüm ama bir evlek yeri boş bırakmadım. malı davarı sağdım; ama bir damla sütü yere damlatmadım. bir eş, iki evlat yitirdim; ama tek kalan oğulu sefil etmedim hayatta. ele güne avuç açtırmadım, muhannete muhtaç etmedim. kimsenin yüzüne karşı bu oğul benimdir, demedim. ana olamazdım ona elbet. say ki baba da olamadım. kendi öğrendi baka baka, düşe kalka. kaybede kaybede. en son üç parmağını bıraktı memleket uğruna. şimdi onun dahi emanet olduğunu biliyor. esaslı baba oldu benim gözümde. bir iki dil döktü. çalışıp kazandığını istemeye kalktı ima yollu. müsaade etmedim. kaybetmiş adam yine kaybetmeye meyyaldir diye… i̇stedim ki demir gibi erisin önce. dövüle dövüle gelsin kendine. pek anlamadı ya. ses etmedi yine. bu iyiye işaret. su böyle verilir çeliğe. böyle sertleşir.

gaddar değilim ben. ne yapıyorsam ona olan merhametimden, sevgimden. yüzüne karşı söyleyemediklerimi dağda bayırda sana söylüyorum buruk oğlak. devran böyle dönüyor. razı olduğun kadarı düşüyor payına. fazlasını talep edenin elindeki de gidiyor. ben bire üç kaybettim. hasan’ım bire beş kazanıyor. çocukları zehir gibi. hele hatice nur. gözbebeğimiz. hiç görmediği ninesinin kopyası. çok taze daha, çok toy. aynı ninesinin o yaşlarda olduğu gibi. dünyayı sigaya çekecek gücü var. çok soruyor, çok sorguluyor. gönlüne kafasına uyanı yapıyor. kadınımın huyları var onda. anasına pek benzemiyor. halbuki kız halaya çeker derdi büyükler. o yüzden aldım seher'i hasan'a. anasının bana yoldaşlığı nasılsa, onun da öyle olsun diye oğluma. allah var huyu iyidir. toz kondurmam. şükür ki torunum benzedi ninesine. şükür ki anasından hasan'a, hasan'dan hatice nur'a miras bir damar kaldı. yaşadığıma değdi hayat. çabama değdi.
kadınımı uzunpınar'dan belenardıç'a yayan yapıldak kaçırdığımda o on beş ben on yedi yaşımızdaydık. gelinin, damadın küçüğü olmazdı o vakitler. ama kız kavrayıp kaçırmanın kavgası büyük olurdu. oldu da. ağaları baba evimizin kapısına satırlarla dayanınca anlamıştım. korktum mu? allah var korktum. vallahi canımdan değil. sevdiğimi elimden alırlar mı acaba diye korktum. bir evin bir oğluydum. babam da öyle. arkamızda duracak hısım, akraba, emmi, dayı da yoktu. uzunpınarlılar kalabalık. vardım, küreği kavradım. vuruşacaktım ölümüne. gençlik işte. tam kapıya yürürken, sevdiğim kadınım, nuriye’m tuttu kolumdan: “geri dur. sen bilmezsin onların huyunu. ziyan vermeden bırakmazlar işin ucunu. bana güvenirsen bırak konuşayım.” dilim lal oldu sanki. bakakaldım. vardı, er gibi kapıyı açtı. sol eli belinde, sağ eli yumruk, haykırdı şaşkın şaşkın kendine bakan ağalarına:

“bana bakın bana. bundan böyle ben belenardıç geliniyim. gücünüz kudretiniz beni buradan sökmeye yetmez. sevdiğim adama vardım diye zulmedecekseniz aha karşınızdayım. karar benim kararım. kanımız aynı kan. yüreğiniz yetiyorsa dökersiniz. rahmetli babam, beni size hoş tutun diye emanet etti. mal gibi istediğinize peşkeş çekin diye değil! öleceğimi bilsem sevdiğimden vazgeçmem. hadi şimdi elinizden geleni ardınıza komayın.”

yaşı biraz büyük olanlar bu sözlerden dönüşü olmadığını anlamışlardı işin. uzatmadı uzunpınarlılar. düğün dernek yapıldı. nuriye’m oldu evdeşim. sandım ki o benim. senesine hasan doğdu. dedim bu da benim. beş yıla varmadan yine gebe kaldı nuriye’m. hastane yolu mu biliriz biz. ebe kadın baktı, dedi: “yavrular ikiz…” demez olaydım, “benim yavrularım onlar benim.” nah senin, dedi felek. kimine kavun kimine kelek! yedinci ay tamam oldu demişti nuriye’m. eli yüzü şişmeye başladı o gün. bir sancıdır tuttu bunu. su içecek mecali kalmadı. bir koşu ebeyi aldım getirdim. “yavrulardan ümidim yok; ama gelini kurtarsak bari. öldüyseler içeride zehirler bebeler gelini” deyince dünyam yıkıldı dünyam. kolay mı bir kere benim dediğinden vazgeçmek. veren allah tamam da alanın o olduğuna iman etmek? i̇nsan bir kere eline geçeni ebediyen kendisine aitmiş gibi benimsiyor. hâlbuki kazın ayağı öyle değil. kader ağlarını örüp pustuğu yerden gülümsüyor. kadınım da iki kuzusuyla göçüp gitti o gün. keyfini süremedik yalan dünyanın. yirmisinde ölür mü insan? neden ulan nuriye’m neden ulan? hasan beş yaşına varmadan öksüz kaldı. bir daha asla, kimin bu çocuk diye soranlara benim demedim. hep emanet işte, sahip çıkanı yoksa bu kapının, diye cevap verdim.

ene buruk oğlak eneee! ulan boynu küpeli. ulan uzun kulaklı. gören dert ortağım sanacak. i̇nsan insanı böyle dinlemez. yarım saattir başın dizimde, kıpırdamadın bile. üç gün sonra et tuttuğunda bıçağın altına da uzatacak mısın bu boynunu böyle? o gün de koklayacak mısın gömleğimin yenini? yoksa sen de herkes gibi gaddar olduğumu mu düşüneceksin? neyse ki senin düşünmek gibi derdin yok. gam, tasa, keder bilmezsin. ah be buruk oğlak. i̇nsanın yalan dünyada niye kimsesi yok?

sinan terzi
derdimize çare bir çiçek

ötüken neşriyat
kaktüsü, odamda kısmen güneş alan bir yere, aziz vlas biblosunun ve şans getiren ortası delikli bir taşın yanına yerleştirdim. birkaç ay sonra, hırvatistan’daki savaş patlak verdi. şpegely’in filmi, plitviçe, borovo selo...

onu düzenli olarak her beş günde bir suladım ve yerinden oynatmamaya özen gösterdim.

vaktizamanında anneannem bana kaktüslerin yerinin değiştirilemeyeceğini söylemişti. onlar yalnızca tek bir yerde olabilirdi. o yerin nasıl olduğu veya en güzel yer olup olmadığı çok da önemli değildi, o yerin onlara ait olmasıydı mühim olan. o kaktüsün üzerine titredim ve ona karşı hiçbir hatam olmamış olmamasına ben bile hayret ettim.

tıpkı hevesli tezgâhtarların önemli günler öncesinde çıkarıp sunduğu o küçük, sempatik hediyeler gibi telef olmak yerine kaktüs büyümeye başladı. dikenleri uzadı, tıpkı küçük bir kirpi kadar narindi. şişmanladı. güneşi, ardından yavaşça zorlamaya başladı. artık bir çocuğun baş parmağı kadar değildi. kız arkadaşım odaya geldiğinde ise kaktüsün benim ihmalkârlığımda boğulmadığına sevindi.

