Anton Pavloviç Çehov - tabutmag forum
“Görünen o ki mutsuz olanların acılarını daima bir sessizlik içinde yaşaması mutlu olanların mutluluğunun koşulu, çünkü bu sessizlik olmadan mutluluk imkânsız olurdu.”

— Anton Çehov, “Kaz böğürtlenleri” (1898)
“As a rule, however fine and deep a phrase may be, it only affects the indifferent, and cannot fully satisfy those who are happy or unhappy; that is why dumbness is most often the highest expression of happiness or unhappiness; lovers understand each other better when they are silent, and a fervent, passionate speech delivered by the grave only touches outsiders, while to the widow and children of the dead man it seems cold and trivial.”

“Bir söz ne kadar derin ve iyi olursa olsun sadece ilgisiz olanları etkiler, mutlu veya mutsuz olanları ise tatmin edemez. Bu bir kaidedir. Mutluluk veya mutsuzluğun en yüksek ifadesinin çoğu zaman aptallık olması bundandır; bu yüzden âşıklar birbirini sessizken daha iyi anlar; mezarın başında yapılan ateşli, tutkulu bir konuşma yalnızca yabancıları duygulandırır, ölenin yakınlarına ise soğuk ve abes gelir.”

“Enemies” (1886)
Çev.:
Memurun Ölümü

sıradışı bir gece, daha az sıradışı olmayan bir memur, katip ivan dimitriç çerviakov, ikinci sıra koltuklardan birine oturmuş, dürbünle kornevil çanları’nı seyrediyordu. çerviakov seyrediyor, mutluluğun doruklarına ulaştığını duyuyordu. derken birdenbire… hikâyelerde bu “derken birdenbire”lere sık rastlanır. yazarların hakları var: hayat beklenmedik şeylerle o kadar dolu ki… derken birdenbire yüzü buruştu. gözleri kaydı, soluğu kesildi. dürbünü gözünden ayırdı, eğildi ve hapşuuu!.. diye, gördüğünüz gibi, aksırdı. aksırık, hiçbir yerde, hiç kimseye yasak edilmemiştir. köylüler de aksırır, emniyet amirleri de, hatta bazen müşavirlerin bile aksırdığı olur. herkes aksırır. çerviakov hiç de bozulmadı, mendiliyle ağzını burnunu sildi, nazik bir insan gibi, kimseyi rahatsız edip etmediğini anlamak için etrafına bakındı. ve derhal mahcup olmak zorunda kaldı: önünde, birinci sıra koltuklardan birinde oturmakta olan yaşlı bir zatın, dazlak kafasını, ensesini eldiveni ile dikkatle silmekte olduğunu, bir şeyler mırıldandığını gördü. çerviakov, ihtiyarın ulaştırma bakanlığında çalışan sivil generallerden brizjalov olduğunu hatırlamakta gecikmedi:

- adamın üstünü başını berbat ettim, diye düşündü: gerçi, benim amirim değil, yabancı, ama ne de olsa hoş bir şey değil. özür dilemeliyim.
çerviakov, öksürdü, gövdesini biraz ileri doğru verdi, generalin kulağına:

- af buyurun efendim, diye fısıldadı, üstünüzü başınızı berbat ettim. istemeyerek oldu.
- zararı yok, zararı yok!
- allah rızası için af buyurun! ama ben… böyle olmasını istemezdim.
- fakat oturunuz rica ederim. bırakın da dinleyeyim!
çerviakov utandı, alık alık sırıttı, sahneye bakmaya başladı. temsili seyrediyor ama zevk duymuyordu. içini bir kurt kemirmeye başlamıştı. perde arasında brizjalov’a yaklaştı, yanı başında yürüdü, ürkekliğini yenerek mırıldandı:

- efendimiz üstünüzü başınızı berbat ettim. af buyurun! hâlbuki ben… hiç de böyle olmasını istemiyordum.
general:
- yeter artık canım, ben onu unutmuştum bile, oysa siz boyuna tekrarlayıp duruyorsunuz, diye söylendi, alt dudağını da hızlı hızlı oynatmaya başladı.
çerviakov, şüpheli şüpheli generale bakarak: “unutmuş ama gözleri çakmak çakmak bakıyor, konuşmak bile istemiyor, diye düşündü, “bunun bir tabiat kanunu olduğunu kendisine anlatmalıyım. yoksa herif tükürmek istediğimi sanabilir. şimdi değilse bile sonradan böyle düşünebilir. oysa hiç istemeden oldu.”

çerviakov evine gelince ettiği kabalığı karısına anlattı. karısı, görünüşe göre, olup biteni pek de umursamadı. yalnız korktu, ama brizjalov’un bir “yabancı” olduğunu öğrenince rahat bir nefes aldı:

- neyse sen yine gidip ondan özür dile, dedi. sosyete hayatında nasıl davranılacağını bilmediğini sanabilir.
- bütün sorun işte burada ya! ben özür diledim ama o biraz tuhaf davrandı. akla yakın bir tek söz söylemedi. hoş, konuşmaya da vakit yoktu ya.

ertesi gün çerviakov yeni üniformasını giydi, tıraş oldu, sorunu brizjalov’a anlatmaya gitti. brizjalov’un bekleme odasına girince orda birçok ricacıların dertlerini dinlemeye başlamış olan brizjalov’u gördü. general birkaç ricacının derdini dinledikten sonra gözlerini çerviakov’a kaldırdı. çerviakov:

- dün gece arkadi’de, diye anlatmaya başladı, eğer hatırlarsanız efendimiz, aksırmış ve… istemeyerek üstünüzü başınızı berbat etmiştim. af…

general:
- ne saçma şey… aman yarabbi, diye mırıldandı ve bir başka ziyaretçiye dönerek: siz ne istiyorsunuz? diye sordu.