- sana benzemeye başlamış.

- kaktüs mü?

- yani, sana benzemek denemez, daha çok bedeninin bir parçası olmuş gibi.

kabul ediyorum ki bu durumu fark etmemiştim ancak bunu bana söylemesinin ardından kaktüse bu gözle bakmaya başladım. kaktüs, hayatımızın küçük, neşeli bir ayrıntısı hâline gelmişti. etrafındaki bütün sevgiyi hatıramızda yer etmeye değer hâle getiren bir ayrıntı.

vukovar’ın harap edildiği o günlerde, kapının ardında âdeta buzdan bir nefes hissettim. hayat, hakkında bildiğimden çok daha farklı bir mesele hâline gelmişti. yaşamak, artık ciddi bir müessese. yapılan her hatanın kadere ait olabileceğini hissettim ama yine de bunun nasıl ya da neden olduğunu kafamda berraklaştıramıyordum.

1992 martının son günlerinde kız arkadaşım şehri terk etti. tıpkı bir geziye gidermişçesine…

vedasız.

nisan ayının ilk günlerinde bodrum katına taşındım. elma ağacının üstüne bir havan topu isabet etti. pencerelere ateş ettiler, gardırobun yanındaki şifonyerin eski avusturya modeli aynasını, pirinç tanesinden küçük şarapnel parçaları paramparça etti. cam, âdeta dünya haritasının üzerindeki meridyen çizgilerine dönüştü. telefonlar hâlâ çalışıyordu, ona bunları anlatmaya çalıştım. anlamadı. muhtemelen bunların bir kısmını kafamda kurduğumu düşündü.

her beş günde bir üst kata çıkıp kaktüsü suladım. artık yüzü çetnik mevzilerine dönüktü. ürkekçe güneşe doğru baktım ve baktığım her anda bir kurşun bekledim. aşağısı sıcak, nemli ve sıkış tıkıştı. etraf çürük patates kokuyordu. gözlerimi ise kömür tozu yakıyordu. muhtemelen ana rahminde de durum bundan iyi değildi.

o, ölümün yalnızca saraybosna’da olduğunu zannediyordu. tamamen uzaklaşmış ve acınacak bir hâle gelmişti. bana yeni zelanda’ya gitmek isteyip istemediğimi sordu. sorusunu; bodrum katında olduğumu, o ülkenin bana hayli uzak olduğunu ve bilhassa o ülkede nasıl mutlu olabileceğimi bilmediğimi söyleyerek yanıtladım. kaktüsü hiçbir zaman sormadı. ben de hatırlatmak istemedim.

i̇nsanlar, karanlıkta yalnız kaldıklarında değişirler. bu süreç, duygudan yoksun gelişir. sabahleyin yatağına güzelce uzanmış bir adamın, akşamına saçlarına aklar düşmüş bir şekilde uyandığı bir hikâye biliyorum. rüyasında ne gördüğünü söyleyecek tek bir kişi bile yok. o günlerde kışa karşı ümitsiz bir korku besliyordum.

bir sabah, o beşinci gün, evdeki tüm sular donmuştu. tam o anda aklıma kaktüslerin kışa dayanamadığı geldi. kaktüsü aldım ve aşağı getirdim. bodrum katına, kömür tozu yaktığımız sobanın tam karşısına. ne çok yakın ne çok uzak. tıpkı düşündüğüm gibi hem insanlara hem de kaktüslere uyan bir yerdi.

bir sonraki gün kaktüsü, saksının kenarında uzanmış olarak buldum. ne hâlde mi? tepetaklak, sanki güneş aşağıda bir yerlerdeymiş gibi... onu son kez suluyordum, yolun sonunda olmamıza rağmen.

savaş, bana asabiyeti ve yapay bir dinginlik duygusunu miras bıraktı. ne zaman biri beni sarsacak bir şeylerden bahsetse, içimde bir yerde tıpkı gürültüyü kesen teyp kayıtları gibi kırmızı bir ışık yanar ve ben hiçbir şey hissetmemeye başlarım. ancak o kaktüsü düşündüğümde, işte o zaman hiçbir şey yardım edemez bana. kaktüs, üzüntünün ufak bir tezahürü gibi… görünüşte tehlikesiz, tıpkı çingene kadınların sattığı acı bademler gibi. vaktiyle insanlar, atlar ayakta ölür, diye üzülürlermiş. beni ise kaktüslerin, goethe’nin şiirindeki o çocuk gibi takatten düşmesi kederlendirir. çok da önemli değil, yalnızca hayatta detayları korumamız gerektiğine dair bir uyarı. geride başka bir şey de yok.

milenko yergoviç
saraybosna marlborosu

çevirmen: özge deniz
kutu yayınları
s.32-35
akşam trene bindiğimde karmaşık duygular içindeydim; basbayağı yorgun ya da sabahı serbest geçirdikten sonra belki dinlenmiş haldeydim; işsizlikten dolayı hoşnutsuz ama diğer yandan bunun meziyetinden teselli duyuyordum. kompartımanın bunaltıcı, tozlu havası ve diğer yolcular, içimdeki iyi niyetli temaşanın son bulmasına yol açtı.

bir değerlendirme yapmak istiyorum: orta yaşlı sayılabilecek biri olmam ve yeni farkına varmış olmamdan dolayı henüz üstüne fazla düşünemediğim basit bir şekilde söze dökeceğim. yanlış hatırlamıyorsam bir sene kadar önce ruhumda bir sonbahar çiçeği gibi fırladı, bütün yeniliklerde olduğu gibi kulağa saf gelen sözcükler şöyleydi: hayat ne kadar güzel, yaşadığım için çok mutluyum, en önemsiz anlarda bile bunun farkında olmalıyım, her şey bir anda tersine dönebilir ve her şeye hasret kalabilirim. fikrin özünün bu olduğunu sanmıyorum, yine de şunu ekleyebilirim: insanlar bunları genellikle "kapalı" bir ifade gibi okur ya da duyarlar, en azından bir an dahi olsa bu yaklaşımın yararlı olduğunun anlaşılmasıyla küçük şeylere duyulan bağlılık; bir tür çaresizlik felsefesi. bu şekilde onlar için mutluluk küçük şeylerde gizlidir, gerisi teferruattır.

benim yaklaşımıma göre durum farklı: ben mutluluğun karşı konulamaz bir ön duygu olduğunu düşünüyorum, insan acı çekmek pahasına da olsa, selamete giden çetin yolda, hazırlıksız olarak, ona doğru büyük adımlarla ilerlemekten başka bir şey yapamaz. doğru anladıysam insan, dikkatini küçük mutluluklara vererek büyüğe giden yolun önünü açıyor. öğrencilerimin benden nefret edeceklerinden çekinmesem o zaman her yerde özellikle burada, duygularımın neredeyse özünü oluşturan "eskatolojik perspektif"i ima ederdim.

tren çiçeklenmiş ağaçların arasından ilerledi. güneş doğrudan kompartımanın camından içeri parlıyordu. tarlaların yeşillikleri koyulaşırken gökyüzü aydınlanmaya başladı. manzara usta bir ressamın tablosu gibiydi ve yolcular samimi insanlar gibi görünüyordu. kendimi mutluluk vadisinin zirvesinde hissettim, her canlının karşılaştığı can sıkıntısı ve zorluklardan oluşan küçük tepelere rağmen. hayatı tasvip ediyorum. peki, daha sonra yenilenmiş bir ruhla uyandığımda, içimden yükselen bu kutsal duygu bir meyve değil de sonuç ya da ödül olabilir mi?

johan daisne
bir gece... bir tren

çevirmen: gül özlen,
alef yayınları,
s.17-18
gidersen yıkılır bu kent

gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider
bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
yanlış adresteydik, kimsesizdik belki
sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar
biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı
üşür müydük nar çiçekleri ürpeririken

gidersen kim sular fesleğenleri
kuşlar nereye sığınır akşam olunca

sessizliği dinliyorum şimdi ve soluğunu
sustuğun yerde birşeyler kırılıyor
bekleyiş diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun
adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına
öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor
bir de seni ekliyorum susuşlarıma

selamsız saygısız yürüyelim sokakları
belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar
geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar
adını bilmediğimiz dostlar kalır yalnız
yüreğimize alırız onları, ısıtırız
gardiyan olamayız kendi ömrümüze her akşam

gidersen kar yağar avuçlarıma, üşürsün
bir ceylan sessizliği olur burada aşklar

fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında
durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler
ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde
menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri
bir su sesi bir fesleğen kokusu şimdi uzak
yangınları anımsatıyor genç ölülere artık

bulvar kahvelerinde arabesk bir duman
sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere
bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun
i̇syan olur milyon kere, hiç bilmez miyim
sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın
devriyeler basıyor karartılmış evleri yine

gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür
bir tufan olurum sustuğun her yerde

ahmet telli - gidersen yıkılır bu kent
belki yine gelirim, everest yayınları
"geçmişe bakıp, eski kültürler ve halkları araştırdığımızda, ölümün insan için her daim tatsız olduğunu ve muhtemelen de öyle kalacağını görürüz. bir psikiyatrın bakış açısıyla bu anlaşılabilir bir durumdur ve belki de en iyi, bilinçaltımızda kendi ölümümüzü asla kabullenemeyişimiz bilgisi ile açıklanabilir. bilinçaltımızda bu dünyadaki hayatımızın bir sonu olduğunu tasavvur etmek kabul edilebilir değildir ve eğer hayatımız sona erecekse, bu son her zaman dışarıdan, başka birinin kötü niyetli bir müdahalesine atfedilir. yani bilinçaltımızda ancak öldürülebiliriz; doğal nedenlerle ya da yaşlılık nedeniyle ölmek akıl almaz bir durumdur. bu nedenle, ölüm kötü bir eylemle, korkutucu bir olayla, intikam ve cezalandırma gerektiren bir davranışla ilişkilendirilir."

s.12
elisabeth kübler-ross
ölüm ve ölmek üzerine

çeviren: ekin uşşaklı
april yayıncılık
“o gece saatlerce uyuyamadım, ne zaman gözlerimi yumsam taksideki gibi hızla hareket eden paris beliriveriyordu zihnimde. sonra sakinledim. dört gün boyunca hiç panik atak geçirmedim diyebilirim. rive gauche tarafında be rue de rivoli boyunca dolaşırken ve bir de pompideu merkezi’nin en üst katındaki bir restorandayken çok kaygılandığım anlar oldu, o kadar. bazen ölesiye korktuğum şeyleri yapınca hiçbir şey olmadığını görmenin en iyi terapi olduğunu anlamaya başlıyordum. eğer dışarı çıkmaktan korkuyorsanız, dışarı çıkın. eğer kapalı mekânlardan korkuyorsanız, bir asansörde zaman geçirin. eğer ayrılık korkunuz varsa, kendinizi bir süre yalnız kalmaya zorlayın. depresyonda kendinizi rahat hissettiğiniz yer çoğunlukla dünya kadar bir alandan küçüle küçüle yatak kadar bir alana dönüşür. ya da rahat hissettiğiniz hiçbir yer kalmaz.

değişiklik. heyecan. bunlar yeni yerlerin neden olduğu hislerdir. bazen korkutucu da olsa insanı özgürleştirir. bilindik bir mekânda zihniniz yalnızca kendisine odaklanır. yatak odanızda yeni bir şeyleri fark etme ihtiyacı duymazsınız. dışarıdan gelebilecek bir tehlike yoktur, yalnızca içinizdekiler vardır. kendinizi yeni yerlere, tercihen yurtdışına gitmeye zorlarsanız, ister istemez tüm dikkatinizi dış dünyaya vermek zorunda kalırsınız.

paris’te geçirdiğim birkaç günün böylesi bir yardımı dokunmuştu.”

s.143—144
matt haig
yaşama tutunmak i̇çin nedenler

türkçesi: m. salih kurt
domingo
ÜÇ GÜN
Hamburg, 5 Haziran 1970.

Drei Tage (1970)

On beş veya on altı yıl evvel
Wellingsbüttel'e yakın bir yerde dolanıyor...

...ve akademi için Lessing'in "Genç Bilge" oyunundaki yaşlı Chrysander rolünün ezberini yapıyordum.

Her gün aynı şeyler tekrarlanıyordu.

Kalkıyordum, bahçeye çıkıyordum,
ilk cümleyi söylüyordum ve devam edemiyordum.

İkinci gün de aynı şeyler olup durdu.
Öğleden sonra dörde kadar üçüncü, dördüncü...

...ve beşinci cümleye kadar geldim,
ama devamını getiremiyordum.

Böyle devam etti bu
ve ilk sayfayı geçemedim bir türlü.

Dört hafta sonra oradan ayrıldım.

Şimdi aklıma geliyor bu, çünkü bir cümleden sonra devam edemeyişim "Kireç Ocağı"nda da aynı şekilde var.

Daha doğrusu, kitabın ana karakteri Konrad,
on beş yılda çalışmasının sadece ilk cümlesine kadar geliyor.

Yirmi yıldan beri yapmak istediği bir çalışma,
ama beceremiyor.

Birdenbire oturuyor ve herkesin hayal ettiği çalışmayı yazmayı başarıyor.

Fakat bunu sadece düşlüyor,
eşi odaya giriyor ve durumun farkına varıyor.

"Benim ardımdan, gerçekten de bu çalışmayı
yazabilir miydin? Yetti artık!" diyor kadın...