çerviakov sarararak: “konuşmak istemiyor,” diye düşündü. “demek ki kızıyor. hayır, bunu böyle bırakmamalıyım… ona anlatmalıyım.”

general son ricacı ile konuşmasını bitirip çalışma odasına yürüyünce, çerviakov da arkasından yürüdü.

- efendimiz, diye mırıldandı, efendimizi rahatsız etmek cesaretinde bulunuyorsam, bu sadece içimdeki pişmanlık duygusundan ileri geliyor. siz de bilirsiniz ki efendimiz, isteyerek yapmadım.
sivil general, ağlamaklı suratını astı, elini sallayarak…

- fakat efendim siz benimle düpedüz alay ediyorsunuz! dedi ve kapının arkasında kayboldu.

çerviakov evine giderken şöyle düşündü: “bunda hiçbir alay yok. bir türlü anlayamıyor, bir de general olacak. öyle ise artık ben de bu palavracıdan af maf dilemem. canı cehenneme! ona bir mektup yazarım. ama bir daha gelmem, vallahi gelmem.”

çerviakov evine giderken böyle düşünüyordu. generale mektup yazmadı. düşündü, taşındı, ama bu mektubu bir türlü toparlayıp yazamadı. ertesi gün kendisinin gidip işi anlatması lazım geldi.

general sorgu dolu gözlerini ona diktiği zaman çerviakov:

- dün efendimizi, buyurduğunuz gibi alay etmek için rahatsız etmeye gelmemiştim. aksırırken üstünüzü başınızı berbat ettiğim için özür dilemeye gelmiştim. alay etmek benim ne haddime? bizler alay etmeye kalkarsak o zaman, efendime söyleyeyim, insanlara saygı kalır mı?

mosmor kesilen, sapır sapır titreyen general, birdenbire:

- defol! diye bağırdı.

dehşetinden kireç gibi olan çerviakov, bir fısıltı halinde:

- ne buyurdunuz? diye sordu.

general ayaklarını yere vurarak:

- defol! diye tekrarladı.

çerviakov’un karnında bir şeyler koptu. hiçbir şey görmeden, hiçbir şey işitmeden, geri geri kapıya gitti, sokağa çıktı, yürüdü. bir makine gibi evine gelince, üniformasını çıkarmadan, kanepeye uzandı ve… öldü.

Bütün Öyküleri içinde,
Çeviren: Mehmet Özgül
FİRS (Kapıya yaklaşır; kapı koluna eliyle dokunur.) - Kitli. Gittiler... (Divana oturur.) Beni unuttular... Neyse... Burada otururum. Leonid Andreyiç kürkünü giymemiştir yine, paltoyla çıkmıştır... (Kaygıyla içini çeker.) Kabahat bende, bakmadım... Çiçeği burnunda gençlik! (Anlaşılması olanaksız bir şeyler homurdanır.) Yaşam geçip gitti, hiç yaşamamışım gibi. (Uzanır.) Yatayım. Gücün de kalmadı; hiçbir şeyin kalmadı, hiçbir şeyin... Eh, sen... beceriksiz!.. (Kımıltısız yatıp kalır.) (Uzak bir ses, gökten gelir gibi, kopan bir telin, donan, kederli sesi işitilir. Sessizlik bastırır yeniden. Sadece uzaktan, bahçeden, ağaca inen baltanın sesi gelmektedir.)

PERDE

Rusça'dan çeviren: Ataol Behramoğlu
Martı & Vişne Bahçesi
SONYA: Dinleneceğiz! Melekleri dinleyeceğiz, elmaslar gibi yıldızlarla kaplı gökleri göreceğiz. Dünyanın tüm kötülüklerinin, tüm acılarımızın, dünyayı baştan başa kaplayacak olan merhametin önünde silinip gittiğini göreceğiz ve hayatımız bir okşayış gibi dingin, yumuşak, tatlı olacak, inanıyorum, inanıyorum buna. (Dayısının gözyaşlarını mendiliyle kurular) Zavallı, zavallı Vanya Dayı, ağlıyorsun... (Gözyaşları arasından) Hayatında mutluluğu tadamadın, ama bekle Vanya Dayı, bekle...

Dinleneceğiz... (Kucaklar onu) Dinleyeceğiz! (Bekçinin sopa vuruşları. Telyegin gitarını usulca çalmakta, Mariya Vasilyevna broşürün kıyılarına notlar almakta, Marina çorap örmektedir.)

SONYA: Dinleneceğiz!

PERDE AĞIR AĞIR İNER

Anton Çehov
Vanya Dayı (1897)