...ve adamın ellerinden her şeyi alıyor
ve her bir sayfasını yakıyor.

Adamın tek duyduğu, kadının
"Pekala, şimdi yeniden başlayabilir...

...ve yine 20 yıl bu cümle için uğraşabilirsin." deyişi oluyor.

BİRİNCİ GÜN

İlk anılarım, ilkokula kaydolmaya gidişime,
birinci sınıfın ilk gününe ait.

Yolum bir kasaptan geçiyordu. Kapısında kancalar, baltalar, bıçaklar düzenli bir biçimde asılıydı.

Bir yanda kanlı öte yanda göz kamaştırıcı
parlaklıkta kesim aparatları vardı.

Sonra koca göbekleriyle
yere düşen atların sesleri vardı...

...çöküyorlardı, kemikleri, irinleri, kanları...

Kasaptan sonra birkaç merdiven çıkınca mezarlık vardı...

...düzgün bir biçimde yatabileceğiniz
bir salon, bir morgdu.

Okulun ilk gününü, morgda bulunan peynircinin
soluk bir delikanlı olan oğlunu hala hatırlıyorum.

Genç bir kadın öğretmen vardı sınıfta,
kalbimin atışını hatırlıyorum.

Büyükannem beni daima
kendisiyle birlikte götürürdü.

Gerçi sabahları kendi başıma mezarlığın yanından geçerdim, öğlenleri ise beni morga götürüp havaya kaldırır ve şöyle derdi:

"Bak, orada başka bir kadın yatıyor."

Ölü insanlardan başka bir şey yoktu.

Herkes için çok büyük bir önem taşır aslında.
Bundan çeşitli sonuçlara varılabilir.

Benim için çocukluk, birbiri ardına
sıralanmış müzik parçaları gibidir.

Ama elbette ki
klasik olmayan müziklerdir.

Mesela...

...1944'te Traunstein'da okula
biraz daha uzakta yaşıyordum.

Büyükannem ile büyükbabam şehrin bir ucunda
yaşıyorlardı, okula dört kilometre uzaklıktaydım.

Yolun yarısında bir yerde bir çalılık vardı,
başka ne vardı hatırlamıyorum.

Ne zaman onun yanından geçsem,
bir kadın oradan sıçrar ve bağırırdı:

"Büyükbabanı Dachau toplama kampına
göndereceğim bir gün!"

1945'te bir başka hikaye, bir başka müzik,
belki on iki ton müziği söz konusuydu.

Erkek kardeşimin bir arkadaşı vardı,
yedi yaşındaydı, bense on dört yaşındaydım.

Elini bir bazukanın içine soktu
ve tamamen parçalara ayrıldı.

Vachendorf'da oldu bu olay. Erkek kardeşimle beraber bisikletle cenazeye katılmaya gidiyorduk.

Yukarıdaki borudan ayağımı zar zor çıkarıyordum,
erkek kardeşim ise gidonun önünde yukarıda oturuyordu.

Yolda giderken çiçek topladık.

Ancak cenazeye giderken yarı yolda
ormandan genç bir adam çıktı...

...ve benimle kardeşimi bisikletten zorla indirdi,
çiçekleri parçaladı...

...ve bisikleti çiğneyerek dümdüz etti.

Önce tekerleği sonra gidonu en son da
çamurluğu parçalara ayırdı.

Ardından beni tokatladı,
kardeşimin karnına vurdu.

Polonyalı veya Çek'ti,
tam bilmiyorum.

Çok tuhaftı.
Derenin kenarında oturmuş ağlıyorduk.

Geriye yürüyerek döndük,
artık cenazeye gitmek söz konusu değildi.

Eve vardığımızda
bu tuhaf hikayeyi anlattık.

Bunun gibi pek çok hikaye var.

Ah ışıkmış bu,
güneş dönmüş zanettim.

İşe yarayan iki okul vardır elbette:
Bir yanda yalnızlık, soyutlanma, dışlanma vardır.

Daha sonra, yalnızlığın, soyutlanmanın ve dışlanmanın oluşturduğu başkalarına güvensizlik izler bunu.

Ve o zamanlar,
ben hala bir çocuktum...

Annem beni başkasına vermişti.

Bir yıl boyunca Hollanda Rotterdam'da
balıkçı filikasından bir kadının himayesine bırakıldım.

Annem beni her üç ya da dört
haftada bir ziyaret ederdi.

O zamanlar beni çok umursadığını düşünmüyorum. Sonrasında elbette ki durum tamamen değişti.

Bir yaşındayken Viyana'ya taşındık.

Annemin aksine beni gerçekten seven dedemin yanına gittiğimde bile güvensizlik yine de devam etti.

Sonra onunla yürüyüşlerim oldu. Daha sonra
kitaplarımda anlattığım tüm o karakterler...

...erkek karakterler her biri benim
anne tarafımdan dedemdi aslında.

Fakat dedemin olduğu tüm o
karakterlere rağmen, yalnızdım.

İnsan sadece kendi başına gelişebilir.

Kendi içinden çıkamadığı bilinciyle
insan daima yalnızdır.

Geri kalan her şey bir sanrıdır, şüphelidir.
Asla değişmez bu.

Okul yıllarında tamamen yalnızsınızdır.

Sıra arkadaşınız vardır ve yalnızsınızdır.
İnsanlarla konuşursunuz, yalnızsınızdır.

Fikirleriniz vardır, gariptir,
size aittir, her zaman yalnızsınızdır.

Ve bir kitap yazdığınızda, veya benim gibi kitaplar
yazdığınızda çok daha yalnızsınızdır.

Kendini anlaşılır kılmak imkansızdır.

Tek başınalıktan, yalnızlıktan çok daha
yoğun bir yalnızlık, bir soyutlama doğar.

Nihayetinde, yer değiştirirsiniz. Daha çabuk başka
yere gidersiniz, daha büyük şehirlere kaçarsınız.

Küçük şehirler size yeterli gelmez.
Viyana yeterli değildir, Londra yeterli değildir.

Dünyanın başka yerlerine
gitmelisinizdir.

Yabancı dillerin konuşulduğu
bir yerlere gidip gelmeye çalışırsınız.

Belki de Brüksel'dir orası,
ya da Roma'dır.

Bu yüzden, nereye giderseniz gidin daima
yalnızsınızdır, kendinizle bir başınasınızdır.

Gittikçe berbatlaşan
işlerinizle yalnızsınızdır.

Kendi ülkenize geri dönersiniz,
çiftlik evine geri yerleşirsiniz...

...kapıları kapatırsınız, benim gibiyseniz
günlerce içeride kapalı kalırsınız...

...ve sizi memnun eden
ve gittikçe büyüyen şey işiniz olur.

İnşa ettiğiniz kelimelerdir,
cümlelerdir işiniz.

Aslında bir oyuncak gibidir, birbiri ardına
dizersiniz parçaları, tıpkı müzikal süreç gibi.

Belli bir seviyeye ulaştığınızda, inşa ettiğiniz şey
dördüncü veya beşinci kata ulaştığınızda...

...olan biten her şeyi görürsünüz,
bir çocuk gibi yıkarsınız her şeyi.

Tüm bunlardan kurtulduğunuzu düşündüğünüz an, bir yerlerden ülser çıkıverir.

Bunu vücudunuzdaki yeni bir çalışma,
yeni bir roman olarak ele alırsınız ve gittikçe büyür.

Esasında, bir kitap, belki de habis bir ülserden,
kanserli bir urdan başka bir şey değildir.

Ameliyat edip çıkartırsınız ve
metastazların zaten tüm vücuda bulaştıklarını...

...ve bir kurtuluşun artık
mümkün olmadığını bilirsiniz.

Zaman geçtikçe kötüleşir, daha güçlenir
ve bir kurtuluş ve geri dönüş olmaz.

Benden önce gelen insanlar,
atalarım, harika insanlardı.

Böyle bir şeyin soğuk bir bankta otururken
aklıma gelmesi de tesadüf değildir.

Her şeylerdi: Pis zenginler, aşağılık fakirler,
suçlular, canavarlar...

Neredeyse hepsi bir açıdan sapık,
mutlu ve çok gezmişlerdir.

Çoğu bir noktada
aniden kendilerini öldürdüler...

...hele ki hayatlarını hiçbir zaman
bir kurşun veya bir atlayışla...

...sonlandırma fikrine sahip
olmayacağı düşünülenler.

Biri bir gün
hava şaftına atladı...

...öbürü kafasına bir kurşun sıktı.

Üçüncüsü arabasını nehre sürdü.

Bu insanları düşünmek
hoş olduğu kadar korkunç da.

Sanki tiyatronun önünde
oturmuşuz da perde açılmış gibi.

Karşımızda sahnede gördüğümüz insanlar var
ve onları iyiler ve kötüler olarak ayırıyoruz.

Sadece iyi ve kötü karakterler olarak değil,
iyi ve kötü oyuncular olarak da ayırıyoruz.

Bu düşünceyi zaman zaman tekrar düşünmek
kesinlikle çok zevklidir.

İKİNCİ GÜN

Zor olan, başlamaktır.

Ahmak biri için hiç zor değildir bu,
zorluğun ne olduğunu bilmez bile o.

Çocuklar yapar ve kitaplar üretir;
art arda kitaplar ve çocuklar çıkar ortaya.

Her şeye karşı kayıtsızdır;
bir şey üzerine düşünmez bile.

Ahmak insan zorluk nedir bilmez, kalkar, yıkanır,
dışarı adımını atar, çiğnenir, ezilir, umurunda değildir.

En baştan beri
yalnızca direniş vardır.

Direniş! Nedir direniş? Direniş, materyaldir.
Beynin direnişe ihtiyacı vardır.

Beyin direnişleri toplayarak
malzemeleri oluşturur.

Pencereden dışarı bakmak direniştir...

...birine mektup yazmanın gerekmesi direniştir, elbette bunu istemeyiz, ama bize bir mektup gelir, direniştir bu.

Her şeyi çöpe atarız, yine de mektuba
cevap veririz zamanı geldiğinde.

Dışarı çıkarsınız, bir şeyler alırsınız, bir bira içersiniz, usandırıcı gelir her şey, direniştir bu.

Hasta düşersiniz, hastaneye gidersiniz,
işler zorlaşır, bu da direniştir.

Aniden ölümcül hastalıklar ortaya çıkar, yok olur,
size yapışıp kalır; bunlar da direniştir elbette.

Kitaplar okursunuz, direniştir bu!

Kitaplarla ilginiz olmasın istersiniz...

...düşüncelerle ilginiz olmasın istersiniz, dille veya
kelimelerle veya cümlelerle ilginiz olmasın istersiniz...

...hikayelerle ilginiz olmasın istersiniz,
hemen hemen hiçbir şeyle ilginiz olmasın istersiniz.

Yine de uyursunuz, uyanırsınız.
Uyumanın sonucunda uyanırsınız.

Uyanmanın sonucunda ayağa kalkarsınız.
Ayağa kalkmalısınız, tüm direnişlere karşı dik durmalısınız.

Odanızdan dışarı çıkmalısınız.

Kağıt çarpar yüzümüze,
cümleler çarpar yüzümüze.

Aslında nereden çıktığını bilmediğimiz aynı
monoton cümleler vardır karşımızda, değil mi?

Bunlardan yeni direnişler ortaya çıkar.

Bunu fark edince tek istediğiniz uyumak olur.
Daha fazla bilmek istemesiniz. Arzu aniden azalır...

Neden karanlık?

Kitaplarımda neden daima aynı karanlık var?

Çok basit:

Kitaplarımda her şey yapaydır.

Diğer bir deyişle, tüm karakterler,
durumlar, vakalar bir oyundaymış gibi...

...sahnede canlanırlar ve
sahne alanı tamamen karanlıktır.

Dörtgen şeklindeki sahneye
çıkan karakterler...

...doğal ışığın altındakinden
daha belirgin hatlara sahiplerdir.

Aşina olduğumuz nesir de
buna benzerdir.

Karanlıkta her şey netleşir.

Durum sadece görüntülerde ve
betimlemede böyle değildir, dilde de böyledir.

Kitabın sayfalarını
kapkaranlık düşünmeniz gerekmektedir.

Kelime aydınlanır ve bu aydınlanma
açıklık hatta aşırı açıklık kazandırır.

En baştan beri kullandığım
sanatsal araç budur.

Kitaplarımı açtığınızda bir tiyatroda
olduğunuzu hayal etmeniz gerekir.

İlk sayfada perdeyi açarsınız.

Ad görünür,
tamamen karanlıktır.

Yavaş yavaş arka plandan,
karanlıktan, kelimeler gelir.

Kelimeler yavaş yavaş hem iç
hem dış doğayı içeren olaylara dönüşür.

Özellikle yapay oldukları için böylesi
bir dönüşüm geçirmiş olurlar kelimeler.

İnsanların bir yazarı nasıl hayal ettiğini bilmiyorum, ancak bu konuda her türlü hayal yanlıştır.

Söz konusu bensem,
ben bir yazar değilim, yazan biriyim sadece.

Ama öte yandan,
Almanya'dan mektuplar alıyorum...

...veya taşra kasabalardan,
büyük şehirlerden, yayıncılardan...

...veya büyük şirketlerden
mektuplar geliyor.

Oralarda sahneye çıkıyorum.
Acıklı ve kasvetli bir yazar olarak sunuluyorum.

Methiyelerde veya bilimsel
olmayan konuşmalarda bile...

...böyle tanıtılıyorum uzun zamandır.

Şu veya bu şekilde sınıflandırılmış
bir yazar vardır karşılarında.

Kitapları kasvetlidir, karakterleri kasvetlidir, tabiatı kasvetlidir,dolayısıyla karşımızdaki kişi de kasvetlidir.

Böyle bir methiye sizi siyah takımlar içinde
kasvetli birine indirger.

Elbette ki ciddi bir yazar olarak
tanımlanıyorum.

Bela Bartok'un
ciddi bir bestekar olması gibi.

İtibarım böyle yayılıyor.
Ancak temelde rezil bir itibar bu.

Beni son derece rahatsız ediyor.

Öte yandan, doğal olarak neşeli bir yazar da değilim. Öykü anlatan birisi değilim...

...öykülerden nefret ederim.
Öykü yok edicisiyim ben.

Çalışmalarımda herhangi
bir öykünün belirtisi olursa...

...veya uzakta bir nesrin tepesinin ardında bir öykünün imasını bile görürsem onu alaşağı ederim.

Cümlelerde de durum budur.

Oluşabilecek tüm cümlelerin başını
daha oluşmadan ezmekten zevk duyarım.

Öte yandan...

Hayır, aklıma bir şey gelmiyor.
Tok karnına bir şey gelmiyor. Aynı eski hikaye.

Bitti.

En çok yalnız olmayı seviyorum.

İdeal durum temelde budur.

Evim de aslında kocaman bir hapishanedir.
Böyle olmasını seviyorum.

Mümkün olduğu kadar boş duvarlar.

Boş ve soğuk.

Çalışmama olumlu etkileri var.

Kitaplarım veya yazdıklarım
yaşadığım yere benziyor.

Kimi zaman bir kitaptaki bölümler,
evdeki odaları andırıyor bana.

Duvarlar yaşıyorlar, değil mi?

Sayfalar da duvarlar gibidir,
bu kadarı da yeterlidir.

Sadece yoğun bir biçimde
bakmanız gerekmektedir.

Beyaz bir duvara baktığınızda, onun aslında
beyaz ve boş olmadığını fark edersiniz.

Uzun bir zaman yalnız olursanız, yalnız olmaya
alışırsanız, yalnız olmayı tecrübe ederseniz...

...sıradan insanların bir şeyler keşfedemeyeceği
her yerde bir şeyler keşfedersiniz.

Duvarda çatlaklar, pürüzler, düzensizlikler,
haşereler keşfedersiniz.

Duvarda inanılmaz bir hareket vardır.

İşin aslı, duvarlar ile kitabın sayfaları arasında
pek bir fark yoktur.

Dışarıdan bakan insanlar
yaşam biçimimi monoton bulurlar.

Etrafımdaki insanların çok daha
heyecan verici bir yaşamı var...

...veya daha heyecan verici değilse bile
en azından daha ilginç bir yaşamı var.

Benim için komşularımın yaşamları
ki, gayet basit bir yaşam sürerler...

...zanaat işleri yaparlar, yan komşum çiftçidir,
çaprazımda yaşayan kağıt işçisidir...

...tam yanımdaki marangozdur...

...mahallenin diğer kısmındakiler de
ya kağıt işçisi ya esnaf ya da çiftçidir.

Onları çok ilginç bulurum.

Her biri tam olarak aynı şekilde yüzbinlerce defa
tekrarlanan uğraşılar olsa da bana çok çarpıcı geliyor.

Bana her seferinde
yeniymiş gibi geliyor.

Günlük yaşamım bana monoton,
can sıkıcı, içeriksiz geliyor.

En korkunç bulduğum şey,
nesir yazmaktır.

Benim için açık ara
en zor şey budur.

Bunu fark ettiğim ve bilincinde olduğum andan beri artık sadece nesir yazmaya ant içmiştim.

Elbette ki bambaşka
bir şey de yapabilirdim.

Farklı pek çok disiplin
üzerinde çalışmıştım...

...ama hiçbiri bana
korkutucu gelmiyordu.

Mesela, gençken çizim dersleri almıştım ve muhtemelen
orta karar bir çizimci olabilirdim, benim için pek de zor olmazdı bu.

Müzik çalışmıştım, enstrüman çalmak, müzik yapmak, yani beste yapmak epey kolay gelmişti bana.

Kaderimin orkestra şefi olmak olduğunu
düşündüğüm bir dönem vardı.

Müzik estetiği üzerine okudum
ve teker teker enstrümanları öğrendim.

Fakat bana kolay geldiği için
hepsini bıraktım.

Sonrasında bir oyuncu veya yönetmen
veya dramaturg olmak istedim.

Bir süreliğine beni kendisine
bağladı bunlar.

Heyecan vericiydi. Çokça oynadım, yönetmenlik yaptım, özellikle komik rollerde oynadım.

İşletme okuluna da gittim, dolayısıyla tüccar
olabileceğimi düşündüğüm bir dönem de oldu.

Bu alanda kendimi geliştirme fikri
ilgimi çekiyordu.

Genç yaşlarımdan beri, on yedi veya on sekiz yaşlarımda,
kitaplar kadar hiçbir şeyden nefret etmedim.

Dedemle yaşıyordum, yazıyordu o
ve kocaman bir kütüphanesi vardı.

Daima bu kitapların arasında olmak,
kütüphanenin içinde dolaşmak benim için korkunçtu.

Peki ne oldu da yazmaya başladım?
Neden kitaplar yazdım?

Hem de aniden kendime karşı
bir duruş sergileyerek...

Çünkü daha önce dediğim gibi,
benim için direniş her şey demektir.

Ben bu müthiş direnişi istiyordum.

Bu sebeple de
nesir yazıyorum.

Belki de daha on sekiz yaşındayken hastaneye kaldırılmış
ve bir yıl orada yatmış olmam bir sebep olabilir.

Orada artık öleceğim düşünülerek
vücudum yağlandı.

Oradan sanatoryuma geçtim.

Aylarca orada, dağlarda yattım.
Önümde daima aynı dağ manzarası vardı.

Gri bir örtünün olduğu tahta bir yatakta
tek bir kalın yün battaniyeyle yatıyordum.

Sonbahar ve kış boyunca,
gece ve gündüzleri dışarıda duruyordum.

Tamamen can sıkıntısından...

...sonuçta durmaksızın tek bir dağın karşısında yatamazsınız...

...yani elbette ki hareket edemiyordum...

...ve böylece yazmaya başladım.
Sebep ve vesile buydu muhtemelen.

Can sıkıntısından ve bir dağ ile
yalnız başına kalmaktan...

...ki dağın adı Heukareck'ti...

...Schwarzach St. Veit'in tepesinde,
iki bin metre yükseklikteydi.

Aylar boyunca bakarsınız, ama daima aynıdır,
asla değişmez, çünkü gölgeli tarafıdır orası.

Durum böyle olunca da ya delirirsiniz
ya da yazmaya başlarsınız.

Ben de elime kurşun kalem ve kağıt aldım
ve kendim için notlar aldım.

Kitaplara, yazmaya,
kalemlere olan nefretimi yazarak aştım.

Hiç kuşku yok ki, şu an uğraştığım
tüm sıkıntının sebebi budur.

Bitti.

Aslında rahat bırakılmaktan
başka bir şey istemiyorum.

Çok güç bir şey bu
ve zaman geçtikçe...

...dış dünyadaki değişikliklerle
ilgilenmekten bile vazgeçtim.

Aslında her zaman
aynı değişiklikler olur.

Bunlarla başkaları ilgilensin.

Beni sadece
benim süreçlerim ilgilendirir.

Çok merhametsiz olabiliyorum.

Çiftliğimdeyken veya
herhangi bir şehirdeyken...

...Brüksel olsun ya da
Viyana ya da Salzburg...

...fark etmez, herhangi bir yerde
etrafımdaki her şeyin çöküp çökmemesi...

...veya olduğundan daha da saçma
olup olmaması umurumda olmuyor.

Benim için anlamsızdır bu.
Beni ileriye götürmüyor.

En azından kendimi
kendime götürmüyor.

Yeni bir fikre de götürmüyor.

Evet, bitti.
Bunu kesebiliriz, değil mi?

- Gördüğümüz gibi kaydedilecek, değil mi?
- Evet, bunun gibi.

ÜÇÜNCÜ GÜN

Felsefe ile ilgili olan yazılı metinler
son derece tehlikelidirler. Özellikle benim için.

Sıklıkla saatlerce, günlerce,
haftalarca lafı geveleyip duruyorum.

Kimseyle irtibat kurmak istemiyorum,
hiçbir şey istemiyorum.

Öte yandan, en önemli
bulduğum yazarlar...

...aslında en büyük karşıtlarım
veya düşmanlarımdır.

Sizi çoktan teslim almış insanlarla
sürekli bir şekilde tartışıyorsunuz.

Mesela Musil'e kapılmıştım ben,
Pavese'ye, Ezra Pound'a.

Elbette ki şiirsel değildir onlar,
kesinlikle nesir insanlarıdır.

Birkaç kelimeyle kurulmuş
gayet basit cümleler, bir tasvir vardır.

Pavese'nin günlüğünde vardır bu,
Lermontov'un kaba taslaklarından birinde...

...doğal olarak Dostoyevski'de, Turgenyev'de,
aslında tüm Ruslarda...

Valery hariç
Fransızlar hiç ilgimi çekmedi.

Valery'den
"Monsieur Teste"...

Bu kitabın sayfalarını
o kadar karıştırdım ki...

...her defasında yeni bir nüshasını almam gerekiyor. Dağılıyor çünkü daima, parçalara ayrılıyor.

Henry James ile de
tartışıyorum sürekli.

Bir parça düşmanlık bile
söz konusu.

Ancak daima değişiyorum.

Bu insanlara kıyasla gülünç bir durumda
olduğunuzu düşünürsünüz çoğu zaman.

Ancak zaman geçtikçe güç kazanırsınız,
çoğundan daha güçlü olursunuz.

Onları ezebilirsiniz.

Kendinizi Virginia Woolf'un
veya Forster'in üstünde görebilirsiniz.

Böylece yazmak zorunda kalırım.

Ustalaşmak zorunda kaldığım
bir sanat olur bu.

Anlamı olan tek okul budur,
sizi ileriye götürür.

Bir bütün olarak var olamaz,
parçalara ayırmanız gerekir.

İyi ve güzel olan her şey
daha fazla şüpheli hale gelir.

Üstelik elbette ki yol boyunca
en beklenmedik noktada kopmanız gerekmektedir.

Bu açıdan, bir bölümü sonuna dek
düzgün bir biçimde yazmak yanlıştır.

En büyük hata, bir yazarın
sonuna dek bir kitap yazmasıdır.

İnsanlarla olan ilişkilerinizi aniden kesmeniz,
aslında iyi bir şeydir.

Melankoli oldukça güzel bir durumdur.

Ona kolayca
ve seve seve kapılırım.

Kırsalda çalışırken çok az
veya hemen hemen hiç kapılmam...

...ama şehirdeyken
hemen kapılırım.

Bana göre Viyana'dan
daha güzel bir yer yoktur.

O şehirdeyken daima
bir melankoli halinde oluyorum.

Orada yirmi yıldır tanıdığım
melankolik insanlar var.

Viyana'nın sokakları...

...şehrin atmosferi...

...üniversite şehri olması
pek tabii ki...

Orada insanların bana söylediği
değişmeyen cümleler var.

Muhtemelen ben de bu insanlara
aynı cümleleri söylüyorum.

Melankoli için muhteşem bir ön şart.

Parkın bir köşesinde oturursunuz...

...saatlerce...

...bir kafede oturursunuz...

...saatlerce...

...melankoli.

Geçmişin genç yazarları,
artık genç olmayan yazarlar var.

Birdenbire artık genç olmayan birini fark edersiniz,
ama genç biri gibi davranır o.

Muhtemelen benim de artık genç biri
olmamama rağmen genç biri gibi davranmam gibi.

Zaman geçtikçe güçleşir bu,
ama oldukça güzelleşir.

Viyana'daki mezarlıklara veya
bana yakın olan Döblinger Mezarlığı'na...

...veya "Neustift am Wald"daki
mezarlığa gitmeyi çok severim.

Daha önceki ziyaretlerimden
tanıdığım isimleri görmek hoşuma gidiyor.

Melankoli bir dükkana girdiğinizde
vurur sizi:

Yirmi yıl önce inanılmaz bir hızla
hareket eden aynı satıcı kadının...

...artık yavaşlamış olduğunu görürsünüz.

Torbalara ağır ağır doldurur şekeri.

Parayı eline alışı ve kasayı kapatışı
tamamen farklılaşmıştır.

Kapıdaki zil aynı sesi çıkarır,
ama melankoliktir.

Bu durum haftalarca sürebilir.

Belki de melankolinin
tek veya ideal ilacı...

...devamlı bir biçimde
melankoli hapı içmektir.

Daima kardeşimle
olmayan bir konuşmayı...

...annemle olmayan bir konuşmayı sürdürdüm.

Aynı şekilde babamla da olmayan
bir konuşmayı sürdürdüm.

Artık var olmayan ve bir daha asla var olmayacak
bir geçmişle var olmayan bir konuşma sürüyor.

Uzun ve var olmayan cümlelerle
süren bir konuşma bu.

Var olmayan bir doğayla
süren bir diyalog...

...var olmayan ve asla kavram olmayacak
kavramlarla süren bir münasebet.

Daima kusurlu olan
bir konu ile süren bir ilişki.

Cevap vermeyen meselelerle
süren bir görüşme.

Her şeyi mahveden mutlak
bir sessizlik var...

...içinden asla çıkamayacağımız
mutlak bir umutsuzluk var.

Sadece hayal etmeye devam
edebilmek amacıyla...

...kendiniz için inşa ettiğiniz
hayali beklentiniz var.

Temas edebileceğinizi düşündüğünüz...

...anı eriten meselelerle
yüzleşme girişiminiz var.

Yanılgı olduğu ortaya çıkan
hakikatlerle kurduğunuz ilişki var.

Hiçbir zaman bir arada olmamış
bir zaman dilimini...

...bir araya getirme çabanız var.

Doğası gereği yanlış olduğu
kanıtlanması gereken şeylerin temsilini...

...hayal gücünde el yordamıyla
araştırma girişiminiz var.

Cümlelerden ortaya çıkmış şeylerle
oluşmuş kimliğiniz var...

...ve siz ne cümleler hakkında
ne de o şeyler hakkında bir şey biliyorsunuz.

Tekrar ve tekrar
hiçbir şey bilmiyorsunuz.

Elbette ki bu, kendinizi uzak
tutmanız gereken günlük meseledir.

Her şeyi geride
bırakmak zorundasındır...

...arkada kalan kapıyı sadece kapatmak değil,
çarparak çekip gitmek gerekir.

Her şey defalarca kendi başına ve
gitgide sessizce yok olmak zorundadır.

Ömrümüz boyunca
hakim olamadığımız...

...ve en sonunda da
hakim olamayacağımız karanlıktan çıkıp...

...önümüzdeki diğer ikinci
nihai karanlığa girmeliyiz.

Mümkün olduğu kadar çabuk,
doğrudan doğruya...

...filozofumsu ukalalıklar
yapmadan girmeliyiz.

Belki de gözlerimizi kapatarak,
karanlığı erkene çekebiliriz.

Gözlerimizi sadece nihai
karanlığa girdiğimizden...

...emin olduğumuzda açarız tekrar.

Çeviri:
Matthias Kyska

Editörler:
Kerem Duymuş
“heidegger’e göre resim insanın varlığı ele geçirmesine ve elinde tutmasına aracılık eden ortamdır. bu teori günümüzün medyatik resimlerini açıklamaz, çünkü bunlar bir "varlığı” temsil etmeyen simulakradır. bunların temelinde varlığı “önüne koyma ve onu bu şekilde konmuş olarak sürekli önünde bulundurma” niyeti yoktur. göndermesi olmayan simulakra olarak, bağımsız bir hayat sürdürdükleri söylenebilir neredeyse. güç ve hükmetmenin ötesinde de urlaşırlar. “varlık”tan daha çok hayat ve varlığa sahiptirler neredeyse. multimedyanın enformasyon ve iletişim kütlesi bir “çerçeve” (ge-stell) olmaktan ziyade karman çorman bir yığındır (gemenge).*

şeffaflık toplumu sadece hakikatten değil görünüşten de yoksundur. ne hakikat ne de görünüş şeffaftır. tümüyle şeffaf olan tek şey boşluktur. bu boşluğu bertaraf etmek için bir enformasyon yığını devreye sokulur. enformasyon ve resim yığını, içinde boşluğun kendini hâlâ gösterdiği bir bolluktur. enformasyon ve iletişimin artması kendi başına dünyaya aydınlık getirmez. şeffaflık kâhinliğe yol açmaz. enformasyon yığını hakikat oluşturmaz. ne kadar çok enformasyon serbest kalırsa dünya o kadar karmaşıklaşır. hiperenformasyon ve hiper-iletişim karanlıkta bir ışık olamaz.”

s.61
byung-chul han
şeffaflık toplumu

çeviren: haluk barışcan
metis kitap

* sanal dünya gerçek'in direncinden ve öteki'nin olumsuzluğundan yoksundur. ağırlıksız olumluluğunun karşısına heidegger "toprak"ı çıkarırdı bir kez daha. toprak saklı olanı, açılamaz olanı, kendini kapatanı simgeler. “toprak, her tür nüfuz etme girişiminin kendine çarparak paramparça olmasına yol açar. ...açıkça kendisi olarak aydınlıkta göründüğü zamanlar öz olarak açılamazlığının kendisine teslim edilmiş ve korunmuş olduğu, her tür açma girişiminden kaçtığı, yani kendisini sürekli kapalı olarak muhafaza ettiği zamanlardır sadece. ...toprak öz olarak kendini kapatandır.” (holzwege, frankfurt a.m. 2003, s. 33). bilinmeyen, “gökyüzü”ne de yazılıdır: “bilinmeyen tanrı böylelikle gökyüzünün barizliği sonucu bilinmeyen olarak görünür” (vorträge und aufsätze, a.g.y., s. 197). heidegger'in "saklı olmayış” olarak “hakikat”i de aynı şekilde “saklılık” içine yerleştirilmiştir. “saklı olmayan” bir “saklılık”tan “çekip alınır” (wegmarken, ge- samtausgabe, cilt 9 [yol i̇şaretleri, toplu eserler cilt 9], frankfurt a.m. 1976, s. 223). yani “hakikat”te bir “çatlak” vardır. “çatlak”ın olumsuzluğu heidegger'de "acı"dır. olumluluk toplumu “acı”dan kaçınır. saklı olmayış olarak hakikat ne olumsuzluktan yoksun ışık ne de şeffaf ışınımdır. saklı olandan beslenir daha ziyade. karanlık ormanla çevrili “açıklık”tır. her tür olumsuzluktan yoksun apaçıklık ve şeffaflıktan farkı da budur.
uyku sırasında sağladığı rahatlık dolayısıyla, yastığı öpme âdeti için söylenir bir tâbirdir. genellikle uykuya yatmadan önce gerçekleştirilirmiş.
şöyle söylemek uygun düşerse; diğer bir deyişle mânâsında kullanılır bir tâbirdir. i̇fâde ve anlatım anlamına gelen tâbir kelimesi ile uygun, doğru anlamındaki câiz kelimesi dilimize arapçadan geçmiştir.
bilgili ve anlayışlı kişiler için açıklama yapmaya gerek yoktur mânâsında kullanılır bir tâbirdir. dilimize arapçadan geçmiş olan ârif kelimesi irfan sahibi demektir. târif kelimesi ise gereklilik, ihtiyaç anlamına gelir.
çok uygun, münâsip ya da elverişli bulmayı ifâde etmekte kullanılır bir tâbirdir. farsçadan dilimize geçen, önü açık, uzun kollu bir tür cübbe için kullanılan kaftan kelimesi, türkçeden de çek, macar ve i̇ngiliz dillerine geçmiştir.
karşılıklı fikir alışverişi yapmak için kullanılır bir tâbirdir. düşünce alışverişi de denebilir. fikir kelimesi arapçadan dilimize geçmiştir. teâti kelimesi de arapçada alışveriş mânâsına gelmektedir.
i̇stifini bozmadan ve ağır ağır mânâsında kullanılır bir tâbirdir. türk mûsikisinde usûlleri bir mertebe ağırlaştıran ağır terimi üzerinden kelime oyunu yoluyla oluşturulmuştur.
toplumun tüm kesimlerinin benimsediği ortak değerler bütünü için kullanılır bir tâbirdir. i̇ki kelime de dilimize arapçadan geçmiştir. mâşerî kelimesi topluma dair mânâsına gelmektedir.
açıklama gerektirmeyecek kadar açık ve net olan anlamında kullanılır bir tâbirdir. açıklama mânâsındaki izah kelimesi dilimize arapçadan geçmiştir. kurtulmuş mânâsındaki vâreste sözcüğü ise farsça kökenlidir.
ortaya çıkma ve boy gösterme anlamında kullanılır bir tâbirdir. sunmak ve göstermek mânâsındaki arz kelimesi dilimize arapçadan geçmiştir. beden ve vücut mânâsındaki endam ise farsçadan geçmiştir.